Özelleştirmeye Karşı İdeolojik Mücadele

Siyasi ve iktisadi krizin olağanlaşıp süreklileştiği 1990’lı yıllar boyunca liberal koronun dillendirdiği çözüm formülünün adı “devletin küçültülmesi” oldu. AKP iktidarının damgasını vurduğu 2000’li yıllar da bundan farklı değildi devletin küçültülmesi talebinin yanına bir de “askeri vesayet rejiminin çözündürülmesi” talebi eklendi, o kadar. O zamandan bu zamana çok az insan “devletin küçültülmesi ne demek” sorusunu sordu. Şimdi bu noktada, TEKEL işçilerinin sınıfı ve sınıf mücadelesini yeniden ülkenin gündemine soktuğu şu günlerde, devletin küçültülmesi meselesini ve dolayısıyla da özelleştirmeleri yeniden konuşmamız gerekiyor.

Öncelikle sormak gerekiyor: Devletin küçültülmesi ile tam olarak ne kastediliyor? Bu soruyu yanıtlayabilmek için önce bazı başka sorulara yanıt vermemiz gerekiyor. Öncelikle yanıtlamamız gereken soru şu: devletin büyük olması ne anlama geliyor? Öyle ya, ortada küçültülmesi gereken bir şey varsa aslında tam da onun büyük olduğunu düşünüyoruz demektir. Burada bahsedilen büyüklük, elbette ki “şanlı” bir tarihe sahip olma ile ya da diğer ülkelere sözünü dinletebilme ile ilgili değil. Büyüklük, devletin ekonomi içerisinde etkin bir rol oynuyor oluşu anlamına geliyor. Peki bu büyüklüğü ölçebilmek için elimizde bir kriter var mı? İktisatçılar, bu büyüklüğü kamu harcamaları / GSMH formülü ile hesaplıyorlar. Yani bir ülkede bir yıl içerisinde üretilen mal ve hizmet miktarının parasal değeri içerisinde devletin yaptığı harcamaların oranına bakıyorlar. Dolayısıyla, örneğin bu oranın % 40 seviyesinde olduğu bir ülkenin devletinin, oranın %20 seviyesinde olduğu bir ülkenin devletinden daha büyük olduğunu söyleyebiliyoruz. Şimdi tam da neo-liberalizmi ideoloji yapan şeye, yani gerçek olmayan bir olguyu gerçekmiş gibi gösterebilmesine değinmemiz gerekiyor. Sözünü ettiğimiz oran, tüm Avrupa ülkelerinde refah devletine yapılan onca saldırıya rağmen bugün hala ortalama % 35–40 liberalizmin kaleleri olarak bilinen ABD ve Japonya’da ise % 25 seviyelerinde bulunuyor. Peki rakamlar ülkemiz için ne söylüyor? Türkiye’de bu oran sadece ve sadece % 20 seviyesinde. Yani hem Avrupa ülkeleri hem de ABD ve Japonya’da devletin ekonomideki payı bizimkinden daha yüksek. Üstelik Türkiye’de kamu harcamalarının önemli bir bölümü borçların faizlerini ödemek için kullanılıyor ve bu da harcamaların oranını % 5’ler seviyesine indiriyor. Hal böyle olunca da insanın aklına “daha neyi küçülteceksiniz” demek geliyor.

Yanıtlamamız gereken ikinci soru şu: devlet nasıl küçültülür? Bunun temel olarak üç yolu bulunuyor. İlki, kamu bütçesinin giderler kısmını olabildiğince daraltmak yani eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe aktarılan payı ve kamu personeline ödenen ücretleri aşağı çekmek. İkincisi, kamunun elinde bulunan girişimleri, örneğin TÜPRAŞ’ı, PETKİM’i ya da TEKEL’i özelleştirerek kamunun ekonomideki girişimci rolünü tasfiye etmek. Üçüncüsü ise deregülasyon (kuralsızlaştırma) politikaları ile devletin ekonomi üzerindeki düzenleyici rolünü giderek teknokratlara, örneğin üst kurullara, bırakmak ve böylece ekonomiyi her türlü politik talepten özerkleştirmek. Böylelikle hedeflenen ise açık: hayatın her alanının sermayeye yeni değerleme alanları açacak bir veçheye kavuşturulması ve 1970’lerden beri en derin krizini yaşayan kapitalizmin bu krizden çıkarılması.

Devletin küçültülmesinde özelleştirme süreci büyük rol oynuyor. Özelleştirme aracılığıyla, yalnızca devletin piyasa ekonomisine müdahale etme olanakları önemli ölçüde azaltılmış olmuyor. Özelleştirme, sermaye açısından büyük önem arz ediyor. Özelleştirme, sermayeye yeni değerleme alanları açıyor, devletin çekildiği alanlar özel sektör tarafından dolduruluyor. Özelleştirme aracılığıyla, sermayeye çok kısa zamanda ve çok büyük boyutlarda bir rant aktarımı söz konusu oluyor. Sermaye, büyük bir zaman ve para harcayarak ancak sahip olabileceği devasa ölçekli iktisadi kuruluşlara, kolaylıkla sahip olabiliyor. Devletin, iktisadi girişimciliğinin tasfiyesiyle birlikte, sınıf mücadelesinin gerçekleştirildiği bir alan olmaktan uzaklaştırılması da sağlanmış oluyor. Özelleştirme aracılığıyla, esnek üretime ve emeğin örgütsüzleştirilmesine dayanan post-fordist birikim rejimi ile açık bir çelişki içerisinde olan kamu sektörü devre dışı bırakılıyor. Son olarak da, özelleştirme aracılığıyla, olası kamu açıkları ve bu açıkların finansmanı için sermaye üzerine bindirilebilecek vergi yükü tehlikesi de bertaraf edilmiş oluyor.

Özelleştirme sürecinde, yalnızca kamu iktisadi teşekkülleri özelleştirilmiyor, kamusal hizmetlerde kamunun ve sermayenin bir arada faaliyet göstermesi sağlanıyor eğitim, sağlık ve sosyal güvenlikteki bu ikili yapı, kamunun aleyhine ve sermayenin lehine olmak üzere sürekli genişletiliyor. Üstelik bu ikili yapı her zaman farklı kurumsal kimliklerle sürdürülmüyor devlet üniversitelerinin paralı bölümlerinin açılması, devlet hastanelerinin özel sağlık hizmetleri vermesi gibi uygulamalar da toplumun özelleştirilmesinin bir parçası haline getiriliyor, Buna kamusal hizmetlerin hızla taşeronlaştırılması ve taşeron firmalar aracılığıyla hem sermayeye rant aktarılması, hem de örgütlü bir emek hareketinin ortaya çıkmasının engellenmesi ile güvenliğin özelleştirilmesinin de eklenmesi gerekiyor. Özel güvenlikçiler tarafından korunan ve yoksulluğun sızmasına izin verilmeyen alışveriş merkezleri, şehirlerin dışındaki güvenlikli uydu kentler ve hatta güvenliğini özel firmaların sağladığı kamu kurumları özelleştirme sürecine ait olgular olarak karşımızda duruyor

Özelleştirilmenin ideolojik boyutunda, kamusal olanın “karsız, verimsiz ve irrasyonel” olarak çalıştığına dair inancın, geniş kitleler nezdinde hâkim kılınması bulunuyor. “Bürokratik tahakküm”den çokça çekmiş Türkiye toplumunun, özelleştirmeyi bu tahakküme tercih ettiğini ve çoğunlukla onayladığını görüyoruz. Üstelik yalnızca bu da değil toplum, özelleştirilen kurum ve kuruluşları, bir “kamu malı” olarak değil, “devlet malı” olarak gördüğü ve kendisine ait olmadığına inandığı için, bu kurum ve kuruluşlarda çalışan emekçiler de dâhil, çoğu kez gerçek bir sahiplenme söz konusu olamıyor ve bu nedenle de özelleştirme karşıtı güçlü bir sınıf hareketi kendisini var etmeyi başaramıyor. Toplumun özelleştirilmesi sürecinde, ekonomi, siyasal karar alma süreçlerinden ve siyaset ekonomiden kovuluyor ekonomi, kendi doğal yasaları olan, müdahale edilmez ve dönüştürülemez bir mekanizma olarak sunuluyor. Ekonomi, bölüşüm süreçlerini anlatmıyor, kızan, öfkelenen, endişelenen ve isimleri döviz, faiz, borsa olan tanrılara sahip ve tapınılması gereken bir din haline dönüştürülüyor.

TEKEL işçilerinin ikinci ayını geride bırakan direnişi, Türkiye toplumuna özelleştirme sürecinin nasıl bir yıkım projesi olduğunu anlatmak için önemli bir fırsat sunuyor. Yalnızca bu da değil direniş, taşeronlaştırmanın ve esnek ve güvencesiz çalıştırmanın, yani bir bütün olarak neoliberalizmin sorgulanmasının da önünü açıyor. Özelleştirme karşıtı ve kamulaştırma yanlısı bir ideolojik mücadelenin ve buna dayalı bir politik gündemin hızla inşa edilmesi gerekiyor.