'Kapitalizm çok eskimiş ve çürümüştür; ama hâlâ varlığını sürdürmekte, bunu sağlayabilmek için çürümeye devam etmekte ve kendi egemenliğindeki her şeyi de çürütmektedir.'

Hepsi de yakışır

Geçen hafta, depremlerden sonra ortaya çıkan görüntünün bir yanılgıya yol açabildiğini, karşımızda binlerce yıkıntı olmakla birlikte, özü bakımından, Türkiye kapitalizmi adındaki tek bir enkaz ile karşı karşıya bulunduğumuzu ileri sürmüştüm. Aynı düşünce, deprem haftasında yazdığım yazıda da savunuluyor ve bu kapitalizmin “orta gelişkinlikte” olduğuna ilişkin bir niteleme yapılıyordu. Geçen hafta ise ilk bakışta pek “bilimsel” görünen bu niteleme yerine daha günlük dile uygun sıfatlar kullanmıştım: çarpık, çapaçul, başıbozuk. Ama bir de uyarı vardı: Bu ve benzeri sıfatların bizim ülkemizdeki kapitalizme yakışacağı, uygun düşeceği, ancak bu yakıştırmaları yaparken kantarın topunu kaçırmamak gerektiği vurgulanıyordu. Kantarın topunu kaçırmanın ise bu sıfatların tümüyle uygun düşmediği ya da cuk oturmadığı bir kapitalizmin kabul edilebilir olduğu izlenimi yaratıldığında söz konusu olacağı belirtilmişti.

Buradan devam etmek istiyorum. Önce bizim ülkemizdeki kapitalizme yakıştırılan sıfatlar, onların nasıl dönem dönem çeşitlilik gösterdiği, hatta bir uçtan öbür uca savrulabildiği… Ardından şu kantarın topu konusu…

Yakıştırılan sıfatlar diyorum demesine de, bizim ülkemizde kapitalizmin varlığı bile epeyce tartışma konusu olmuştur geçmişimizde. İki ucu belirlemeye çalışırsak, bir uçta, kapitalizmin daha bu ülkeye uğramadığı ile ancak pek az gelişmiş ya da geri kalmış nitelemeleriyle anılabilecek düzeyde kaldığı savı yer alır. Öbür uçta ise, 1453’ten beri kapitalizmin varlığından söz edilebileceği düşüncesi vardır. Bu ikincisinin savunucusu olarak bilinen, bizim fakültemizin benden yedi sekiz yaş büyük bir öğrencisiydi. Mezuniyetten sonra akademik hayata “intisap etmiş”, profesörlüğe kadar yükselmiştir. Artık yaşamadığı için burada yazdıklarıma itiraz etmesi, düzeltme yapması mümkün değil, o yüzden adını vermiyorum. Bununla birlikte, onun öğrencilik döneminden kalma yaygın bir söylentiyi aktarmakta sakınca görmüyorum. Üretkenliği ile tanınan bu öğrenci, arkadaşlarının dönem ödevlerini bir gece sabahlayıp son noktayı koymacasına tamamlayarak teslim eder, yakın arkadaşları için bunu salt yardım olsun diye yaparken, başkaları için yaptığında emeğinin karşılığında bir şişe viski alırmış.

Bir uçtan bir uca savrulmanın bir başka örneği olarak şunu da göstermek mümkün: Bir zamanlar, kapitalizmin egemen üretim biçimi olmadığı, dolayısıyla ona karşı ve sosyalist devrimi amaçlayan bir mücadelenin erken olduğu savunulurken, on yıldan daha uzun olmayan bir süre sonra, kapitalizmin tekelci aşamasında olduğumuz, dolayısıyla bir avuç tekele karşı geniş bir toplamla ulusal demokratik bir devrim için mücadele etmemiz gerektiği yolundaki düşünceler geçerli sayılabilmiştir. O arada, sosyalist devrim için mücadele de hep erken ya da zamansız görülme bahtsızlığına uğramıştır.

Bir de, Türkiye’nin toplumsal-iktisadi yapısının ya da düzeninin, Latince deyişle, “sui generis”, biricik ve benzersiz, tam olarak çevrilirse, türü kendisiyle sınırlı, nev’i şahsına münhasır olduğundan söz edilir. Şimdilerde biraz unutulmaya yüz tutmuş görünse de, eskiden sık sık öne sürülürdü. Böyle bir yaklaşımın, bizdekine kapitalizm deseler bile, kendilerini bunun başka hiçbir yerde ve hiçbir zaman var olmadığı sonucuna götürdüğüne, toplumsal- siyasal tarihimizde haklı olarak ilerici ve gerici bildiklerimizin tersyüz edilmesine yol açtığına tanık olunmuştur.

Bütün bunlar, en genel anlamıyla “sol”dan bakanlar için geçerli. Karşı taraf içinse durumun farklı olduğu söylenmeli. Ülkemizin sağcıları arasında, onların bu tür düşüncelere az çok akıl erdirmeye çalışan küçük bir kesiminde, kapitalizmden söz edene pek az rastlanır. Buradaki durumu faşizm sözcüğü karşısındaki tavra benzetebiliriz. Hemen hemen hiçbir faşist, ister tek bir kişi olsun ister bir örgüt ya da parti, faşist olduğunu söylemez, kendisine söylendiğinde kabul etmez, hatta saldırıya geçer. Faşizm insanlığın belleğinde yer etmiş en kötücül anlamlı birkaç sözcükten biridir çünkü. Onu yaratan kapitalizm de daha farklı değildir. Kapitalistler ve onların ideologları, hiç değilse onların büyük bir bölümü, bu sözcüğü kullanmaktan kaçınırlar. Piyasa ekonomisi derler. İçlerindeki hiç utanıp sıkılması kalmamış olan kimileri de başına “serbest” sözcüğünü ekleyerek dünyanın bütün dillerindeki en yüzsüz tamlamalardan birini oluştururlar: “serbest piyasa ekonomisi”!

Kapitalizme yakıştığını yazının başında belirttiğimiz sıfatlardan ikisini yeniden düşünelim: Çapaçul, üstü başı dökülen, pasaklı anlamlarına geliyor. Başıbozuk sözcüğünü ise, başka anlamlarının yanı sıra, kargaşalı, karışık, içinden çıkılması güç durumları, oluşumları anlatmak için kullanıyoruz. Şimdi, Türkiye kapitalizmi için bu yakıştırmaları yaparsak gerçekliğe aykırı davranmış mı oluruz?

Örnek olsun, şu depremin hemen sonrasında ve bir ay sonrasında, bu sözcüklerin anlattıklarına benzemiyor muydu Türkiye’nin düzeni? İki gün önce burada verildiği için yeniden hatırladığımız Kemal Okuyan’ın 30 Ekim 2020’deki İzmir depremine ilişkin gözlemleri, bugünlerde olup bitenlerden ve olacağı anlaşılanlardan çok mu farklıydı?

“Kurtarma çalışmaları için donanımlı kadro az, organizasyon sıfır ama gerekli inşaat makinesi gani gani! Çünkü civarda deli gibi inşaat yapılıyor. Bir tarafta bina yapıyor, öte tarafta enkaz kaldırıyorlar.

Son cümlenin altını çizen benim. Aynı cümleyi bugüne uyarlayıp, şimdiki zaman yerine gelecek zamana dönüştürerek de yazabiliriz: Bir tarafta enkaz kaldıracak, öte yanda bina yapacaklar, yeniden yıkılıp kaldırılması ve yeniden yapılması için…

Yine örnek olsun, son günlerin siyasal depremciğinde de bir çarpıklığın, çapaçulluğun, başıbozukluğun izleri, iz ne söz, düpedüz damgası yok muydu?

Fatih Yaşlı, iki gün önce, Asena hanımın “ölüm-sıtma metaforunu ödünç” alıyor ve devam ediyordu:

“(…) çok net bir şekilde söylenmelidir ki mevcut iktidar bu ülke, bu toplum, bu halk için ‘ölüm’den başka bir anlama gelmemektedir ve ‘ölüm’den başka bir şey vaat etmemektedir. Ancak Altılı Masa da ölümün karşısındaki hayat vaadine değil, olsa olsa ‘sıtma’ya, bir hastalığa tekabül etmektedir.”

Kantarın topunu kaçırma konusuna gelince...

Bütün bu yakıştırmalar, baştan beri akıllara gelmiş olduğunu sandığım “vahşi” de içinde olmak üzere, sadece bizim ülkemiz ve bizimkine benzer gelişme düzeyindekiler için değil bütün kapitalist ülkeler için şu ya da bu ölçüde geçerli olan nitelemelerdir. Daha eski, bazı bakımlardan daha gelişmiş kapitalizmler için de bu tür sıfatlar kullanılabilir. Oralarda da kapitalizm vahşiliğinden büsbütün arınmış, vahşetin yerini insancıllık almış değildir. O coğrafyalarda da pek çok çarpıklıkla, başıbozuklukla, kargaşayla sakatlanmış bir toplumsal- iktisadi yapı egemendir.

Kapitalizm çok eskimiş ve çürümüştür; ama hâlâ varlığını sürdürmekte, bunu sağlayabilmek için çürümeye devam etmekte ve kendi egemenliğindeki her şeyi de çürütmektedir. Bu bir kısır döngüdür ve yalnız bizim ülkemizde değil her yerde böyledir. Kapitalizmin bütün dünyanın iliğini kemiğini sömürerek gezegenimizin pek sınırlı coğrafyalarında yaratabildiği gönenç ve mutluluk görüntüleri, hem aldatıcı hem de sürdürülemez niteliktedir. Ne en ileri, en güçlü, en saldırgan Amerika, ne bir zamanların gol kralı bugünün BBC muhabiri Lineker’i bile isyan ettiren İngiltere, ne yaşlı kıtanın irili ufaklı sözde gelişmişleri, ne de uzak doğunun çömezleri bunun dışında tutulabilir. Kötünün daha az kötüsü arayışına çıkılmamışsa eğer.

Yazılarını ilk kez okuduğum Beril Azizoğlu’nun 6 Mart günü burada yayımlanan etkileyici satırlarından bazılarını aktararak bitiriyorum:

“Betonların altından çıkanlar? Yarına nasıl uyanıyorlar, hâlâ bir duvarları yok, çocukları kayıp, işleri yok, yarınları yok. Neye, kime, nereye dayanacaklar? Neye, kime, nereye yaslanacağız?

Bir sarkacın ucundaymış gibi önemsizce havada sallandırdıkları insanlığımızı ayakları üstüne oturtacağız. Gözyaşlarımız duracak, birimiz öbürüne yaslanacak, diğerini kaldıracak, ayağa kalkacağız, çoğalacağız. Sağlam duvarlarımız olana kadar, sağlam işimiz, aşımız olana kadar, birbirimize dayanarak ayakta kalacağız.”

Kısa sürede yapabileceğimiz bu kadar. Ama bu kadarını başardığımızda, gücümüzün yenilmez olacağı görülecektir.