'Yeni sol sadaka dilenen iktidarsız bir oluşumdur. Yeni sol, 'Yoksul'u yoksulluktan 'Yoksul' gibi kurtarmaya çalışmaktadır.'

İktidarsız solun siyaset ayakları II: Yoksullukla Mücadele – 'Yoksul'un kurtuluşu

1986 yılı yapımı bir Zeki Ökten filmidir Yoksul. Başrollerinde Kemal Sunal ve Yaman Okay oynar; ışıklar içinde yatsın Yaman Okay çok müthiş bir oyunculuk çıkarır. Senaryo Umur Bugay’a aittir. Dönem Özalist karşı-devrim dönemidir; zenginleşmek, “malı götürmek”, her şeyden bir kâr elde etmek döneme damgasını vurmaya başlamıştır. 12 Eylül faşizmi yeni bir toplumu yaratmaktadır; dayanışması olmayan, örgütlenmesi olmayan, sadakati olmayan, acıması olmayan, empatisi olmayan bir toplumdur yaratılmak istenen. Hemen yaratamadılar ama tohumları ektiler; o tohumları hasat etmek AKP iktidarına kaldı. Bugün ortaya çıkan orman kıvamında toplumun kökleri o günlere dayanır.

Filmi ilk seyrettiğimde şaşırmıştım, Yoksul diye isim mi olurdu ama. Zeki Ökten ve Umur Bugay farkında değildiler ama 2000li yıllarda hakim olacak, özünde sağcı ancak görünüşte solcu yoksullukla mücadele politikalarının sıkı bir teşhirini üstlenmişlerdi. Neyse, film bir iş hanında geçer. Aslında han küçük, merdiven altı üretimin merkezidir. Pek çok atölyede ve işyerinde emekçiler ucuza çalıştırılmakta ve gırla sömürülmektedirler.  Hanın çaycısı, Yoksul da başta gerçekten yoksuldur hani. Çay ocağında işçidir, çay ocağı sahibinin sürekli istismarına ve hırpalamasına maruz kalmaktadır. Çay ocağının sahibi (yanılmıyorsam Yaman Okay) ondan sürekli daha fazla hasılat istemekte, malzemeyi az kullanmaya zorlamakta ve aralıksız bir çalışma talep etmektedir. Anlayacağınız esaslı bir küçük kapitalisttir. Yoksul bir yandan patronunu diğer yandan da handaki çalışanları ve işletme sahiplerini idare etmektedir. İdare etmenin anlamı hem patronunu dolandırmaktadır hem de kendisi gibi emekçi olan han sakinlerini söğüşlemektedir. Yoksul mu, yoksuldur gerçekten. Tek başınadır, bir de sevdiği kız vardır. O da handaki atölyelerden birinde sigortasız, mesai ücretsiz çalışan bir emekçidir. Ancak o da ansının gözüdür. Emekçilere kabul ettirilmek istenen bu ahlak biçimi filmde oldukça estetik bir şekilde anlatılmıştır. Anasının gözü yavuklu Yoksul’dan sürekli bir şeyler tırtıklar. Sonunda da en esaslı kazığı atar, büyük miktarda parasını alarak kayıplara karışır. Yoksul’un gözleri açılır, sebat eder. Hem çalıştığı çay ocağını alır hem de hana ortak olur; böylece sermayedar olarak yoksulluğu yener. Yoksul zengin olur.

Bu son aslında müthiş bir öngörüdür. Çünkü yaklaşık 20 yıl sonra IMF ve Dünya Bankası destekli yoksullukla mücadele programları yoksullara tam da böyle bir kurtuluşu öğütleyeceklerdir. İşin acı tarafı bu strateji özellikle Batı solunun, ve hatta dünya solunun büyük bir bölümünde de, küçük itirazlarla birlikte kabul görecektir.

Önce biraz tarihçe. Adına yeni liberalizm1 denilen sermayenin karşı devriminin tam olarak hangi ülkede ne zaman başladığı konusunda açık bir görüş birliği yoktur. Bazıları hemen ABD’de Reagan iktidarıyla, İngiltere’de ise Thatcher iktidarıyla sökün ettiğini söyleyecektir. Aslında karşı-devrimin küreselleşmesi açısından bu tespit doğu kabul edilebilir; bu ikisi, Reagan ve Thatcher, sermayenin karşı-devriminin tarihinde gerçekten başkalarına nasip olmayan müstesna yerlere sahiptirler. Ancak bu tespit tarihsel olarak yanlıştır.

Bu politikaların hayata geçirildiği ilk deney Şili’de faşist Pinochet’nin 1973’deki darbesinin hemen sonrasına tarihlenmelidir. Pinochet, darbeden sonra, iktisadi politikaların yönetimini Türkçeye adları Şikago Oğlanları olarak çevrilebilecek “Chicago Boys” olarak adlandırılan ABD’nin tutucu üniversitelerinin iktisat bölümlerinden mezun bir grup genç iktisatçıya bıraktı. Şikago Oğlanları Şili ekonomisinde kamusal, ortakçı, emekçiyi koruyan ne var ise tarumar ettiler. Tüm kamu işletmeleri özelleştirildi. Faşist Pinochet’nin devirdiği sosyalist Allende’nin ulusallaştırdığı tüm işletmeler sahiplerine iade edildi. İlk başlayan örnek olarak Şili o kadar ileri gitti ki kamusal sosyal güvenlik sistemi bir bütün olarak özelleştirildi ve tasfiye edildi (hakkını teslim etmek gerekir, başka hiçbir ülke karşı-devrimde bu kadar ileriye gidemedi). Sonuçta yoksul, güvencesiz ve çaresiz bir halk ortaya çıktı. Şili’yi 1976’daki başka bir faşizan darbeye maruz kalan Arjantin, ve arayı pek uzatmadan yine bir askeri darbe sonrasında Uruguay takip etti.

Bunları neden mi anlatıyorum? Anlatıyorum çünkü sermayenin kaşı-devrimi şiddetle iktidara geldi her yerde. Ama Reagan ve Thatcher seçimle geldi diye bir itiraz gelebilir? Bu safiyane demokratist sığlığa ise tarihsel gerçekleri hatırlatmak yeterlidir. ABD’de Reagancı karşı-devrim ancak Reagan’ın hava kontrolörlerinin grevini bastırmasıyla gerçek anlamda hayata geçirilmeye başlandı. Keza İngiltere’de üçüncü sınıf bir taşra politikacısı olarak Thatcher’ı unutulmaz kılan ise madenci grevini ezmesi oldu; Thatcher’in muhafazakâr devrimi ancak ve ancak bundan sonra başladı. Sermayenin iktidarı şiddet demektir, bu açık olsa gerek.

Böylece küreselleşen bu karşı devrimci dalga borçları nedeniyle direnemeyen tüm azgelişmiş kapitalist ülkeleri yuttu, onlara Sovyet Sosyalizminin çöküşünden sonra ortaya çıkan post-sosyalist ülkeler de eklendiler. Sermayenin standardize olmuş programı hunharca, ayrım gözetmeden tüm dünyaya dayatıldı. Sermaye bir tür efori yaşıyordu; hayatın her boyutunun sermayeleştirilmesinin insanlığın her türden sorununu çözeceği utanmazca, başka her türden sesi bastıracak kadar yüksek sesle sürekli ilan edildi. Ancak bir terslik vardı. Toplumsal ve insani sonuçlar vahimdi.

Malum, sermayenin karşı-devrimi sermaye birikiminin birikmiş yapısal sorunlarını çözmek için atılmış radikal bir adımdı. Temel amacı sermaye birikiminin tıkanıklıklarını aşmak ve onu daha yüksek bir tempoda ve giderek genişleyen bir satıhta işler hale getirmekti. Oysa bir yerlerde birileri kalın ve büyük harflerle belirtmişti; bir tarafta sermaye birikirken diğer tarafta sefalet birikir. Karşı-devrim de şaşırtıcı olmayacak bir şekilde özellikle en azgelişmiş Afrikalı ve Güney Asyalı kapitalist ülkelerde muazzam, gözlerin kör olmadıkça görmekten kaçınamayacağı, ayyuka çıkmış bir yoksulluk üretti. Üstelik bir süre sonra diğerlerinin, yani daha gelişmiş olanların da yoksullaşamadan ve sefilleşmeden bağışık olmadıkları ortaya çıktı. Böylece sermayenin küresel kurumları (özellikle de Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)) sermayenin kaba programını biraz yumuşatmayı denediler. Ona biraz sahte gözyaşı, biraz vicdan kırıntısı, biraz da gönülden kopup gelmiş gibi lanse edilen hayırseverlik eklediler ve böylece yoksullukla mücadele programlarının kutlu doğumu gerçekleşmiş oldu.

Bir ara belirleme; yoksullukla mücadele programları sağcı programlardır. İktidarsızlaşan yeni solun bu programlara sarılması ve taşeronluğunu üstlenmesi kuşkusuz iktidarsızlığının başka bir semptomudur. Yeni sol, sol olmaktan çıkmıştır; liberal sağın uzantısı olmuştur (bir kere daha vurgulayalım dedik). İktidarsız sol bu programlara kendisine aitmiş gibi sahip çıkmaktadır; akıl ve fikir ihsan etsin birileri.

Peki bu programlar neden sağcıdır? Öncelikle hikayeye geri dönelim. 1980’lerin sonu ile 1990’ların ilk yarısı arasında sermaye lehine programın doğal sonucu olarak muazzam ve kahredici yoksulluk ve sefalet görüntüleri ortalığa saçılınca sermayenin küresel örgütleri bir tür yoksullukla mücadele seferberliği başlattılar. Bu seferberlik belirli ön kabullerle başlatıldı. Öncelikle yoksullaşma yoksulun yetersizliğinden, onun piyasa dinamiklerine dahil olamamasından kaynaklanıyordu. Tıpkı işsizliğin de işsizin niteliksizliğinden kaynaklanması gibi. İnsanın inanası gelmiyor ama yeni sol bu ön kabullere tamam dedi. Sermayenin yeni söylemi yoksulluğundan dolayı yoksulu, işsizliğinden dolayı ise işsizi suçluyordu ve kendilerine solcu diyenler de bunu onaylıyordu.

Bu kabulden sonra çözüm de kendiliğinden ortaya çıkıyordu; yoksulun piyasa ve üretimle buluşmasına el verecek desteklerde bulunmak ve onu işleyen, çalışan bir birey olarak yoksulluktan kurtarmak. Kısacası onu kapitalist üretim ilişkilerinin içine savurmak; işte mucizevi çözüm de buydu. Yeni solun da savunduğu budur.

Burada solun stratejisi açısından başka bir tehlike de ortaya çıktı. Malum yeni sola göre proletarya tarihsel olarak kendisine biçilmiş tarihsel misyonu yerine getirme konusunda sınıfta kalmıştı; dolayısıyla başka pek çok kavram sınıf kavramının yerini almalıydı. “Halk”, “kimlik”, “yeni toplumsal hareketler” ve diğerleri yeni bir toplumsal özne arayan yeni, yepyeni solun sarıldığı tanımlamalar oldular; “yoksullar” da bu kümeye eklendi. Sanki sınıfları ve diğer toplumsal bölünmeleri aşan bir genel yoksul kimliği varmış gibi politika üretilmeye başlandı. Sanki yoksullaşma sınıfsal bir kökeni olmayan, sınıfları aşan bir sorunmuş gibi algılandı.

Oysa Vehbi’nin kerrakesi pek de öyle değildi. Yoksullukla mücadele programları ve yoksulluğa karşı düzenlenen haçlı seferi ortaya çıkalı beri yapılan ciddi çalışmalar yoksul diye adlandırılan kitlenin aslında işçi sınıfından, küçük üreticilerden, köylülerden oluştuğunu, kısacası yoksulun bir sınıfsal kimliğinin olduğunu göstermektedir. Hattı zatında nevi şahsına münhasır yoksul diye bir kitle yoktur; sermayenin karşı saldırısı nedeniyle hızla yoksullaşan ve yoksunlaşan emekçilerdir onlar. Yeni sol bunu görmez ne yazık ki.

Üstelik bu tespit daha da vahim bir şeyi gözler önüne serer. Sermayenin hayırsever ve vicdan rahatlatıcı programları olarak yoksullukla mücadele programları yoksulları çalışmadıkları için yoksul kalmakla itham ededursunlar, emekçiler çalıştıkça yoksullaşmaktadırlar. Hatta kapitalist üretim altında çalıştıkları için yoksullaşmaktadırlar. Hani çalışmak yoksulluk tehlikesinden özgürleştiriyordu?

Sermayenin gözü yaşlı yoksulluk programlarının yazılı ve sözlü olarak verdiği mesajların yanında bir de yoksul olarak damgalanan emekçilerin bilinçaltına yönelik gizil mesajları vardır: “Gözünü aç da yoksulluktan kurtul” “İşini bil, iş öğren yoksulluktan kurtul” “Yoksulsun çünkü risk almıyorsun”…Yazık; yeni solun yeni kuramcıları bu mesajları algılama kapasitesinde bile değiller. Oysa Zeki Ökten’in filmindeki Yoksul tam da bu gizil mesajları vermektedir. Bu nedenle oldukça öngörülü bir filmdir neticede.

Gelelim yoksulluk ile mücadele programının unsurlarına; çoğul konuştuk ancak aslında yoksullara devlet bütçesinden doğrudan ya da dolaylı aktarımlardan başka bir şey yok bu programların şemsiyesi altında. Açıkçası bir garip sadaka ve hayırseverlik tiradıdır bu programlar. Bu programlar özünde yoksulluğu yok etmeyi değil (çünkü yok edilemeyeceğini biliyorlar), onu idare etmeyi hedeflerler. Kısacası yoksulları yaşayabilir halde tutarak onları çalışır durumda, sermaye için üretebilir durumda tutmaktır asıl amaç. Hatta daha sınıfsal konuşursak yoksullukla mücadele programı işçi sınıfını sefil ve tahakküm altında tutma programıdır. Yeni sol insani şeylermiş gibi üzerlerine atlamaktadır, oysa insanlığa karşı yöneltilmiş en büyük hakkaniyetsizliğin ebedi kılınmasına hizmet etmektedir bu programlar.

Tüm bu programın başka bir alçakça tarafı daha vardır. Kapitalizmde yoksullaşma hikayesi aynı zamanda zenginleşme hikayesidir. Başka bir ifadeyle emekçiler yoksullaşır ve yoksunlaşır, sermaye ve mülk sahipleri zenginleşir. Dolaysıyla elimizde iki ayrı hikaye yoktur, tek bir hikaye vardır. Oysa bu programlara göre yoksulun yoksullaşması sadece kendisiyle ilgilidir. Peki yeni sol bu alçaklığın bilincinde midir? Olduğuna dair bir emare yoktur.

Yoksullukla mücadelenin sınıfsal kimlikleri sulandıran, bulandıran niteliğinden bahsettik. “Yoksul” bireysel bir kimliğe dönüştüğü ölçüde sınıfsal örgütlenmenin tabanını oymakta ve yoksullukla itham edileni bireysel kurtuluşu armaya itmektedir. Filmdeki, gözleri sonunda açılan, Yoksul çıkmaktadır ortaya. Çünkü yoksulluktan toplumsal kurtuluş yoktur; devam edelim, çünkü olanaklar sınırlıdır ve bu anlamda yoksullar birbirlerinin rakipleridir. Bireysel rekabeti idealize eden ve bir tür kurtlar sofrası imajı yaratan bu söyleme inanan solcuların olduğuna da biz inanamıyoruz.

Daha da kötüsü moral aşağılanmadır; yoksul kimliği sabitlenen ve teşhis edilen birey eninde sonunda bazı yardımlara hak kazanmaktadır. Bu yardımlar sayesinde, ve aslında görmediği bir elin hayırsever dokunuşu ve vicdanı sayesinde ayakta kaldığına inanan bireylerden oluşan bir sürü ortaya çıkmaktadır. Sürüler ise sürülür. Yeni solun bu konudaki tek derdi bu yardımlara anayasal garantiler ve yasal dayanaklar kazandırmaktır. “Vatandaşlık ücreti” tartışmaları da tam olarak buradan çıkmaktadır. İktidarsızlıktır. Tarihi değiştirecek sınıf vizyonundan tarihin sürüklediği sürülere mahkum bir siyasete gerilemek iktidarsızlık değilse nedir?

Şimdi şu sorulabilir: Peki öyleyse yoksulluk yardımlarına, emekçi olduğu teşhis edilmiş yoksul kitlelere yapılan yardımlara karşı mısınız? Bunlar için hiç mi uğraşılmamalıdır? Bu yardımlara, emekçilerin bütçeden ve sermayeden daha çoğunu almasına karşı çıkacak bir tane komünist yoktur; aklımızı peynir ekmekle yemedik. Tam tersine emekçiler ne kadar çok alırlarsa o kadar iyidir. Ne alırlarsa alsınlar analarının ak sütü gibi helaldir. Buradaki sorun bunların emekçileri bir tür moral ve fiziksel bağımlılığa iten “yardım” hayırseverlik” ve sadaka kisvesi altında verilmesidir. Dolaysıyla emekçilerin sermayeden ve devletin bütçesinden daha fazlasını, ve daha da fazlasını alması için pek tabi ki mücadele edilecektir. Ancak emekçilere aldıklarının sadaka değil, kendilerinden sermayeye aktarılan zenginlikten bir parça olduğu anlatılmalıdır; hatta sürekli anlatılmalıdır. Yeni sol sadaka dilenen iktidarsız bir oluşumdur. Yeni sol, “Yoksul”u yoksulluktan “Yoksul” gibi kurtarmaya çalışmaktadır.

  • 1. “Yeni liberalizm” kavramına karşı ciddi itirazlarımız var. Başka bir yazıda anlatılacak.