"Şimdilerde bazı Marksistlerin de iddia ettikleri gibi ilkel birikim sürekli sistemik bir süreçtir. İlkel birikim güdüsü zamane kapitalizminde ayyuka çıkmıştır."

AKP iktisadiyatı II: İlkel birikim

Sordum çiftlik sahibine

Dedi ki: "Babamdan kaldı."

O da sordu babasına

Dedi ki: "Babamdan kaldı."

Kaldı kaldı dünya kaldı

Kaldı da kime kaldı

Aşık Mahzuni Şerif

İlk nerede, nasıl başladı? İlk sermayedar ve ilk emekçi nasıl ortaya çıktı. Burjuva tarihçiler ve iktisatçılar buna fabl, masal tadında bir cevap verirler. Marx da onları, özelikle de burjuvazinin ilk sistematik gurusu Adam Smith’i burada yakalar. Deyim yerindeyse onların kökene ilişkin Ezop masalı tadındaki cevaplarını yerin dibine geçirir:

“İlk günahın teolojide oynadığı rolün aşağı yukarı aynısını, ekonomi politikte ilk(el) birikim oynar. Adem Baba elmayı ısırdı ve insan ırkı günahı yüklendi. Günahın kaynağı, onu geçmişe ait bir öykü olarak anlatarak açıklanır. Evvel zaman içinde, bir tarafta çalışkan, akıllı ve her şeyden önce de tutumlu bir seçkinler grubu, diğer tarafta tembel, ellerine geçen her şeyi ve daha fazlasını har vurup harman savuran bir serseriler grubu vardı. Teolojinin ilk günah efsanesi bize, kuşkusuz, insanoğlunun ekmeğini alnının teriyle kazanmaya nasıl mahkum edildiğini anlatır; ekonomik ilk günah tarihi ise, buna ihtiyaç duymayan insanların nasıl olup da var olabildiklerini açıklar. Aynı şekilde. Böylece, birinciler zenginlik biriktirdi ve ikincilerin elinde sonunda kendi derilerinden başka satacakları bir şey kalmadı. Ve olanca çalışmalarına rağmen, hala kendilerinden başka satacakları hiçbir şeyleri olmayan büyük kitlenin yoksulluğu ve çalışmayı çoktan bırakmış azınlığın buna rağmen sürekli büyüyen zenginliği işte bu ilk günahla başlar. Böylesine çocukça safsatalar…resmi devlet ciddiyetiyle hala tekrarlanır. Ne var ki, mülkiyet sorunu gündeme gelir gelmez, çocuk kitaplarına özgü bir açıklamaya, her yaştan ve tüm gelişkinlik düzeylerindeki insanlar için tek uygun açıklama olarak sarılmak kutsal bir görev olur. Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir… Gerçekte, ilk(el) birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir.”1

Marx pek açık bir şekilde liberal burjuva iktisatçıların ve tarihçilerin ilkel birikimi açıklarken kullandıkları açıklamayla dalga geçmektedir. Onlara göre başta herkes aynıydı, eşit şartlar altında yaşıyordu (tam bir liberal safsata). Ancak toplum içinde bir grup, toplumun geri kalanın aksine, kazandığının tamamını harcamak yerine bir bölümünü biriktirdi. Böylece bir süre sonra bu birikimler sermayeye ve kapitalist üretime dönüştü. Kazandığından birikim yapmadan, eline ne geçerse harcayan toplumun geri kalan büyük kısmı ise işçi sınıfını oluşturdu ve birincilerin yanına işçi olarak girdi. Bu kadar basit ve bu kadar açık işte. Size neyi hatırlattı bu masal? Ağustos böceğiyle karıncayı değil mi? “Evvel zaman içinde” şeklinde başlayan bu çocuksu masal aslında burjuva sosyal düşüncesinin alıklaştırıcı doğasını da gözler önüne sermektedir.

Marx haklı bir şekilde işin aslının pek de öyle olmadığını pek çarpıcı bir şekilde ifade eder: “Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir… Gerçekte, ilk birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir”. Böylece sermayenin ve işçi sınıfının ortaya çıkışlarının, liberal burjuva tarihçilerin iddia etiğinin aksine pek de barışçıl bir süreç olmadığını ortaya koyar; acılı ve şiddet dolu bir süreçtir. İlkel birikim hem şiddettir hem de yozlaşma. Siyasi zorun faili olduğu süreç zorla el koymayı, spekülasyonu, borçlandırarak ele geçirmeyi, hakların ve doğanın gaspını içerir. Ortada ne ağustos böceği vardır ne de karınca. Sadece mutlak ve ceberut bir devletin siyasi ve askeri desteğini arkasına alarak doğan sermaye vardır. Bu kadar açık işte.

Buraya kadar güzel. Ancak bir sorun var yine de. İlkellik iki şeye birden işaret eder. Birincisi gelişkinliğin karşıtı olarak tarih öncesi bir ilkelliğe, normal olanın başına ve öncesine işaret eder.  İkincisi de gelişkinliğe has kural ve kurumların öncesine, her şeyin şiddetle ve zorla çözüldüğü bir döneme işaret eder. Yasallık yerine şiddet, kurumsallık yerine keyfiliğe açılır. Baskın görüşe göre kapitalizmin erken şafağında yaşanmış ve sermaye birikimi gelişkin bir düzeye ulaşınca yerini “normal”, “işlerin gönüllü bir şekilde işlediği” “kurallara ve kurumlara bağlı” bir kapitalizme bırakmıştır.

Peki öyle midir? Ne yazık ki çoğu Marksist bile ilkel birikimin geride kaldığını, kapitalizmin başlangıcında yaşanıp bittiğini kabul eder gibi görünmektedir. Sermaye birikimi siyasetin, toplumun ve gündelik hayatın her hücresini ele geçirince şiddete ve siyasi zora, el koymaya ve zorlamaya ihtiyaç duymayan bir kapitalist dünya doğmuştur. Doğmuş mudur?

Hatta bazı Marksistler kapitalizmin bu normal dönemini feodalizme kıyasla tanımlarken feodalizmde siyasi zorun, kapitalizmde ise ekonomik zorun geçerli olduğunu kabul eder hale gelmiştir. Ekonomik zor ise şu anlama gelmektedir; işçi çalışmazsa açlıktan ölür, sermaye çalışmazsa değersizleşir. Böylece sermaye ile işçi birleşerek birikimi ve üretimi başlatmak zorunda kalırlar, burada siyasi zora, askeri zorlamaya gerek kalmaz. Böylece centilmence bir kapitalizm başlar. Yeniden soralım: öyle midir?

Kapitalizmin tarihi pek de öyle olmadığını göstermektedir. Öyle olduğunu ifade eden teze pek çok kanaldan itiraz edilebilir. Bu kanalardan birincisi pek tabi ki kapitalizmin emperyalist niteliğiyle ilgilidir. Emperyalizm barışçıl bir süreç değildir; barışçıl yöntemleri kullanır bazı durumlarda ancak doğası gereği militaristtir. Havucu az, sopayı çok kullanır. Üstelik sürekli bir eğilimdir. Sermaye birikimi belirli bir büyüklüğe ve derinliğe ulaşınca sınır ötesileşmek zorundadır. Bu durumda arkasına devleti ve tüm mekanizmasını alarak denizlerin ötesine açılır. Sadece bu kanal bile kapitalizmde zorun sadece ekonomik zor olduğu iddiasına karşı çıkmak için yeterlidir.

İkincisi ise yasallık meselesidir. Burjuvazi kendi kanunlarını bile çiğneyerek aşma konusunda pek mahir ve pek ikiyüzlü bir sınıftır. Kendi toplumsal sözleşmesine ilk o ihanet eder.  İlkel birikimin geçerli olduğuna inanılan dönemdeki yasallığı ezme geçme eğilimi kapitalizmle birlikte artmış ve hatta genelleşmiştir. Burjuvazi kendi sorunlarını çözerken yasal sınırlar içinde kalmak gibi bir hassasiyete sahip değildir; devleti de öyledir. Yasallık esnek bir tanımlamaya sahiptir her zaman; burjuvazinin çıkarlarına ulaşma yolları kadar esnek bir yapılanmadır. Dolayısıyla yolsuzluk istisnai, kazai bir durum değildir kapitalist toplumlarda; tam tersine kalıcı ve sistematiktir. Bazı tarihsel dönemlerde toplumsal tepki ve muhalefet burjuvaziyi ve yoz bürokrasiyi gemleyebilir ve hatta kısa vadede yasallığın ve şeffaflığın ebedi olacağına dair sahte bir duygu bile yaratabilir. Gelişmiş kapitalist toplumların yakın tarihinde bu türden dönemlerin örnekleri vardır. Ancak emekçilerin baskısı hafiflemeye ve gerilemeye yüz tutunca yasallık da kolayca çekilip atılabilecek bir örtüye dönüşür.

Kapitalizm son 40-50 yılık süreçte bunu apaçık bir şekilde yaşamaktadır. IMF ve Dünya Bankası’nın, ve sermayenin küresel diğer kurumlarının sürekli hesap verebilirliğe ve şeffaflığa yaptıkları vurgu boşuna değildir. Sermayenin mutlak egemenliği tüm yasallıkların ve tüm denetimlerin aşındığı bir çağa denk düşmektedir. Dolayısıyla gelişmişinden azgelişmişine tüm kapitalist ülkeler öyle ya da böyle bir tür pervasız yolsuzluk döneminden geçmektedirler. Bu pek de centilmence bir kapitalizm değildir, bildiğiniz yağma ve talandır.

Bir başka kanal ise kamunun üretken varlıklarının yağması anlamındaki özelleştirme sürecidir. Sermayenin karşı devrimi kamusal ve ortakçı üretken kapasitenin sermaye tarafından özümsenmesine yol açmıştır. Bu ele geçirme öyle pek de piyasa kanalıyla olmamış, tam tersine süreç burjuva politikacılar ve sermayenin programına imanı tam bürokratlar tarafından yürütülmüştür. Üstelik özeleştirmenin dolu dizgin sürdürüldüğü her yerde ortalığa pis kokular saçılmış, her bir özelleştirme sermaye gruplarının kayrıldığı ve devletin ve halkın zarara uğratıldığı bir skandala dönüşmüştür. Bazı hesaplamalara göre, 1980’lerin başından bu yana süren bu talan rüzgarının yarattığı pastanın büyüklüğünün 1-2 trilyon dolar civarındadır. Üstelik bu değerin satılan kamu varlıklarının gerçek değerinin çok altında olduğunu da sakın unutmayın. Bu talanın, Marx’ın anlattığı ilkel birikim dönemindeki talandan ne farkı vardır acaba?

Özelleştirme ile birlikte ve ona eşlik ederek işleyen başka bir süreç ise kamusal hizmetlerin, sağlığın, eğitimin, serbestleştirilmeleridir. Buradaki “serbest”leştirme şirin bir olguyu anlatır gibi görünse de kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerinin özel sektör tarafından da sunulmaya başlanması anlamına gelmektedir. Üstelik özel sermayenin bu sektörlere girişi kamusal hizmet sunumunun kalitesini ve yaygınlığını arttırmamıştır. Tam tersine hem kalitesini düşürmüştür, hem de özel sermaye daha çok kâr elde etsin diye kamusal hizmetin boyutları giderek daraltılmıştır (Türkiye’deki sağlık ve eğitim hizmetlerini bir düşünün). Bu türden bir ilkel birikimin asıl yükünü emekçiler çekmektedir. Öncelikle emekçiler bu hizmetlerin kamusal sunumunun kısılması ve kalitesinin düşüşünün toplumsal ve biyolojik etkilerini doğrudan yaşamaktadırlar. Emekçiler, düşük reel ücretlerden dolayı, özel eğitim ve sağlık hizmetlerinden zaten yararlanma şansına sahip değildirler. Özel eğitim ve sağlık zenginlerin taleplerine göre düzenlenmektedir. Böylece emekçiler ve yoksul halk için kalitesi ve kapsayıcılığı düşen kamusal eğitim ve sağlık, zenginler için ise çeşidi, kalitesi ve olanakları artan özel eğitim ve sağlık hizmetleri şeklinde ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. Dahası kamusal eğitim ve sağlığın kendisi de giderek paralı hale getirilmiş ve emekçiler için bu ek bir yük haline gelmiştir. Bu durumdaki bir işçi sınıfı, baskı altında, daha ucuza ve daha uzun çalışmaya razı olmaktadır. Marx’ın ilkel birikimi de kalabalık ve ücreti düşük, direnme kapasitesi olmayan bir işçi sınıfı yaratmıştı; bunun ne farkı var?

Yine özelleştirme başlığı altında anılması gereken ancak ayıca ele alınmayı hak eden bir başka olgu da doğanın sermayeleştirilmesidir.  Kamusal mülkiyet altındaki toprağın, nehirlerin, göllerin, derelerin, dağların ve hatta tepelerin sermayeye peşkeş çekildiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu peşkeş çekme çok garip ve inanılmaz görüntülere yol açmaktadır. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde koca nehir parçalarının paralı sulama ya da enerji üretimi için bir bütün olarak özel şirketlere verildiğine şahit olduk. Koyların özel balık üretme çiftliklerine tahsis edildiği, yine koyların ve sahillerin büyük otel zincirlerine teslim edildiğini izledik. Tarihsel ilkel birikim doğal kaynakları özel sermaye birikiminin erişimine açmıştı, şimdi olan nedir?

Bu kanallara pek çok ekleme yapılabilir. Örneğin finansallaşma ve borçlanma süreçleri de ekonomi ötesi bir zorlama ve talan anlamlarına gelmektedirler. 1980’lerin başında küresel sermaye azgelişmiş yoksul ulusları yüksek borçları nedeniyle toplumsal ve ekonomik maliyeti yüksek bir talana mahkum etti. Şimdilerde toplumun düşük gelirli emekçi kesimleri gırla borçlandırılıyorlar, böylece sermayenin tahakkümüne daha açık, yüksek sömürüye daha uygun hale geliyorlar. Kim ilkel birikimin hatırlayamadığımız bir çağda bittiğini iddia edebilir artık? Kim kapitalizmin siyasi zora ihtiyaç duymayan, nezaket içinde işleyen ve sömüren bir sistem olduğuna inanır artık?

Nitekim şimdilerde bazı Marksistlerin de iddia ettikleri gibi ilkel birikim sürekli sistemik bir süreçtir. İlkel birikim güdüsü zamane kapitalizminde ayyuka çıkmıştır. Bunun Türkiye’deki izdüşümü AKP iktidarlarıdır. Nasıl mı? Gelecek haftaya artık…

  • 1. Marx, 2011, Kapital I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam, ss. 686-687. Ancak kısa bir not ekleyelim. Mehmet Selik/ Nail Satlıgan çevirisinde “ilkel birikim” yerine “ilk birikim” tercih edilmiştir. Her ikisi de aramızdan göçmüş durumdadır, ışıklar içinde yatsınlar. Metnin Almanca aslına göre “ilk birikim” daha uygundur ancak Türkçeye “ilkel birikim” diye girdiği için, ve “ilkel birikim” hem ilk gelişkin olmama durumunu hem de sermaye birikiminin vahşetini daha iyi anlattığı için asıl metindeki “ilk birikim” yerine yazıda “ilkel birikim” kullanılmıştır.