'Çözüm 'yeni' solun önerdiği çözüm olamaz. Çözüm ne midir? Marx’ın en güzel ve en estetik eserlerinden biridir Yahudi Sorunu.'

İktidarsız solun siyaset ayakları I: Kimlik sorunu – Boris Kagarlitsky ve kitabının anlattıkları

Yıllar önce ODTÜ’de asistanken bir toplantı için çağrılmıştı Boris Kagarlitsky, yalnız da değildi. Yanılmıyorsam 2020 yılında vefat eden ve köylülük çalışmalarıyla öncü bir rol üstlenmiş olan Theodore Shanin ve İngiliz Marksist iktisatçı Alan Freeman da eşlik etmişlerdi ona. Çok keyifli bir toplantı olmuştu; her üçüne de hayran kaldığımı hatırlıyorum. Sonra Kagarlitsky’nin Türkçeye çevrilmiş eserlerini okumaya başladım. Osman Akınhay’ın çevirdiği Düşünen Sazlık çok etkileyici bir şekilde Sovyetler Birliği’ndeki rejime muhalif “Sosyalist” aydınların dramını anlatıyordu.  Sovyetik bir bakış açısına sahip olan bu satırların yazarı kitabın anti-Sovyetizmine yönelik bir rahatsızlık duysa da keyifle okumuştu o kitabı.

Önemli bir aydın olduğu kesindir.1 Anlaşılan Sovyet sosyalizminden pek hoşnut değildi, Sovyet aleyhtarı samizdatlarda yazılar yazıyordu. Bunun için tutuklandı ve içeride yattı. Çıkınca siyasetten uzaklaştığına dair emareler vardır. Gorbaçov sosyalizme ihanete dönüşecek Perestroika ve Glasnost’u başlattığında pek heyecanlandı, bu adımları destekleyen pek çok yazı kaleme aldı. Ancak bu adımlar sistemi kurtarmak bir yana intihara sürükledi. Kagarlitsky tüm muhalifliğine rağmen Sovyetler Birliği’nin çöküşünden hiç de mutlu olmadı. En azından insanlık için bu büyük kaybın ardından başkaları gibi sevinç çığlıkları atmadı, “üstümüzdeki yük ve tahakküm” kalktı demedi. “Varlığı bir dert, yokluğu bir yara” mı, yoksa “yokluğu bir dert varlığı bir yara” mı diye tartışmadı. Onurlu davrandı. Kaybedilen davanın insanlık için çok büyük bir dava olduğunu biliyordu herhalde.

Bir ara verelim. Bu satırların yazarı o yıllarda, Gorbaçov’un Perestroika ve Glasnost adımlarına başladığı yıllarda üniversite öğrencisiydi. Hem memleketinin hem de dünyanın pek çok önde gelen sosyalistinin süreçlerden pek mutlu olduklarını hatırlıyor şimdi.  Kimisi ağırlaşmış ve monotonlaşmış bir sisteme yeni kan gözüyle bakıyordu kimi ise aşılamaz olduğuna inandığı sorunların mucizevi çözümü gibi görüyordu atılan adımları. Kimi üstümüzden kalkan yükten mutluydu kimi ise artık tek merkezli bir baskının olmayacağı ve sosyalizmin “özgürleşerek” gelişeceği günlerin hayalini kuruyordu. Kimi “daha demokratik” bir sosyalizmin başlangıcını muştuluyordu kimi de donuk Sovyet Marksizminden kurtulduğuna seviniyordu. 32 yıl geçti. O zamanlar sevinenler geriye dönük bir muhasebe yapıp beklentileri gerçekleşti mi diye baktılar mı bilemem. Ama biz söyleyelim; hiçbiri gerçekleşmedi.

Sovyetler Birliği’nin yıkılması sadece Rusya için değil tüm dünya için karanlık bir çağın başlangıcı oldu. “Yeni ve özgür solun” ortaya çıkacağı beklentisine sahip olanlar iktidarsız ve eriyen bir “sol”un ortaya çıktığına şahit olmak zorunda kaldılar. Emekçilerin, yoksulların, azgelişmiş ülkelerin toplumsal ve ekonomik dertleri katlanarak arttı. Sovyetler Birliği’nin varlığının kapitalizmin ve emperyalizmin dizginlenebilmesi için önemli bir denge unsuru olduğu acı içinde fark edildi nitekim. Onun olmadığı bir dünya Rosa Luxemburg’un kehanetine uygun bir barbarlığın hakim olduğu bir dünya oldu. Eşitsizlik, hakkaniyetsizlik, zenginlerin ve güç sahiplerinin pervasızlığı ve kabalığı, yoksulların çaresizliği ve moral/fiziksel sefilleşmesi, insanoğlunun tüm erdemlerinin kırıma uğratılması, yükselen ırkçılık ve aşırı sağcılık….Daha sayalım mı? O gün sevinenlere sormak lazım; üstümüzden yük kalktı mı?

Aydın mı? Birileri aydını yalnız, ancak boyun eğmeyen diye tanımlamıştı; Kagarlitsky direngen, inatçı ve sağlam durdu. Rusya kapitalizmin talanına ve yağmasına açıldı; o sağlam bir aydın gibi bu sürecin sorumlularını, sürecin yaratacağı insani ve toplumsal çöküntüyü teşhir ederek eleştirdi. Ayyaş Yeltsin döneminde eleştiri dozunu yükseltti ve önce uyarıldı; sonra içeri atıldı. 1999’da görevi devralan Putin ile de pek anlaşamadı. Kırım’ın işgalini savunması bile onun Putin döneminde de içeri atılmasına engel olamadı. Kısacası her devirde içeri atılmış oldu. Ukrayna’daki savaş ile ilgili muhalif tutumu ve çıkışları onu hedefe oturttu. Ancak en son Kerç köprüsünün havaya uçurulmasının Rus askeri stratejisi için büyük bir yenilgi olduğunu ima edince tutuklandı ve içeri atıldı. Şimdi 7 yıl hapis istemiyle yargılanıyor.

Kagarlitsky son zamanlarda hem Rusya ve onun küresel kapitalizmdeki yeri ile ilgili hem de özelde Batı solu, genelde ise dünya solunun ahval ve şeraitiyle ilgili çok yazıyordu. Bu yazıda ilk bölümündeki temel tezlerden bahsedeceğim kitap, Sınıf ve Söylem Arasında: Kapitalizmin Savunusunda Sol Entelektüeller (Between Class and Discourse: Left Intellectuals in Defence of Capitalism) özellikle Avrupalı “yeni” solun temel siyasi yönelimleri ve söylemlerini analiz ediyor. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, Kagarlitsky bir tür iktidarsızlık yaşayan bu solun, sol olmaktan çıktığını apaçık bir şekilde gösteriyor.

Önce genel tezini vurgulayalım: Ona göre yeni liberal sermaye birikimi modeli içinden çıkamadığı bir kriz içinde debelenip durmaktadır. Hata bu debelenip durma hali (eğer olsa idi) devrimci özneler için kullanılabilecek devrimci durumlar bile yaratabilmektedir (örneğin 2016 ona göre böyle bir durum yaratmıştı). Bu rejime eşlik eden temsili burjuva demokrasisi de üstünde yükseldiği toplumsal ve ekonomik sistem kadar bunalımdadır. Ancak şansına “sol” bu bunalımı devrimci bir duruma veya kitlesel bir dönüşüme çevirme kapasitesine sahip olmayan,  ve hatta giderek liberal cenaha savrulan, ve bizim jargonumuzla düzen-içi hale gelen bir sola dönüşmüştür. “Yeni sol”, sol değildir bu anlamda. Yeni solun bu çaresizliği aslında artık bir tarafıyla dahil olduğu ve hatta savunduğu burjuva siyaset dünyasının da çaresizliğidir. Bu dünyada siyaset kitlesel ve organizasyonel tüm içeriğini kaybetmiş ve bir tür gösteriye dönüşmüştür (Kagarlitsky tam da bu noktada Guy Debord’u ve ünlü eseri Gösteri Toplumu’nu hatırlatır). “Yeni” solun çaresizliği ve düzen içiliğidir ki onu sınıfsal güçten ya da kendi örgütlenmesinden medet ummak yerine medyatik yeni liderlerden (Corbyn, Sanders gibi) medet umar duruma sürüklemiştir. Ancak kapitalizmin aşağıdan gelecek muhalefetin isteklerinin siyasal taleplere evrilmesini engelleyen zamane üstyapısı bu yönelimin de çıkmaz sokakta son bulmasına yol açmıştır (nitekim bu yeni ve medyatik yeni sol liderlerin hemen hemen hiçbiri iktidar olamadı). Bu ortamda “yeni” solun protesto ve gösterilerinin kendileri de içeriksiz gösterilere dönüştü, birikmiş enerjinin boşaltıldığı amaçsız ritüeller haline geldiler (son yıllarda katılabildiğim 1 Mayıs eylemlerinde niyeyse ben de aynı duyguya kapılıyordum).

Kagarlitsky “yeni” solun sol olmaktan çıkışını iki şeye bağlıyor. Birincisi 19. ve 20. Yüzyıl’ın büyük ve devrimci (ve hatta reformist) sol hareketlerinin aksine kitleden ve kitle ile iletişim kurma amacına da hizmet eden günlük siyasi çalışmadan uzaklaşma. İkincisi ise öncü parti modelinin reddiyesi ancak yerine başkaca bir örgütlenme modelinin geliştirilemeyişi (böylece elde kalan tek modele, yani burjuva siyasi örgütlerinin yekpare modeline dönülmesi). Birincisinin en azından Türkiye için çok geçerli olduğunu belirtelim; çok uzunca bir süredir her rengiyle Türkiye solu sınıf ve kitleyle iletişim kuracak iletişim kanallarını kaybetmiştir.2

Daha özel belirlemelere geçebiliriz. Kagarlitsky şöyle diyor: “Yeni liberalizm muzaffer burjuvazi için talep edildi; post-modernizm ise demoralize olmuş sol aydınlar için”. Çok yerinde bir belirleme. Bir garip solcu kuşağı çıktı ortaya; bu kuşağa göre post-modernist söylem Marksizmin aşırı kaba yönlerini budayabilirdi (hangi yönleriydi bunlar acaba?). Bu yönelimden kimlik, çevre, toplumsal cinsiyet gibi bir sürü müdahale alanı devşirebileceklerini sandılar. Ortaya çıkan iktidarsız bir sol oldu. Kimlik diye diye kimliksizleşen, çevre diye diye çevresini ve çerçevesini yitiren bir garip sol ortaya çıktı. Grand-büyük anlatıların hükmedici baskısını ortadan kaldıracağız diye diye yaslanacak bir kuramsal ve siyasal temel bırakmadılar. Liberalleştiler, Kagarlitsky haklı. Bir garip entelektüelizm egemen oldu bu yeni sola; öyle ya, çok kültürlü, çok derin olduğu için kültürsüz geniş kitleleri dışladı (kültürsüzlükle suçlayarak dinci ve milliyetçi sağın kucağına bıraktıkları kitle ekseriyetle emekçileri ve yoksulları kapıyordu oysa). Ancak bu dışlama iktidarsızlığı perçinledi; elitist, akademinin koridorlarına, dergi sayfalarının puntolarına sıkışmış, umarsız, hissiyatsız ve iletişimsiz bir hiçlik çıktı ortaya. Hiçlikten iktidar çıkamazdı, çıkmadı neticede.

Devam edelim; Kagarlitsky Latin Amerika’daki sola dönüşün de derinliği ve menzili konusunda şüphelere sahip (haklı şüpheler). Genel gidişatı değiştirmek bir yana, bu dönüşün bir tür sarkacın hareketlerine benzediğini de ima etmiş; sola dönülüyor, ekonomik kriz geliyor, sonra sağa dönülüyor, yeni bir ekonomik çöküntü sonrasında tekrar sola dönülüyor, tekrar bir ekonomik çöküntü olunca tekrar sağa kırılıyor ibre...Kısacası kimilerinin sol popülizm diye adlandırdığı Latin Amerikalı “pembe” dalga da Kagaralitsky’nin kuşkuculuğundan nasibini almış.

Kitleden kopmuş bu “yeni” sol için mücadele sınıfsal olmaktan çıktı, söylemsel oldu. Ancak söylem moda demektir hattı zatında. En son moda söylemleri ezberleyen ve terennüm eden, ne moda ise ona yönelen bir garip sol türedi. Türkiye için bu durum daha trajikomik sonuçlara yol açtı. Batının düşünce dünyasının tartışıp bitirdiği ve kapattığı modaları on veya on beş yıl faz farkıyla Türkiye’ye getiren ve yükleniciliğini üstlenen bir garip akım türedi.

Şimdi kimlik meselesi. Kagarlitsky haklı olarak şu belirlemede bulunuyor. Azınlıkta olan ve baskıya uğrayan kimlikler haklar etrafında bir mücadele örgütlerler, çünkü ortak ekonomik çıkarlar kimlikler söz konusu olduğunda geçerli değildir. Dolayısı ile verilecek mücadele haklar etrafındaki yasal-siyasal mücadeleye dönüşür. İşte mücadeleyi bu mıntıkaya sıkıştırmak aslında kapitalizmin kadim kökenlerinden bu yana sistemin bekasını, sürekliliğini isteyenlerin tam da istedikleri şeydir; ekonomik alan ile siyasal alanın bir birinden ayrılması önemlidir. Kendini kimlik siyasetinin çıkışı olmayan labirentine kaptırmış bu “yeni” sol aslında geleneksel burjuva siyasal düşüncesinin sürekli açık duran tuzağına düşmüş ve ekonomik alan ile siyasal alanı birbirinden ayırmıştır. Saflıktır. İktidarsızlığın daniskasıdır.

Dahası Kagarlitsky şimdilerde yaygın hale gelen siyasi doğruculuk (political correctness) manyaklığının kültürel kimlik sorunlarını siyasi sorunların yerine geçirdiğinden dem vurmaktadır. Bu konuda da haklı gibidir. Yazılı ve sözlü iletişimde kullanılan isimlendirmelerin ya da terimlerin iletişimin içeriğinden daha değerli olduğu değersiz bir çağda yaşıyoruz. Siyasi doğruculuk, özellikle sol siyasal hattın tarihsel olarak kendini en güçlü şekilde yeniden ürettiği alanlardan biri olan polemiğin ölümüne katkıda bulunan en önemli unsurlardan biridir. Pek tabi ki “bilim adamı” yerine “bilim insanı” terimini kullanmak daha doğrudur -ve hatta siyasi olarak da doğrudur- ancak artık iletişemez ve tartışamaz duruma geldik.

Ne yazık ki solun tarihinden gelen bazı arazlar da solda “sağcı” kimlik politikalarının yerleşmesine yol açmıştır. Çok bilindik bir arazı vurgulayalım. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına yönelik açılım tarihsel olarak bu arazlardan birini yarattı. Lenin (ve sonrasında Stalin) bu açılıma niye başladılar? Çok açıktı, batının daha gelişkin kapitalist ülkelerinden beklenen proleter devrimler gelmedi ve Sovyet rejimi koca kapitalist dünya ve içerideki karşı-devrimcilerle baş başa kaldı. Bunalan Bolşevik devrimciler SSCB sınırlarında, burjuva da olsa, kendilerine dost ve İngiliz emperyalizmine uzak rejimleri ister oldular. Ehven-i şer bir seçimdi. Dahası Çarlık topraklarındaki azınlıkların ve üye ulusların da karşı-devrimci kampa savrulmalarını istemediler.3 Böylece ulusların kendi kaderini tayin hakkı politikasına yöneldiler. O zaman için doğruydu. Ancak sonra bu açılım nerdeyse kanun seviyesine yükseltildi. Konjontürel bir açılımın bir kanun seviyesine yükseltilmesinin sonucu olarak her ulusal hareket kayıtsız şartsız desteklenmelidir gibi saçma sapan bir politika çıktı ortaya çıktı. Bu kimliğe dayalı politikanın sağ saptırıcı etkisinin solun ilkelerinin arasına sinsi bir şekilde sızmasına yol açtı. Solun son 40 yıllık travması bu sızmanın gücünü arttırdı ne yazık ki.

Yanlış anlaşılmasın, ne biz, ne de Kagarlitsky kimlikler ve hakları sorunun önemsiz olduğunu düşünmüyoruz. Hem düşünsek ne olur ki, hayat bunları bir sorun olarak karşınıza dikiyor zaten. Ancak çözüm “yeni” solun önerdiği çözüm olamaz. Çözüm ne midir? Marx’ın en güzel ve en estetik eserlerinden biridir Yahudi Sorunu. Burada Marx, Yahudilerin ancak Yahudiliklerinden vazgeçerek kurtulabileceklerini savunan Bruno Bauer’e cevap verir. Marx’a göre Yahudi’nin Yahudiliğinden doğan sorunlardan kurtulmasının tek yolu onun toplumsal olarak özgürleşmesidir, böylece Yahudilikten de kurtulacaktır. Sadece Yahudilikten değil, insanlığı bölen ve böldüğü ölçüde ona azap veren her türlü kimlikten kurtulmanın yolu da toplumsal olarak özgürleşmedir. Eksiksiz bir cevap mıdır? Değildir, ancak unutulmuş olsa da en doğru başlangıç noktasıdır.

  • 1. Kagarlitsky’nin hayat hikayesi ve mücadelesinin güzel bir dökümü için Yunus Emre Erdölen’in Serbestiyet’te yayınlanan Rusya hapishanelerinde Marksist bir sosyolog: Her devrin siyasi mahkumu Boris Kagarlitsky başlıklı yazısını herkes öneririm, bkz. Rusya hapishanelerinde Marksist bir sosyolog: Her devrin siyasi mahkumu Boris Kagarlitsky - Serbestiyet
  • 2. Bu anlamda TKP’nin semt evleri projesi çok önemlidir
  • 3. Tarihin ironilerinden biriydi herhalde. Rosa Luxemburg ile Lenin’in üzerinde uzlaşamadıkları konulardan birisi de ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesiydi. Polonyalı Luxemburg Polonyalıların geleceğinin Ruslarınkinden ayrılamayacağını iddia ederken Rus Lenin Polonyalıların özgürce ayrılabilmelerini öneriyordu. Dönemsel olarak Lenin, genelde ise Rosa haklıydı.