'Filmin geneline göre de Oppenheimer süreci kontrol edemeyen, ve hatta sürecin ezdiği bir kişiliğe dönüşür. Özne değil nesnedir. Fail değil kurbandır. Öyle midir? Sahi bombayı kim attı gerçekten?'

Oppenheimer ve 'bombayı kim attı?'

Son zamanlarda aklı iyice kırılmış zamane insanında bir eğilim baş gösterdi; tarihi dizilerden ve filmlerden öğrenme eğilimi. Bir tür kolaycılık olduğu kesin; görsel bir pakete dönüştürülmüş tarih. Özellikle Türkiye’de bu durum AKP rejiminin hem Osmanlı hem de Türkiye tarihini gerici bir tarzda yeninden kodlama çabalarıyla birlikte ayyuka çıkmış durumdadır. Bir tür akıl kırılmasıdır. Tarih tarihçilerden öğrenilir. Yanlış anlaşılmasın sanat tarihe el atamaz anlamına gelmez bu. Tam tersine iyi kurgulanmış bir sanat eseri tarihsel olguları daha çarpıcı ve daha insani hale getirebilir. Sanatın gerçekçiliği gerçeğin yeniden kurulmasıdır; yeniden kurgulanmasıdır. Eğer eser iyi ise sanatsal gerçek, gerçeğin kendisinden bile daha gerçek olabilir.

Ancak pek tabi ki sanatsal tarih kurgusu her türlü manipülasyona, her türlü palavraya ve her türlü çarpıtmaya da açıktır. Sinema ise buna en elverişli alanıdır kuşkusuz. Bir örnek verelim. Ridley Scott’un 2000 tarihli Gladyatör filmi tarihin çarpıtılmasının en iyi örneklerinden biridir. Filmde Roma’nın filozof imparatoru Marcus Aurelius güya kötücül niteliklerinden dolayı öz oğlu Commodus’un kendisinden sonra tahta geçmesini istemez, hatta Roma’nın yeniden bir Cumhuriyet olmasını diler. Külliyen yalan; tarihi gerçeklerin çarpıtılması. Gerçekte filozof imparatorumuz gaddarlığıyla ünlü, kan dökücü sıfatı aşikar olan oğlu Commodus’u kendisi ölmeden Sezar yaparak yönetime ortak yapmıştır. Böylece kendi yanına çırak almıştır; cumhuriyet gibi bir talebi de yoktu. En azından Roma tarihçileri böyle bir kayıt düşmemişler.

Sanattan başka bir çarpıtma örneği; Alexandre Dumas’nın Üç Silahşörler’i dünya edebiyatında en çok okunan eserlerden biridir herhalde. Romanda dört silahşör arkadaşın – Atos, Portos, Aramis ve d’Artagnan – en büyük düşmanlarından biri kötücül, entrikacı Kardinal Richelieu’dur. Oysa gerçekte aristokrasinin gücünü kırarak modern ve merkezi Fransa’nın ortaya çıkmasına yol açan kişidir Richelieu. Dolayısıyla sanat tarihi bir araç olarak kullanabilir, ancak kendisi bir tarihi anlatı olamaz.

Bu kriter açısından Christopher Nolan’ın son ve çok konuşulan filmi Oppenheimer aslında olağanüstü önemli bir tarihsel dönemi anlatırken tarihi anlatının yerine geçmeye çalışmadığını daha baştan belli ederek iyi bir başlangıç yapmaktadır. Film kurgusal ve görsel olarak “iyi” bir film; “iyi” tırnak içinde çünkü bu sadece bu satırların yazarının fikridir. Ancak bazı önemli tarihsel momentlerde çuvallamaktadır.

Önce yönetmen; Christopher Nolan başka pek çokları gibi Hollywood’un İngiltere’den ithal ettiği bir sinemacı. Aslında son yıllarda ABD topraklarının hem oyuncu hem de yönetmen bazında giderek çoraklaştığını ve bu nedenle Hollywood endüstrisinin dışarıdan sürekli oyuncu ve yönetmen ithal ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Kapitalizm en çok geliştiği yerde yaratıcılığı hızla öldürmektedir kuralı işliyor gibi görünüyor. Nolan önce bağımsız ve küçük bütçeli filmler çekerek başladı yönetmenlik hayatına (başka pek çokları gibi). Aslında onu Hollywood sinema endüstrisinin merceğinin altına çeken film ise 2000 yılı yapımı Memento oldu. Bu satırların yazarına göre bir tür şaheser olan film kısa hafızası sürekli yok olan ancak bu halde karısının katilini arayan bir adamın öyküsü. Olağanüstü bir kurgu ve olağanüstü bir oyunculuk eseri bu film Nolan’a ikbal kapılarını açtı ve onu bir dizi Batman filminin yönetmeni yaptı. Hollywood filmin kalitesine değil gişesine, hasılatına bakar; nitekim Nolan’ın Batman filmleri yüksek gişe hasılatı getirdi. Nolan estetik kaygılarından çok ödün vermeden Hollywood endüstrinin yazılı olmayan kurallarına uyma başarısını da gösterdiği için sürekli gündemde oldu. Oppenheimer görünen o ki her iki kaygıyı da gideren bir film olmuş.

Gelelim filme ve oyuncu kadrosuna; oldukça ünlü bir kadrosu var filmin. Başrolü İrlandalı Cillian Murphy üstlenmiş; doğrusu Oppenheimer’ın kişisel travmasını pek iyi anlatmış. Peaky Blinders ile herkesin diline pelesenk olan İrlandalının performansı “iyi”, ancak bize göre “çok iyi” de değil. Bu da onun oyunculuğundan kaynaklanmıyor, filmin sinematografik kurgusundan ve senaryosundan kaynaklanıyor. Oppenheimer hırslı ve mahir bir proje yöneticisi olarak anlatılmış ancak Oppenheimer’ın bilimciliği es geçilmiş. Halbuki Oppenheimer kuramsal ve deneysel fiziğe de bolca katkı yapan bir “dahi”, burası atlanmış. Belki de bilerek. Diğer taraftan filmde iki isim oyunculuk performansı olarak oldukça göz dolduruyor. Birincisi, bir ara oyunculuktan kopma ve unutulma noktasına gelen, ancak Marvel’in Demir Adam karakteriyle geri dönüş yaşayan Robert Downey. Senatör Lewis Strauss rolünde mükemmel. İkincisi ise bu satırların yazarının son dönem Hollywood oyuncuları içinde en takdir ettiği kişilerden Matt Damon, ki General Leslie Groves rolüne muhteşem bir performans çizmiş.

Kurgu ve hikaye ise başta da vurguladığımız gibi tarihsel gerçeklere oldukça, güçleri yettikçe sadık kalmışlar. Özellikle McCarthyci cadı avı dönemi ve Los Alamos projesi ile Amerikan ordusunun gerilimli ilişkisi iyi anlatılmış. Ancak bir sanat eserinin sınırları vardır; nitekim bu film de aynı sınırlara takılmış. Bu da bir eksiklik değil. Bir sanat eserinin takıldığı sınırlara değdiği noktalarda tarihsel analize açılan soruları sordurması onun yetkinliğini ve gelişkinliğini gösterir. Yetkin bir eser bu soruları düz mantıkla cevaplamaktan imtina eder, sadece onları sordurur. Bu anlamda Nolan’ın Oppenheimer’ı görece gelişkin ve yetkin bir film olmuş. Peki ama hangi soruları sorduruyor bu film?

Birincisi Oppenheimer Hiroşima ve Nagasaki’deki kitlesel kırımdan dolayı suçlu mudur? Film bu sorunun cevabını vermiyor ancak bu soruyu sorduruyor. Biz ise belirli bir ahlaki ve tarihi sorumlulukları veri kabul ederek bu soruya cevap verebiliriz. Silahın işlediği cinayetten sadece tetiği çeken mi suçludur? Ya tetiği, namluyu, mermi yatağını üreten? Üreten onu biblo olsun diye üretmedi ya. Oppenheimer ile ilgili olarak yazılmış herhangi bir eser nedamet getirerek günah çıkarttığına dair bir olguyu belirtmiyor. Film bu konudaki empati yoksunluğunu çok iyi aktarmış, Oppenheimer bazı durumlarda itiraz etse de bombaya bilimsel gelişmenin bir nişanesi olarak bakıyor.

Film arka planı da görece iyi vermiş. Bir ara not aktaralım. 19. Yüzyıl’ın son 10 yılı ile II. Dünya Savaşı arasında kuramsal fizik ve kimya alanlarında büyük bir bilimsel patlama yaşanıyor. Atom ve atom altı parçacıklarından evrensel kozmik yasalara kadar büyük bir araştırma alanında birbirini tamamlayan çok ama çok önemli atılımlar ortaya çıktı bu zaman diliminde. Bu atılımların deneysel kimya ve fizikte paralel gelişmelere yol açması için ise kapitalizmin savaş ile kirli ilişkisinin işin içine girmesi gerekti. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan bombalar bu birikimli sürecin kapitalizm tarafından damıtılarak kullanılmasının sonuçlarıdır. Bu patlamaların pratik uygulamaları Oppenheimer ve ekibini yaratacak birikimi yarattılar. Ancak bu süreçten bilimsel gelişimin kendisi değil bu gelişimi bir tür armageddon silahına dönüştüren kapitalizm suçluydu. Nitekim filmde de anlatıldığı gibi bombanın atılmasına ya da üretilmesine, bu birikimli süreci yaratan büyük bilim insanlarının önemli bir bölümü karşı çıktı. Karşı çıkabilen var ise karşı çıkmayan suçludur; Oppenheimer suçludur.

İkinci soru ise şudur; eğer bombalar atılmasaydı savaş daha da uzar ve insan maliyeti daha da yükselir miydi? Bu soruya evet cevabını veren (ki Oppenheimer ve ekibinin bir bölümü buna gerçekten inanmışlardı) Amerikan emperyalizminin suç sicilini temizlemek isteyen bir bilim adamı ve tarihçi ekibi var. Ancak Japonya’nın bombaların atıldığı andaki askeri gücü ve ikmal seviyesiyle ilgili savaştan sonra yapılan çalışmalar o anda Japonya’nın zaten bitik bir durumda olduğunu gösteriyorlar. Kısacası bombalar zaten diz çökecek bir duruma gelen Japonya’da teslimiyeti çabuklaştırmadılar, katliam yaptılar. Peki bu durum Amerikan ordu istihbaratı tarafından bilinmiyor olabilir miydi? Yine savaştan sonra yapılan çalışmalar, ve başvurulan tanıklıklar Japon emperyalizminin askeri güç, lojistik ve ikmal düzeyleri bakımından bitişin eşiğinde olduğunun iyi bilindiğini apaçık gösteriyorlar. Peki öyleyse bombalar; “Little Boy” (Hiroşima’ya atılan, bu arada filmde adı sanki “thin man” idi) ve “Fat Man” (Nagasaki’ye atılan) neden atıldılar?

İşte film, iyi bir sinema eseri de olsa, bu noktada suskun kalıyor. Burada sanat susuyor ve tarih konuşuyor. Aslında film cevaba ilişkin bir ipucunu bir sahnede gözlerimizin önüne seriyor. Bomba çalışmalarının başarılı olup olmadığına dair New Mexico’da yapılan deney, Trinity deneyi filmde önemli bir yer tutmakta. Trinity denemesi 16 Temmuz 1945’de New Mexico çöllerinde yapıldı. Filmde bir sahne var; projenin askeri yöneticisi olarak Leslie Groves sonuçtan Başkan Truman’ı hemen haberdar etti; Truman Potsdam’dadır o vakitte. Aynı anda Doğu Yarımküre’de tarih 17 Temmuz’du ve Truman, Churchill ve Stalin’in de katılacağı Potsdam Konferansı başlayacaktı. Başarılı denemeyi Truman şahsen haber vermek istedi Stalin’e; özellikle Stalin’e! Neden?

Şimdi filimin dışına çıkalım. Bu günden geriye bakarak artık tarihin hükmünü açıklayabiliriz (daha önce pek çok kişi tarafından ifade edilen hüküm). Bombalar Japonya’ya atıldı ancak bombaların mesajı Sovyetler Birliği’ne idi. Ham kafalı taşra politikacısı Truman tahminen başarılı deneyin haberini Stalin’e zaferi muştulayan bir gelişme olarak değil, “bak biz bir mahşeri yıkım makinesine sahibiz artık” mesajını iletmek için verdi. Soğuk Savaş’ın ayak sesleriydi bunlar ve Amerikan emperyalizminin savaşın hemen ertesinde başlayacak Sovyetleri kuşatma hareketinin bir parçasıydı. Oppenheimer hırslı ama saf bir bilim insanıydı herhalde; işin bu boyutunu tahin edemedi. Hiroşima’daki ve Nagasaki’de nükleer ateşin yaktığı cansız bedenler Amerikan emperyalizminin gövde gösterisine kurban gittiler; Oppenheimer ve diğerleri bunu çözmeliydiler. Çözemediler; bu anlamda suçlular.

Peki ama neden Tokyo, Osaka ya da Kyoto gibi büyük endüstriyel Japon kentleri değil de Hiroşima ve Nagasaki gibi küçük hedefler tercih edildi. Yine filmde bununla ilgili bir sahne var. Manhattan Projesi ve Los Alamos ekibiyle o vakitte savaş bakanı olan Henry Stimson’ın  toplantı yaptığı sahne çok ilginç. Stimson hedefleri seçeceklerini belirterek Kyoto’yu, Hiroşima’yı ve Nagasaki’yi sayıyor. Ancak atılabilecek iki bomba var. Sitmson Kyoto’nun listeden çıkarılmasını çünkü karısıyla balaylarını orada geçirdiklerini ve orayla ilgili çok mutlu anıları olduğunu belirtiyor. Böylece Kyotolular karısıyla Sitmson’a mutlu vakitler geçirttirebildikleri için yırtıyorlar. En azından film böyle anlatıyor. Nolan’ın filmi her ne kadar tarihsel gerçeklere uymaya çaba gösterse de Stimson’un ve karısının Kyoto balayı bir uydurma.

Amerikan emperyalizminin nükleer müdahalesinin savaşı kısalttığını iddia eden jingoist liberal tarihçiler her iki küçük kentin de önemli askeri yığınağa ve askeri yönetim merkezlerine sahip olduğunu iddia ederler hala. Oysa yine savaş sonrası araştırmalar göstermiştir ki her iki kentte de savunma kuvveti diye küçük çocuklar seferber edilmişti, öyle büyük askeri yığınak falan da yoktu. Amerikan emperyalizminin geleneksel taktiği bu türden çarpıtmalar olageldi her zaman (yıllar sonra tarihi bir insanlık suçu anlamına gelecek Irak’ın işgalini de kitle imha silahları yalanıyla aklamaya çalıştılar ancak işgal kuvvetleri bir tek kitle imha silahı bulamadı).

Filmin zihninizde yaratacağı pek çok soru var ancak bizce en önemlisi şu: ”Peki ama bombayı kim attı?” Yine filmde bu sorunun cevabı ile ilgili de önemli bir ipucu sahnesi var. Oppenheimer Oval Ofis’te Truman ile görüşmeye gider. Truman onu başarıdan dolayı pohpohlarken Oppenheimer atom bombasının başarısının verdiği feyz ile başlatılacak hidrojen bombası projesi ile ilgili aleyhte birkaç kelam eder. Hatta (yanlış hatırlamıyorsam) bu adımların Sovyetlerin karşı adımlarını tetikleyeceğini söyler. Truman ise bunun imkansız olduğunu söyler ancak Oppenheimer Sovyetlerin de çok iyi fizikçilere sahip olduğunu belirtir. Sonrasında neredeyse kovulur ve hatta yine filme ve rivayetlere göre arkasından “bir daha beni bu sulu gözlü o…çocuğu ile haşır neşir etmeyin” diye emir verir Truman. Doğru olabilir mi? Truman ham kafalı kaba bir taşra politikacısıdır. Doğru olabilir. Oppenheimer haklı çıktı nitekim, Sovyetler de atom bombasına 1949’da sahip oldular.1 Başkan ile Oppenheimer arasındaki diyalogun bir yerinde Truman “Bombayı ben attım” der. Gerçekten o mu attı acaba?

Filmin en trajik sahneleri kuşkusuz ikinci yarısındaki Oppenheimer’ın McCarthy dönemi sorgulamaları ile ilgili sahnelerdir. Hem Oppenheimer hem de karısı gençliklerinde komünisttirler (hatta karısı komünist parti üyesidir galiba). Sovyetlerin de atom bombasını bulmaları ile birlikte McCarthy cadı avı Oppenheimer ve tüm Los Alamos ekibine yöneldi. Belki de projeden Sovyetlere sızıntı vardı, kim bilir? Bu sahneler oldukça gerçekçidir. McCarthy dönemi Amerikan emperyalizminin liberal demokrasisinin sosyalizm tehdidi altında ne ölçüde gericileşebileceğini ve vahşileşebileceğini göstermektedir. Oppenheimer da kurban olmuşa benzer. Garip bir dönemdir; herkes herkesi gammazlamaktadır. Baskıdan kurtulmanın yolu eş dost akrabayı ihbar etmekten geçmektedir. Sorgulama komisyonları sıradan ve adetten olmuştu o dönemde. Film bu sahneleri aktarırken oldukça gerçekçidir ancak bu sahneler aynı zamanda seyircinin gözünde de Oppenhemer’i yargılar ve aklar. Ancak aklama atom bombası ile işlenen insanlık suçu ile ilgili değildir. Oppenheimer Sovyet ajanlığı ve komünistlik suçlamalarından aklanır (böylece filmin gizil mesajına göre “komünistlik suç haline ve Sovyet ajanlığı anlamına gelmiş olur). Nolan’ın filmi tam da bu noktada çuvallar ve eleştirdiği McCrathyci histeriye teslim olur. Filmin geneline göre de Oppenheimer süreci kontrol edemeyen, ve hatta sürecin ezdiği bir kişiliğe dönüşür. Özne değil nesnedir. Fail değil kurbandır. Öyle midir? Sahi bombayı kim attı gerçekten?

  • 1. Tam da bu noktada aklıma İlya Ehrenburg’un Dipten Gelen Dalga romanından bir enstantane geldi. Roman Soğuk Savaş dönemini anlatır. Amerikalı Güneyli feci ırkçı ve feci anti-komünist bir senatörden dem vurulur romanda. Sürekli mitingler düzenler ve henüz onlarda (Sovyetlerde) yok iken atalım tepelerine bir atom bombası kurtulalım bu melanetten diye haykırır yaptığı mitinglerde. Yine ateşli bir miting sırasında konuşma yaparken eline bir not tutuşturulur. Senatörün nutku tutulur, kıpkırmızı geçer ve olduğu yere yığılır. Elindeki notta şu yazar: “Onlar da buldu!”