'Ne ilk kez bu denli yıkıldık, ne de ilk kez dibe vurup sıçrayacağız'

Söyleşiyi okuyunca anlayacağınızı başta söyleyelim, biz uzunca zamandır ‘pandemi’ koşullarında yaşıyor, üretiyorduk. Bir farkla. Ama az ama çok seyircimiz de yanımızdaydı. Şimdi, onlar da yok. Kadıköy Emek Tiyatrosu’ndan Pınar Yıldırım ile dertleştik.

Cansu Fırıncı

Büyük salonlar bir bir yıkılıp, salonların kapıları yüzümüze kapanınca, kimimiz tavan aralarına, kimimiz pasajların merdiven altlarındaki atıl depolara, kimimiz çoktan terk edilmiş tekstil işliklerine açtık salonlarımızı. Çoğumuz salon da açamadık. Sermayenin büyük sahalarına kimimiz bilinçli olarak girmedik, kimimiz kabul görmedik. Oyun çıkarmak kadar oynayacak salon bulmak için didindik, çabaladık. 500 kişilik salonu seyirciyle doldurmaktan daha gücü ile boğuştuk; 50-100 kişilik salonların hiç değilse yarısını seyirciyle doldurmak. Çoğu kiracı durumunda olan ev sahibi ekipler açısından ayrı, misafir, konuk ekipler açısından ayrı zorlukları olan ama zorlayıcı mekânsal koşulları dolayısıyla da tiyatromuzun olmadığı kadar yeniliklerle donatılmasına, biçimsel olarak zenginleşmesine, yeni tekstlerin yazılmasına vesile olan ‘alternatif’ tiyatrolar…

Söyleşiyi okuyunca anlayacağınızı başta söyleyelim, biz uzunca zamandır ‘pandemi’ koşullarında yaşıyor, üretiyorduk. Bir farkla. Ama az ama çok seyircimiz de yanımızdaydı. Şimdi, onlar da yok.

Kadıköy Emek Tiyatrosu’ndan Pınar Yıldırım ile dertleştik. Şimdilik oturacak yerlerimiz ağrıyor ama elbet yeniden ayağa kalkacağız. Mücadele ederek. Birlikte.

**

AKM önce kapatıldı ardından yıkıldı. Muammer Karaca çürümeye terk edildi. Tiyatro salonları AVM’lerin içine sürülmeye başlandı. Alışverişin, yani ticaretin, yani piyasanın parçası olması isteniyordu demek ki. Devlet Tiyatrosu sahneleri ‘özel’lere büyük oranda kapatıldı. Ekipler yüksek kiralar karşılığında elde kalan salonlardan ayda bir güncük alabilmek için kıyasıya bir rekabetin içine düştü. Bu bir çaresizlik süreciydi. Ama bizde esir düşmekte değildi, teslim olmamaktı mesele. Sonra ‘burada tiyatro yapılmaz’ denen yerlerde salonlar açıldı. Çatı katlarında, merdiven altlarında, ardiyelerde, depolarda. Sonra bu mekânlara göre metin yazıldı, reji yapıldı, Şekspir oyunları bile oynandı. Bu tiyatronun adına ‘Alternatif’ denildi. Yani ‘normal’, ‘olması gereken’ gibi olmayan, normal şartlarda olamayacak olanın ‘oldurulduğu’, bugüne kadar sağlıklı olduğu düşünülene ‘alternatif’.

Senin sahibi olduğun Kadıköy Emek Tiyatrosu da işte böyle bir alternatif tiyatro. Eğer bir itiraz ya da ekin yoksa, şimdi okuyucularımızla birlikte bu kavramın nasıl ortaya çıktığına vâkıf olduğumuza göre bir alternatif tiyatro nelerle boğuşur, bize biraz bunları anlatsana?

Pınar Yıldırım: Aslında biz alternatif tiyatro demiyoruz buna ‘alternatif mekân işletiyoruz’ diyoruz. Alternatif tiyatro tanımı senin de bildiğin gibi bambaşka, bunun örnekleri çok uzun yıllardır var ve var olmaya devam ediyor. Ama, alternatif mekân nelerle boğuşur, dersen şöyle anlatabilirim. Her şeyle boğuşur. Gündemle boğuşur, ekonomiyle boğuşur, temizlikle boğuşur, reklamla boğuşur, hava koşullarıyla boğuşur, boğuşur da boğuşur. Biliyorum şu an çok genelleme oluyor. Ama sorunları düşündükçe, sorunun yanıtlarında ben boğuldum bile. Şöyle düşünelim; ödenekli tiyatro değilsin ay başı gelince tırink paran yatmıyor, oyuncu-teknik ekip yevmiyelerini devlet ödemiyor, oynarsan ve seyircin varsa o da salon doluysa para kazanabiliyorsun, seyircin yarı kapasiteyse ancak o gün çalışan ekibe yetiyor, mekânın o günkü ışık, temizlik, su, mutfak masrafı zaten çıkmıyor. Şiştim bile, anlat anlat bitmez. Seyirci gelsin diye büyük bir payı reklama ayırıyorsun, hava güzel oluyor gelmiyor, kar yağıyor gelmiyor, yağmur yağıyor gelmiyor. Hafta sonu içecek bu insanlar gelmez, hafta içi çalışıyor gelmiyor. Şimdi bir de virüs çıktı artık hiç gelmez.

Ezcümle alternatif mekân işletiyorsan, tekstil atölyesinden döndürdüm, aman ne hoş ne de farklı, bir de mekâna uygun oyun yapalım gibi romantik bir şekilde yaklaşamazsın. Bir kere seyirciye ana akımın yahut ticari tiyatroların ‘centerları’ gibi konfor vermiyorsun, veremezsin de, doğamıza aykırı. O rögar gün gelip tıkanıveriyor, küt diye doğalgazın bozuluyor, salon buz kesiyor, efendime söyleyeyim, seyirci fiyakalı kupalarda latte içmek ister sen mekân koşullarından bir fuaye alanı açamazsın.

Ezcümle deyip bambaşka konu başlıklarına geçiş yaptım durdur beni Cansu.

Hemen burada araya gireyim Pınar. İşletme olarak tanımlıyorsun mekânını ama kâr amacı gütmediğin ortada. Ticari amacın merkezde olmadığı da. Bilet alana pop-corn, cola yahut latte satma peşinde de değilsin. Derdin, günün tiyatro. Yeni sezona çıkabilmek için kredi çekiyorsun. Kalabalık kadrolu oyunlarda gişeden çıkanı hep birlikte bölüşüyorsunuz, bölüşecek bir şey kalmış olursa. Peki, o zaman neden 'işletme' bu alternatif mekânlar?

Zor sorarım, sıkıştırırım diyorsun. Çünkü mesleki tanımımız yok, bizi ticarethane olarak gören bir devlet var karşımızda. Şirket kurduruyor, seni tekstilciyle, yemek sektörüyle aynı türden tüzel bir varlık yerine koyuyor, aynı vergilendirme sistemine sokuyor. Ve hatta onlardan daha yüksek bir vergi ödüyor hale geliyorsun.

Mekânlı tiyatrolar olarak yüzde 38 verginin üstüne başka vergiler de ödemekle yükümlüyüz. Devlet giderde değil ama kârda ortağımız olunca bu çarkta alternatif mekân ‘işletiyoruz’ diyorum.

Devlet yahut ülkemizde bir süredir aynı anlama gelmek üzere hükümet sizin kapınızı vergi gibi rutin ödemeler dışında iki kere çaldı bildiğim kadarıyla. Bir, isminizi değiştirmeniz için, malum o isim yıkılan Emek Sineması’nın yerine AVM’sini konduran kapitalistin babasının malıydı artık, bir de oyun yasaklamak için. Vergi, isim patenti, yasaklama dışında ‘kültür ve TURİZM Bakanlığı’ bir kez olsun kapınızı çaldı mı? Ben cevabı elbette ki biliyorum ama biraz bu ‘ilgisizliğe’ dair düşünce ve duygularını anlatsana.

Kültür ve Turizm Bakanı şey değil mi yahu, kışın kayak merkezlerinin, yazın, ormanların yakılıp yerine konulan betonarmelerin kapasitesinin doluluğunu, insan kafasından sahilin görünmediği bir fonda televizyona çıkıp anlatan kişi ve kişiler. Şu aralar ise paket açıklayacağız deyip ortada bir aydır olmayan kişi ve kişiler. Kendilerine ait düşüncem bunlardan ibaret.

Seçim olur tiyatro durur, savaş olur tiyatro durur, bayram, sömestr, tiyatro durur, yaz tatili, tiyatro durur. Pandemiden önce bir tiyatro kapanacak olsa Kültür Bakanlığı'nın haberi bile olmazdı. Kendi ayaklarımızın üzerinde durmak zorunda olan ‘çocuklar’dık. Peki, şimdi belirsiz bir süre için her şey durmuşken, kıçımızın üzerine şimdiden çakıldığımız ortada ama yeniden ayağa kalkabilecek miyiz?

Ayağa kalkacağız elbet. Bunu çoğu röportajda da tekrarladım. En son 27 Mart’ta Kadıköy Tiyatroları Platformu için Kemal Aydoğan’ın kaleme aldığı bildiride şöyle diyorduk “ne ilk, ne son kez diriliyor tiyatro!” Bu sözü çok sevdim, seviyorum, seveceğim.

İçerisinde anarşi var, isyan var, umut var, birlik-beraberlik var, geçmiş var, gelecek var çünkü. Öyle, hep öyleydi. İşte ne ilk kez bu denli yıkıldık ne de ilk kez dibe vurup sıçrayacağız.