"Yanlış anlaşılmasın, burada anlatılan sanki sadece Türkiye’nin hikayesi gibi algılanabilir. Aslında anlatılan senin, herkesin hikayesi işte."

AKP İktisadiyatı III: İlkel Birikim (Devam-Anjin)

İlkel birikim var ise kapitalist devlet vardır, ya da tersi daha doğrudur; kapitalist devlet var ise ilkel birikim vardır. Özel mülkiyet altında olmayan, ya da özel sermaye birikimine dahil olmayan varlıkların özel mülkiyet altına alınması ya da sermaye birikiminin erişimine açılması hiç bir zaman, hiçbir yerde piyasa kanalıyla ve ekonomik araçlarla mümkün olabilecek süreçler değildirler. Siyasi irade eninde sonunda siyasi bir kararla bu işlemi, bu yağmayı resmi hale getirir. Bu süreç kuşkusuz basitçe “ama yağma diyemezsiniz, çünkü bu devir teslim karşılığı ödenerek gerçekleştirildi” türünden yakınmalarla temize çıkarılabilecek bir süreç değildir. Geçen hafta da dediğimiz gibi kamusal üretken varlıkların değerinin piyasa kanalıyla belirlenebilmesi hemen hemen imkansızdır (alık burjuva iktisadı bunun güvenli ve burjuva ekonomik rasyonalitesine uygun bir yolunu bulmak için çabalıyor yıllardır, ama nafile).

Dolayısıyla ilkel birikimin özellikle özelleştirme ayağı apaçık bir şekilde bu anlamda siyasi otoritenin kamusal varlıkları “ucuza bırakması” anlamına gelmektedir. Dahası sürecin kendisi, özelleştirmenin gözü pek uygulayıcılarının ve savunucularının gözü pek iddialarının aksine, (hadi sermayenin moda söylemini biz de kullanalım) şeffaflıktan ve hesap verebilirlikten çok ama çok uzaktır; en azından Türkiye deneyimi buna sonuna kadar şahitlik edebilir. Satılan varlığın nasıl fiyatlandığı, hangi şartlarda satıldığı, satış sonrasındaki durumu türünden hassas ve incitici sorular genelde pek de muhatap bulamaz.

Örneğin Tekel’in özelleştirilmesi sürecini düşünün. Çok ciddi iddialar ortaya atıldı değil mi? Tekel işletmelerinin ambarlarında bekleyen stokların değerinin bile satış değerinin üstünde olduğundan dem vuruldu. Satılan işletmelerin büyük bir bölümü tasfiye edilirken birden, aslında satın alanın işletmeyi yaşatmak gibi bir derdinin olmadığı, işletmenin arsalarının ve üretim araçlarının satışından elde edilecek gelirin (ki genellikle özelleştirme bedelinin çok ötesinde bir meblağa eşittir bu ikisinin toplamı) satın alanın iştahını kabartan asıl unsur olduğu ortaya çıkıverdi. Daha bu işin başlarında tüm dünyada ve Özal dönemi Türkiye’sinde bu işi şirin, sevimli göstermek için özelleştirmeyi “halka arz” diye yutturmaya kalktılar, ancak sonrasında yaşananların halka değil sermayeye ballı börekli arz olduğu kanıtlandı. Halka bir şey arz edilmedi, ya da halka arz edilen de bir süre sonra yine sermayenin eline geçti.

İhale ve satış süreçleri bile yağma nitelemesini haklı çıkaracak olaylara sahne oldu. Kamu işletmesini satın alan cebinden bir kuruş ödemeden özelleştirme bedelini tuttu kamu bankasından kredi olarak çekti. Kısacası kamunun parasıyla kamunun varlığını satın aldı; kimin aklına gelir yahu? Sonra mı? Bazen kamu bankasından alınanı bile geri ödemedi. Neden ödesin? İhaleye çağrılan firmaların tespit edilmesi süreci ise başka bir trajikomedi idi. Kim, hangi vasıflara sahip olduğu için, neden çağrıldı, bilen yok.

Yanlış anlaşılmasın, burada anlatılan sanki sadece Türkiye’nin hikayesi gibi algılanabilir. Aslında anlatılan senin, herkesin hikayesi işte.

AKP dönemi Türkiye kapitalizminin ilkel birikim güdüsünün ayyuka çıktığı bir dönemdir. Bu pervasız dışa vurumun en önemli unsuru özeleştirmelerdir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre Türkiye’deki ilk özeleştirme deneyiminin başladığı 1986 yılı ile AKP iktidarlarının başı arasındaki özelleştirme tutarı 8 milyar dolar civarındadır. 1990’larda yüksek yargının, aydınların ve sendikaların direnişinin pek çok özelleştirmeyi engellediğini ekleyelim (1990’ları gecikmiş 1970’ler olarak nitelememizin altında yatan unsurlardan biri de budur). AKP iktidarları döneminde ise özelleştirme tutarı 70 milyar dolar civarındadır. İşte AKP’nin bir dönem maliye bakanının ünlü yakınmasının (“sat sat bitmiyorlar”) semeresi de budur. Aslında satılan Cumhuriyet’in üretken kapasitesiydi, bir tür hafıza silme operasyonu idi açıkçası.

Bu satışlar ve devir-teslimler önemli bir tasfiyeyi de beraberinde getirdi; SEKA, Et-Balık Kurumu kombinaları, Sümerbank, tarımsal KİTler, ülkemizin emekçilerinin ve Cumhuriyet bürokrasisinin bin bir emekle kurdukları tüm bu yapıtaşları kapatıldılar, arsaları satıldı, lojmanları, ve lojmanlarının arsaları doymak bilmeyen sermayeye terkedildi. Sahi ilkel birikim neydi ki?

Dahası ilkel birikimin asri versiyonunun kadim, tarih öncesi bir versiyonundan işlevsel bir farkını da bu tasfiyeler ortaya çıkardı. Marx’ın peşi sıra kapitalist çiftçinin ve kapitalistin doğumunu anlatmak için kullandığı kadim ilkel birikimin gerçekten asli işlevi kapitalistin kutlu doğumuydu. Oysa asri zamanlarda sermayenin daha modern ve daha yaşamsal iki temel sorununun aşılması amacına hizmet eder ilkel birikim; hız ve menzil sorunu.

Şimdi biraz kuram zamanı. Sermayenin döngü hızının ve nüfuz ettiği alanın genişliğinin ve derinliğinin artması bir zorunluluktur (ki emperyalist eğilim de tam olarak bunlardan çıkar). Sermaye hem hızını hem de menzilini ilelebet arttırmak zorundadır, onu insanlığın bedeninde ve yaşamsal organlarında metastatik bir kansere çeviren de bu karşı konulması imkansız eğilimdir. Ancak bu kanser öldürmüyor, süründürüyor ve çürütüyor (Korkut Hoca’nın Türkiye kapitalizminin çürümesine yönelik belirlemesi bu çerçeve içinde çok anlamlıdır). Hız ve menzil artışı ise yine kapitalizmin pürifiye bir ekonomik sistem olduğu iddiasına iman edenlerin beklentilerinin aksine siyasi zoru zorunlu kılar (bakınız emperyalizm).

İlkel birikim bu anlamda asri zamanlardaki formuyla ve işleviyle bir yol kazası değildir. Zorunludur, daimdir ve kaimdir. Sermayenin üretken varlık stokunun, hem de düşük bir maliyetle, artışı değildir sadece. Aynı zamanda sermayenin at oynatabileceği alanın genişlemesidir. Yanlış olmasın; genişlemesi de değil, genişletilmesidir (çünkü siyasi zor vardır).

Örneğin SEKA’nın tasfiyesini ele alalım. Bugün ülkede kağıt neredeyse bütünüyle ithal edilen bir emtiaya dönüşmüştür (yayıncı dostlarımızın yakınmalarını dinleyin hele). SEKA tasfiyesi kağıdı ithal ederek depolayan ve kur arbitrajını da bolca kullanan bir garip kağıt ithalatçısı sektörün doğumuna yol açmıştır. Tarımsal KİTLerin tasfiyesi köylüyü doğrudan tarımsal emtiayı satın alan ya da tarımsal girdi pazarlayan tüccara, ve hata küresel tohum ve gıda firmalarına mahkum bıraktı. Et Balık kombinalarının kapatılması özel toptan ve perakende satış oligopollerini heyula gibi tepemize dikti. Bu dönüşümlerin hiçbiri ama hiçbiri sadece ekonomik zorla gerçekleşmedi. AKP hükümetleri bu süreçleri siyasi bir zorla tamamına erdirdiler. Ne oldu, piyasa dinamikleri yetmedi mi?

İlkel brikim eğiliminin bir hayırlı tarafı var ise o da siyasi faili teşhis edebilmemize izin vermesidir. Daha da önemlisi, yıllardır muhaliflerinin alaya aldıkları, devletin sermayenin koçbaşı olduğuna dair Marksist tezi de haklı çıkarır ilkel birikim. Aslında siyasi zorun ekonomik işlevinin ilkel birikim kanalıyla tespit edilmesi sağ sapmacı ekonomik indirgemecilik eleştirisini de göğüslememize izin verecektir. Öyle ya artık siyasi olan ekonomik olanın içindedir, yapısal olan bir öznenin sırtına yüklenmiştir. Şimdi artık elimizde sistemin ötesinde bir fail var. Fail var ise sürüp giden kader değildir.

Devam edelim. AKP döneminde sermayeye alan açmak için yapılanların listesi bir hayli fazla. En sonda olandan başlayalım, yani kamu özel işbirliği projeleri ya da uygulamaları (KÖİler). Bu ilginç yöntem aslında sermaye gruplarına açık aktarım anlamına gelmektedir. Özellikle otoyolları, hava limanları ve şehir hastaneleri örneğinde gelir garantisine sahip KÖİler kamu bütçesi üzerinde görünen ve görünmeyen yükler yaratmaktadır. Örneğin sadece 2021 yılında Karayolları Genel Müdürlüğü’nün otoyollarına verilen garanti kapsamında 14 milyar TLden fazla bir tutar ödediği hesaplanmıştır. Bu model ayrıca ilkel birikimin sermayeye alan açmak için kamusal alanı kapatma stratejisiyle de uyumludur. Örneğin Ankara Şehir Hastanesi açılırken pek çok uzman kamu hastanesi kapatılmıştır. Otoyollar yapılırken asında halihazırda işleyen ve parasız geçiş sağlayan kamuya ait çift gidiş gelişli yollar kendi hallerine terkedilmiştir. En garibi ise İstanbul Havalimanı ile ilgilidir; sırf yolcular ve havayolu şirketleri oraya yönelsin diye Atatürk Havalimanı kapatılmıştır. İlkel birikim hem sermayeyi zenginleştirmeye hem de onun egemen olacağı alanı genişletmeye yarar.

Gelelim özelleştirme ile ilgili diğer bir konuya, yani serbestleştirmeye. Bu özellikle kamusal hizmet sektörleriyle, yani eğitim ve sağlıkla ilgili bir süreçtir. Bu iki sektörde hem özel eğitim ve sağlık kurumlarına yer açılmış, hem de bunlar gırla kâr etsinler diye kamusal eğitim ve sağlık çürümeye terkedilmiştir. Peki bu ilkel birikimin işlediğini göstermiyor mu? Eğer burada sadece ekonomik zor geçerli olsaydı, en azından kamusal eğitim kurumlarıyla özel eğitim kurumlarının eşit şartlar altında rekabet etmesine izin verilirdi. Oysa şimdi tam ikiye bölünmüş bir eğitim sistemi var; bir tarafta suyu akmayan, pencereleri delik deşik ve bazı durumlarda en temel ihtiyaçları bile karşılayamayan devlete ait okullar, diğer tarafta ise caf caflı, gösterişli (ancak içi boş) özel eğitim kurumları. Özel okullar hem kocaman bir cehaletin hem de kifayetsiz bir sömürünün üzerinde yükselen yapılardır. Bu okullarda çalışan ve kamuda atama bekleyen genç öğretmenler ne kadar maaş alıyor bilen var mı? Peki özel okulların kolayca sömürebilecekleri bol ve ucuz öğretmen emeği piyasa şartlarının mı sonucu yoksa siyasi karaların mı? Ülke çelişkiler ülkesi; bir tarafta öğretmeni olmayan devlet okulları diğer tarafta öğretmenin birini atıp diğerini boğaz tokluğuna işe alan özel okullar. İlkel birikim geçmişte bir yerde bitti diyenlere kamuda atama bekleyen yüzbinlerce öğretmenin ne türden bir yedek işgücü ordusu oluşturduklarını düşünmeleri tavsiye edilir; öyle ya ilkel birikim hem işçi sınıfını hem de yedek işgücü ordusunu yaratmakla amirdir.

Sadece bir gösterge olsun diye birkaç veri verelim. 2021-2022 eğitim öğretim yılında tüm devlet okullarında derslik başına yaklaşık 26 kişi düşerken, özel okullarda bu sayı 9,6 kişiydi. Devlet okullarında öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 16 iken özel okullarda 9 civarındaydı. Kısacası bir yerde kendi haline bırakılmışlık, diğer tarafta ise para ile satın alınan bir ihtimam var gibi görünmektedir. Oysa öyle değil, özel okullarda verilen eğitim, eğitimsizliği beslemekten gayrı bir işe yaramamaktadır.

Aynı türden göstergeler özel ve devlet hastaneleri karşılaştırıldığında da şüphesiz ortaya çıkacaktır. Bakın, sağlık sektöründe özel sermayeye nasıl aktarımda bulunuluyor ve nasıl kâr elde etsin diye alan açılıyor? 2021 yılında Sağlık Bakanlığı’na ait hastane sayısı (üniversite hastaneleri hariç) 908 iken özel hastane sayısı 571 imiş. Bakanlığa ait 908 hastanede MR cihazı sayısı 375 iken özel hastanelerdeki MR cihazı sayısı 474, bakanlığa ait hastanelerdeki ultrason cihazı sayısı 2810 iken özel hastanelerdeki ultrason cihazı 2430, bakanlığa ait hastanelerdeki mamografi cihazı sayısı 396 iken özel hastanelerdeki mamografi cihazı sayısı ise 490 adetmiş. Burjuva iktisadının paçoz varsayımlarına kulak verirseniz size manzaranın kamuda ekonomik rasyonalitenin yokluğuna işaret ettiğini söyleyeceklerdir. Oysa AKP’nin sağlık sisteminde hem özel sağlık kurumlarına sosyal güvenlik sistemi aracılığıyla büyük bir aktarım vardır hem de kamusal sağlık kurumları kendi kaderlerine siyasi bir kararla terk edilmişlerdir. Özel sağlık sistemine aktarılan kaynak ile pekala kamu hastanelerinin cihaz, ekipman ve personel açığı kapatılabilirdi değil mi? Ama yapılmıyor, neden? Neden kaynak kıtlığı olamaz, olsaydı şehir hastaneleri için garantili ödemeler yapılamazdı veya özel hastanelere eften püften her test için yüklü meblağlar ödenemezdi. Şimdi ilkel birikim 19. Yüzyılda miadını dolduran arkaik bir eğilimdir diyebilir miyiz? Bunu diyenlere tavsiyemiz acil bir ihtiyaç karşısında bir kamu hastanesinden ultrason randevusu almalarıdır. Baksınlar bakalım ihtiyacın aciliyetine binaen yakın bir randevu tarihi mi verilecek yoksa çıkmaz ayın son çarşambası mı? Bu bile sağlık hizmeti için özel hastanelere yönlendirilmek anlamına gelmez mi?

İlkel birikim toplumsal ve ekonomik hayatın her boyutunda işlemektedir. Bu haftalık bitirirken bir anımı paylaşayım. Çocukken sıkça tekrarlayan anjinden (bademcik iltihabı) mustariptim. Sıkça kulak burun boğaz uzmanına giderdim. O güzel zamanlarda hastaları kapıda karşılayan ve müşteri velinimetimizdir diyerek refakatçi veren, ancak bu ihtimamın ederini faturaya fazlasıyla yansıtan gözü açık özel hastaneler yoktu bildiğiniz gibi. Artık alışmıştım, hasta koltuğuna oturur, ağzımı su aygırı ağzı kadar açar ve dilimi çıkartırdım ki doktor dilimin üstüne basarak bademciklerime baksın. Standart bir prosedür idi, bir bakar sonra ilacı yazardı. O kadar. Para da ödemezdik hani. Bir de o zaman kamusal sağlık kurumu sayısı ganiydi, istediğine giderdin. Özelleştirmeyle aklını bozmuş liboşların yıllarca yaptıkları propagandanın aksine öyle kuyruk felan da olmazdı pek. Aksaklıkları olsa da kamusal sağlık sistemi pek iyi işlerdi (Anam bir köy ebesiydi, köylerde sağlık ocağı ya da en azından bir sağlık personeli olurdu, şimdi var mı?).

Derken ben anjini unuttum, anjin de beni unuttu. Büyüdüm ve bir daha da pek anjin olmadım, beş yıl öncesine kadar. Beş yıl önce eski dostum bir kere daha yokladı naçiz bedenimi ve boğazımı. Çocukken katlanabildiğim, birlikte yaşamaya alıştığım anjin anlaşılan büyük ve yaşlı bedenleri daha fena etkiliyordu; gerçekten dayanması zor yüksek ateş, yutkunamama ve müthiş bir beden ağrısı, zaten ben de dayanamadım, yakındaki bir özel hastaneye gittim. Çocukluğumdan kalma anılardan dolayı hasta koltuğuna oturdum ve ağzımı yine su aygırı gibi açtım. Doktor “O sonra” dedi, “Önce şu testleri yaptır” dedi. Test isteğine bir baktım, şeker, kolesterol, envai türden kan testi. “Ulan ölüyorum herhalde” dedim, peşinden de “Yahu anjin ne kadar değişmiş, ne ara bu kadar ciddi bir hastalık olmuş?” diye düşündüm. Oysa değişen bir tarafı yoktu, değişen sağlık sistemiydi. Benden istediği her bir testin parasını sosyal güvenlik kurumundan çatır çatır alacaklardı. Sadece bademciğime bakması yeterdi ama işi genel bir taramaya çevirdi. Bu işin bu ülkede böyle yürüdüğünü herkes biliyor, özel hastaneler bu yolla kamu bütçesini talan ediyorlar. Peki engellemeye yönelik bir irade var mı? İlkel birikim sermayeye ekonomi dışı yollarla hem aktarımda bulunur hem de alan yaratır. Benim anjin bile ilkel birikim güdüsünü körüklemişti.

Testleri yaptırdıktan sonra gerisin geri doktora gittim. “Evet, neyiniz var?” diye sordu. Hasbinallah! Tekrar anlattım, bademciklerim bembeyaz dedim. Tam keyifle ağzımı yine su aygırı ağzı gibi açacaktım ki oturdu reçete yazdı; bir antibiyotik bir de ağrı kesici. O kadar. Test sonuçlarına ne oldu bilemem. Bu arada sosyal güvenlik kurumumdan aldıkları yetmezmiş gibi ben de kayıt ücreti diye acayip bir şey ödedim. Bunu yaratan ekonomik zor değildi, sermayeye talan alanı yaratan ilkel birikimdi velhasıl kelam. Şimdi hala ilkel birikim atalarımızın bile hatırlayamayacağı kadim bir zamanda işledi bitti diyecek olan var ise inşallah anjin olsun diye beddua etmem, yazık, kıyamam. Ama bir kere daha düşünsün derim.

Devamı haftaya...