‘Sosyal devlet’ sermayenin arkasını toplamak için mi?

Kamu borcu büyük bir hızla artıyor. Merkez Bankası rezervlerinin erimesinden kamu bankalarının döviz açığının artmasına göstergeler kamu finansman yükünün artışına işaret ediyor. 2018 krizinden bu yana kamu kaynakları artan biçimde sermayeyi kurtarmaya, yüzdürmeye harcanıyor. “Yeni devletçilik” gibi kavramlaştırmalar da bu yolda bir farklılığı göstermiyor.

Adile Kaya

Türkiye’de devletin ekonomiye yönelik müdahaleleri artıyor. Düzen muhalefeti, bu gelişmeyi siyasi iktidarın tasarruflarıyla, keyfiyet, nepotizm, otoriterleşme gibi eğilimlerdeki artışla ilişkilendirmeyi tercih ediyor. 

AKP iktidarının bu tür eğilimleri olduğu yadsınamaz ancak kamunun büyüyen rolü, özellikle artan kamu finansman yükü bir bütün olarak sermaye sınıfının arkasını toplamaktan kaynaklanıyor.

Dar, seçilmiş bir sermaye kesimine yönelik kaynak aktarımından ibaret değil yapılanlar. Siyasi iktidar, başından bu yana tartışmasız en tutarlı olduğu konuda elinden geleni yapıyor. 

Ne olursa olsun sermayeyi kollayan politikalar/uygulamalar konusunda 2018 krizinden beri yine çok maharetli davranıyor, kamu müdahalesi artarken bunun sonucu olarak ortaya çıkabilecek “kamucu uygulama” kaçağına hiçbir şekilde izin vermiyor. 

Devlet müdahalesi: Sermaye için

Türkiye kapitalizminin “devlet müdahalesi ve yönlendirmesi”ne duyduğu ihtiyaç, 2018 kriziyle birlikte iyice açığa çıktı, içinden geçilen pandemi sürecinde daha da yakıcılaştı. 

İşin sıcak tarafı büyük borç stokunun çevrilmesi, finansal yüklerin hafifletilmesi, sömürü mekanizmalarında ilave destekler sağlanmasına denk düşüyor.

Daha uzun erimli ve açık ki önem taşıyan tarafıysa pazar olanaklarını genişletecek, yeni kaynak akışı sağlayacak bir uluslararası pazarlığın bağlanması. 

İkinci başlıkta, yani uluslararası boyutunda Türkiye kapitalizmini aşan sıkışmalar, kısıtlar olduğu da bir gerçek.

CHP’nin “yeni devletçilik” çıkışı

Sadece genişlemeci para politikaları değil, mali politikalar başta olmak üzere değişik sosyal uygulamalarla kamu müdahalesinin artması pandemi sürecinde, değişik veçheleriyle dünyada da daha fazla tartışılıyor. 

Sağlık başta olmak üzere temel hizmetlerin kamu tarafından yürütülmesinin gerekliliğine yönelik vurgular var.

Değişik ülkelerde ekonomik yıkımın sonuçlarını hafifletmeye yönelik kurtarma paketlerinin içeriklerine ilişkin eleştiriler ve bunlara benzer bir dizi değerlendirme yapılıyor. 

Ufku doğrudan gelir desteği (evrensel gelir gibi), kurumsal şirketleri (büyük sermaye gruplarını) uzun vadeli çıkarlarının toplumun çıkarlarıyla örtüştüğüne ikna etme gibi önerilerle sınırlı olan “yeni düzen” yaklaşımları için söylenebilecek tek şey şu: Özenli bir şekilde kamuculuktan uzak duruyorlar, “çok taraflılık”, “devlet-şirket işbirliği” gibi önermeler merkeze alınıyor.

Açıkçası Türkiye için de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından önümüzdeki haftasonu yapılacak Kongre öncesi “Yeni devletçilik: Güçlü sosyal devlet” başlıklı bir yazıyla işaret edilen “sosyal” çerçeve en fazla sermayeye soldan çıkış sunma arayışlarına düşüyor diyebiliriz.1

Kılıçdaroğlu’nun kaleminden yazılanlarda hem Keynesyen politikalar hem de Türkiye tarihine yapılan kuvvetli sayılabilecek göndermelere rağmen “yeni devletçilik”in altının nasıl doldurulduğu hayli muğlak. “Nostaljik” ve “tabucu” bir bakış açısına saplanmadan “devletçilik” ilkesinin yeniden tanımlanmasından söz ediliyor.

Tüketime ve ranta dayalı ekonomi yerine yeni bir sanayi hamlesine vurgu yapılıyor. Ancak eğitim, sağlık, sosyal hizmet ve güvenlik alanlarının “bütünüyle özel sektörün kontrolüne bırakılmaması”, büyük bölümü zaten teorik olarak kamu mülkiyeti olan “Hazine garantili işletmelerin kamulaştırılması” dışında kamucu perspektif konusunda hiçbir şey söylenmiyor. “Hazine garantili işletmelerin kamulaştırılması”ndan kamu-özel işbirliği projelerinin borçlarının tamamen üstlenilmesinin kastedilmediğini düşünmek içinse fazlaca iyimser olmak gerekiyor.

Özellikle içinden geçilen sürecin en yakıcı sorunu “borç stoku” ve sermaye borcunun halkın sırtına yıkılması konusu da sessizce geçiştiriliyor. Keza 20. yüzyılda sosyal devletle en fazla özdeşleşen, emekçi yığınlar açısından en önemli kazanım olan iş güvencesi konusu da belli ki yazıda baştan reddedilen “nostaljik” ve “tabucu”  unsurlar arasında görülüyor.

“Kötü sermaye”yi kovup “düzgün kapitalizm”e ulaşınca dertler bitiyor mu?

Düzen muhalefetinin genel yaklaşımına hakim olan, Kılıçdaroğlu’nun yazısında da dikkat çekilen sanayi sermayesi ya da “üretken” sermaye karşısında spekülatif sermaye ya da rant sermayesi kurgusu bir dizi sorun barındırıyor, gerçek sorunu gizliyor. 

İnşaat sermayesi ya da bir avuç müteahhiti hedefe yerleştirirken, (“iyi” sermayenin alanı olarak görülen) sanayi üretimin neredeyse dörtte birini inşaat malzemelerinin oluşturduğunu gözardı etmek ya da ilişkili sektörlerdeki sermaye gruplarını es geçmek garip oluyor. 

Aynı şekilde, büyük altyapı projeleriyle uluslararası teknoloji tekelleri arasındaki bağ da kurulmuyor.

Ulaştırma politikaları, iktidarın yağma ve rant eğilimine bağlanıp eleştirilirken,  bunlarla kimsenin toz kondurmadığı otomotiv büyümesi arasındaki ilişki pas geçiliyor.

Tüm inşaat büyümesinin beyaz eşya, mobilya sektörü ilişkileri, dayanıklı tüketim malları  büyümesiyle uluslararası pazar değiş tokuşunun ilişkisi ve tüm bu ilişkilerde finans sektörünün kapladığı yer… Bunlar gölgede bırakılıyor.

Türkiye’de sermaye kompozisyonu ve sermaye içi ilişkilere dair gittikçe mekanikleşen, yer yer karikatürleşen kavrayışın düzen muhalefeti açısından bir siyasi anlamı olduğu açık: Düzenin bir bütün olarak yıpranmasını hafifletme, sermaye meşruiyetini tesis etme vb. 

Türkiye ekonomisinin içinden çıkılmaz sorunlarının kaynağında sanayi üretimdeki dışa bağımlı yapının, en çok da otomotiv, kimya gibi sektörlerdeki tercihlerin bulunduğu, söz konusu tercihlerin uluslararası sermayeye entegrasyonun sonucu olduğunu da hattırlatmak bize düşüyor. Çok sevilen ama ne anlama geldiği pek de idrak edilemeyen ifadeyle sorun “yapısal”, Türkiye kapitalizminin dinamikleri veri alındığında “düzgün kapitalizm” ile “AKP tipi kapitalizm” arasındaki açı ne yazık ki zannedilenden çok dar. Bugün önümüze gelen fatura da son “x” yılın (kimine göre 2015, kimine göre 2017) sonrası yapılan yanlışların değil, 2001 krizi sonrasında yaşanan büyük dönüşümün, düzenin kuvvetli tercihlerinin sonucu. 

Bu noktada “kötü sermaye” daraltmasının pek bir karşılığının bulunmadığı, Türkiye’de sermaye sınıfının uluslararasılaşma düzeyi arttıkça kolay kurtulanabilecek, hafiflemek için atılabilecek sermayeler barındıran bir yapıdan uzaklaştığı, finans, sanayi, ticaret, inşaat vb boyutlarıyla içiçeliğinin arttığını söylemek gerekir.

Yani “kötü sermaye – iyi sermaye” ayrımı ekonomik yapının kendisinde yapılamıyor.

Merkez Bankası eski Baş Ekonomisti Hakan Kara, düzen cephesinden hayli bütünlüklü ve olabildiği kadar gerçekçi değerlendirmeler yaptığı söyleşide2, “Çok hızlı kredi genişleme dönemlerinde fonların bir kısmı ihtiyacı olmayanlara bir kısmı da iş modeli sürdürülebilir olmayan verimsiz firmalara giderek orta-uzun vadede büyüme potansiyelini ve refahı düşürebilir” diyor.

Bu sözlerle örtük biçimde işaret ettiği “sermaye eliminasyonu”nun gerçekleşmemesi de bu içiçelikten kaynaklanıyor. Artan sermaye yoğunlaşması ve dikey yapılanma, bu anlamda olağan koşullarda batmaya bırakılması gerekenlerin her şey pahasına yüzdürülmesine yol açıyor.

Nitekim 2018’den bu yana yeniden yapılandırmalarla yüzdürülen ve riski artan biçimde kamuya aktarılan borç stokunun yapısı da yukarıdaki değerlendirmeleri destekliyor. 

Bu konuyu bir başka yazıyla ele almak uygun olacak.

Yarın:  Devlet paraları kime saçıyor? Artan kamu borcuyla kimler fonlanıyor?