'Biz'

Zamyatin devrimin içindeyken bile devrimci değil, iyi edebiyatı sevsem de bu eğreti ruh halini sevemiyorum ama yine de insanı tanımaya, bu duygu durumunu anlamaya çalışıyorum, bu türlü neşriyatı okuma gerekçem budur.

Ebru Basa

Biz ütopyaları severiz aslında ama bir bilimkurgu eseri olarak ‘Biz’in de distopya ya da ters ütopya kavramının hakkını verdiğini söyleyerek söze başlayayım. Okuduğum baskı1, incelediğim kadarıyla bugüne dek en az altı ayrı yayınevinden yapılan baskılardan farklı olarak Rusça aslından yapılan ilk çeviriymiş, belki biraz da bu yüzden ikinci dilden çevirilerdeki kaçınılmaz anlam kayıplarını telafi eder nitelikte ve yetkinlikte çevrilmiş. Aynı zamanda okuduğum ilk Zamyatin yapıtı oldu ancak edebi olarak son derece etkileyici bulduğumu, çok kendine has ve zarif bir dille yazılmış olduğunu, bundan sonra yazarın dilimizdeki başka eserlerini, varsa siyasi yazılarını ve biyografisini okuma gayreti göstereceğimi belirtmek isterim. 
 

‘Biz’, elimdeki baskıya göre 1920 yılında yazılmış, bu tarih bana anlatının konusu kadar, yazarının ruh hali bakımından da çok olağandışı geldi, yani öyle ki yazar bir nevi zamanı bükmüş ve sanki adeta Sovyetler Birliğinin ve halk cumhuriyetlerinin ağır ve acılı bir biçimde çözüldüğü 90’lı yıllardan 1920’ye ışınlanmış gibiydi. Anımsanacağı üzere Sovyetler Birliğinde ve halk cumhuriyetlerinde yaşanan kapitalist restorasyon süreçleri yalnızca emperyalist-kapitalist sistem karşısında, yaşayan sosyalizmin yenilgisi olarak karşılanmamış, kapitalizmin ideologları tarafından tarihin sonunun geldiği ve bir bütün olarak toplumsal kurtuluşçu ideolojilerin tarihsel olarak da iflas ettiği ileri sürülmüştü. İdeolojiler alanı -başta postmodernizm olmak üzere- burjuva ideolojisinin meydanı boş bulan muhtelif varyantları tarafından ilhak edilmişti, iktidarı hedefleyen geleneksel siyasal örgütler bu çeşitliliği kapsayıcı olmaktan uzak, ‘büyük anlatılar’ ise küflü ve eski moda bulunur olmuştu. Sınıf siyaseti gerilerken ‘yeni toplumsal hareketlerin’, kimlik politikalarının öne çıktığına, örgütlü mücadelenin sivil toplumculukla, projecilikle ve aktivizmle ikame edilebildiğine tanık olmuştuk. Ne mutlu ki bugün hava dönüyor ve henüz yeterince örgütlü olmasa da işçiden esiyor yel. İşte ‘Biz’, bende tam da ‘birey’in aniden keşfedildiği, bu terkip kolektivite içinde mümkün olamazmışçasına bireysel gelişkinliğin örgüt kültürünün ve kolektivitenin karşısına çıkarıldığı 90’ların o tuhaf evrenine aitmiş (ya da ait olmalıymış) izlenimi uyandırdı nedense. 

Zamyatin bu romanı yazdığında Wikipedia’ya göre 36, elimdeki baskıya bakarsak 46 yaşındaymış, yazarın adını duymuştum ama doğrusu siyasi formasyonu, varsa örgütlü geçmişi hakkında hiçbir bilgim yoktu ve kitaptaki tanıtımda da bu konuda hiçbir şey söylenmemişti. Olur da abuk subuk bir şey öğrenir ve romanı tamamlamakta zorluk çekerim korkusuyla ne roman ne de yazarı hakkında baştan herhangi bir araştırma yapmamaya karar vermiştim (ama elbette yine de merak içindeydim), ilerledikçe merakıma yenik düştüm, çünkü bence romandaki distopik atmosfer henüz üç yaşındaki ve halen daha İç Savaş’la boğuşmakta olan gencecik Ekim Devriminden –ne olumlu ne de olumsuz- hiç bir iz taşımıyordu, bir distopya olarak taşımasına nesnel olarak da olanak yoktu zaten ama böyle bir roman vardı ve o tarihte yazılmıştı işte. Yazar genç Sovyet cumhuriyetinde yaşıyordu, romanını burada yazmıştı ama işçiler ve köylüler bir başka alem isterken, devrim için ayaklanmışken, O bambaşka bir alemde yaşar gibiydi, o halde Zamyatin’i bu romanı yazmaya sevk eden neydi? 

Henüz toplumsal iktidarını tamamlamamış bir sosyalist devrimden söz edebildiğimize göre Zamyatin’in meselesi sanki bir tür aşırı endüstriyelleşmenin kendisi ve mükemmel kurgulanmış bir mantığa ve matematiğe sahip bu endüstriyelleşmeyi idare eden mutlak otoritenin (Tek Devlet) karşısında insanın otomatlaşması, silikleşmesi, hiçleşmesi gibi. Öte yandan bu kadar sınıflar üstü, aşırı derecede soyutlanmış, fütürist ve neredeyse galaktik bir tiranlık eleştirisinin yanında doğrusu Çarlık mezalimi bile bayağı taşralı ve fazlaca Slav karakterli kalıyor.  

Hepsi bir yana, bu dünyadaki bütün maddi değerlerin üreticisi olan işçi sınıfının zaferinden daha güzel bir düş kurulabilir mi? Bizim ütopyamızın bundan öte, bundan gayrı ne gibi bir vaadi olabilir? Bir düşün henüz başlarındayken, dünyadaki ilk işçi sınıfı iktidarı henüz doğru düzgün ete kemiğe bile bürünememişken, siyasal iktidarın fethi henüz toplumsal bir iktidarla berkitilmemişken, kısacası yepyeni bir ülke kurulurken bu kadar prematür ve zamansız -ama aynı zamanda kavramın hakkını da veren- bir distopya kurgulayabilmek için gerçekten iyi bilimkurgucu ve iyi edebiyatçı olmak gerekir ama aynı zamanda karşı devrimci değilseniz bile en azından hayli lakayt, epeyce hevessiz, hülyadan yoksun, heyecansız ve karamsar olmanız da gereklidir sanırım. 

‘Biz’ ne anlatıyor?

‘Biz’, başkarakter olan D-503 kodlu anlatıcı gibi, adlandırılmak yerine numaralandırılmış olan bireylerin ( Elon Musk bunu beğenmiştir muhtemelen) yeşil duvarlarla çevrelenmiş bir şehirdeki şeffaf odalarda sürekli gözetim ve özdenetim baskısı altında yaşadığı, sayısallaştırılmış bir dizge içinde tanımlı işlevlerini yerine getirmekten gayrı bir yaşam sürdür(e)mediği, entropi ilkesi uyarınca cezalandırılma hakkı dışındaki tüm haklarından ve özgür iradelerinden ‘Tek Devlet’ ve onun temsilcisi ‘Velinimet’ adına vazgeçmiş olduğu kurgusal bir cehennemi anlatıyor. Dörderli sıralar halinde yürüyen, lokmalarını elli kez çiğneyen bireyler cinselliklerini dahi ‘Saat Tableti’ne göre yaşar ve yaşamın da bizatihi bu matematiksel uyum ve kesinlik olduğunu ‘varsayarlar’. Anlatıcı D-503 bu uyumu başka gezegenlere taşımak için tasarlanmış olan uzay gemisinin, İntegral’in başmühendisidir, her şey tıkırında giderken umulmadık biçimde yeşil duvarın ötesine geçen öncü isyancılardan birine aşık olur ve iç bütünlüğünü adım adım yitirir. Aslında herkes kadar sinik, korkak, faydacı ve hesapçıdır ve asla ideolojik bir angajmana girmeksizin -tümüyle dürtüsel nedenlerle- ve gelgitlerine rağmen işbirliğine girmeye kendisini zorunlu hisseder, aşkını yitirmemek adına en azından bunu gerçekten dener ancak yine kıskançlık gibi dürtüsel bir nedenle isyancıları ve biricik aşkını kaosun ortasında yalnız ve yüzüstü bırakır. Mutluluğu aramanın kendisine zarar verdiğini gördüğü için Tek Devlet’in çağrısına uyarak başkalarıyla birlikte bir nevi lobotomi yaptırmaya razı gelir, böylece acı veren yakın geçmişin anıları da tüm belleğiyle birlikte silinir, Gaz Çanı’nda işkence edilen biricik aşkını dahi tanımaz, tiranlıkla uzlaşmış ve yaşayan bir ölüye dönüşmüştür. 

Yukarıda da değinmiştim, okumaya başladığımda Zamyatin’in yaşamının herhangi bir evresinde örgütlü olup olmadığını, Rus siyasal düşüncesinden nasıl etkilendiğini bilmiyordum ancak bunları hiç bilmeseydim bile iyi bir bilimkurgu romanı yazmış olmasına rağmen o fırtınalı yıllarda ‘Biz’i yazabilmiş olduğu için, Zamyatin’e önsel bir sevgi ve yakınlık duymama olanak yoktu. Öğrendiklerimden sonra da bu fikrim değişmedi ama ek olarak bir yargım var: Aslında bu roman örneğin 1993’te yazılmış olsaydı dönemine cuk otururdu. 

Yazının bundan sonraki kısmında Zamyatin’in yaşam öyküsü ve başyapıtı hakkında ulaşabildiğim kaynaklardan edindiklerimi paylaşarak bu yargıya nasıl vardığımı açıklamaya çalışacağım. 

‘Biz’ nasıl ve ne zaman ‘Biz’den fazlası ve antikomünizmin gözdesi haline geldi? 

İlk olarak Ursula K.LeGuin’in 1993’te ‘Biz’ için yazdığı önsözden söz etmek isterim. LeGuin’e göre 1931’de Stalin’e bir mektup yazarak ülkeyi eşiyle birlikte terk etmek üzere izin isteyen, bu tarihte Fransa’ya giden ve 1937’de Paris’te yaşamını yitiren D-503 yani Zamyatin, bu tavrıyla ‘diktatörlüğe boyun eğmeyeceğini’ ve ‘Stalin’i ruhuna kabul etmeyeceğini’ beyan etmiştir.  

Sovyetler Birliğinde ilk kez 1988 yılında, çözülmenin eşiğindeyken basılan romanın ne tesadüf ki ülkemizde Füsun Tülek tarafından İngilizceden yapılan ilk çevirisi de 1988 tarihli. Ancak aslında Türkiye’de bu romanın adı daha önceden, 1984 yılında yayın hayatına giren (ve ilk sayısını 1984 romanına ve yazarı George Orwell’a ayıran) Yeni Gündem dergisiyle duyuluyor. Derginin dördüncü sayısında, Biz ve 1984 romanları arasındaki ilişkiyi konu edinen Bülent Somay imzalı yazı 1988 baskısına da önsöz olmuş. Yevgeni Zamyatin’in yazının ekindeki ‘Sonsöz Yerine: Edebiyat, Devrim, Entropi ve Diğer Şeyler Üzerine’ başlıklı makalesi de okuduğum baskının sonuna eklenmişti. Bu makale Belarus doğumlu çevirmen ve araştırmacı Mirra Ginsburg’un, 1970 yılında Şikago Üniversitesi yayınlarından çıkan “A Soviet Heretic: Essays by Yevgeny Zamyatin” adlı derlemesinde yer alıyor. Zamyatin’in Altıkırkbeş Yayınlarından basılmış olan Ejderha adlı öykü kitabındaki ‘Çevirmenin Tanıtımı’ başlıklı bölüm de 1928 yılından ölümüne kadar ABD’de yaşamış olan Ginsburg tarafından kaleme alınmış. Ginsburg’un Zamyatin tarihinin liberter yeniden yazımında Ursula K.LeGuin’den daha önemli bir rol oynadığını düşünüyorum, o yüzden affınıza sığınarak uzun bir alıntı yapacağım: 

‘Şair ve hiciv ustası, Zamyatin, her zaman hiciv ve sorgulama hakkını saklı tuttu ve korudu. Yayımlanan ilk önemli eseri “Bir Taşra Öyküsü” 1913’te basılmıştı. 1914’te, uzak bir garnizon kentindeki subayların hayatını hicveden kısa bir roman olan “Dünyanın Sonunda”yı yazdı. Kısa romanın yayınlandığı dergi toplatıldı ve Zamyatin “ordu subaylarını kötülemek” suçuyla yargılandı. Sonuçta suçsuz bulundu. Bu onun Çar’ın yasalarıyla ilk çatışması değildi. Öğrencilik günlerinde Sosyal Demokrat Parti Bolşevik Grubu’nun bir üyesi olarak tutuklanmış ve birkaç ay süreyle tek başına hapsedilmişti ve iki kez de Petersburg’dan sürülmüştü. 

Eğitimli bir gemi mimarı olan Zamyatin Birinci Dünya Savaşı sırasında, Rusya için buz kırıcılar tasarlayarak ve yapılmalarını denetleyerek, İngiltere’de iki yıl geçirdi. 1917’de Petersburg’a döndü, harap, perişan, aç ve salgın hastalıkların istilası altındaki Rusya’da devrimin en hayret veren bir yan ürünü olan edebiyat çalışmalarının içine daldı. Öyküler, oyunlar ve eleştiriler yazdı; edebiyat ve yazma sanatı üzerine konferanslar verdi; çeşitli yazı projelerine ve komitelere katıldı –bunların çoğuna Maksim Gorki ön ayak olmuş ve başkanlığını yapmıştı- ve Gorky, Blok, Korney, Chukovsky, Gumilev, Şklovski ve önde gelen diğer yazarlar, şairler, eleştirmenler ve dilbilimcilerle birlikte çeşitli yazı işleri kurullarında görev yaptı. Ve kısa süre sonra, sanatın her dalının sadece “devrimin yararına “ olması kriterini dayatan ve yeni ortaya çıkan “Ortodoks” – “proleter” – yazarlar tarafından ateş altına alındı. 

Devrimi kabul ederken, Zamyatin uzun bakış açısını seçti. Devrim sonrasının kısmen özgür olan ilk on yılında gerekli ve ileride, uzun yıllar boyunca Rus hayatına ve edebiyatına hakim olacak olan Bolşevik Ortodoksluğu’un varsayımlarını incelemeyi yeğledi. 1919-1920’de tutkulu ağıdı “Yarın” da: “Bugün idealini bulan insan, Lut’un bir tuz sütununa dönüşerek toprağa gömülmüş ve ileriye hareket edemeyen karısı gibidir. Dünya sadece sapkınlar sayesinde canlı tutulabilir: Sapkın İsa, sapkın Kopernik, sapkın Tolstoy. Bizim inanç sembolümüz sapkınlıktır.” Birkaç yıl sonra şöyle yazdı “Sanatı yok etmenin en etkin yolu, biçimlendirilmiş birini ve bir felsefeyi azizlik mertebesine yükseltmektir.” Onun, parti eleştirmenlerinin ve yazarlarının ortaklaşa izledikleri hedefler arasında birinci olmasına şaşırmamak gerek. 
Zamyatin 1920’de, kehanet gibi düşsel romanı Biz’i yazdı – Komünist yöneticilerin toplum üstünde zorladıkları ilkelerin sonucu olarak uzak bir gelecekte ortaya çıkan totaliter, makineleşmiş, insanlıktan çıkarılmış bir devletin gösterimi. Öngörülü ve belki de Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sını ve Orwell’in 1984’ünü etkileyen bu roman, Rusya’da hiç ortaya çıkmadı.’2

Yazar bol keseden yargı dağıtmış ve belli ki yeminli bir antikomünist ama doğrusu ne Zamyatin’in serencamı tutarlı bir politik tutum alışın ürünü ve ne de yaşadıkları iddia edildiği şiddette bir mağduriyete tekabül ediyor. Kaldı ki Stalin’e yazdığı mektupta3 ‘Kendim için yaralı bir masum portresi çizmeye niyetim yok. Devrimi izleyen dört veya beş yıl içinde, yazdıklarımın bazılarının, saldırılar için bir bahane olabileceğini biliyordum. Benden bekleneni söylemek yerine, doğru olduğuna inandığım şeyi söylemek gibi kötü bir alışkanlığım olduğunu da biliyorum. Özellikle edebi uymacılık, yaltakçılık, dalkavukluk ve bir bukalemun gibi renk değiştirmekle ilgili düşüncelerimi hiçbir zaman gizlemedim ’ demişliği de var. 

Zamyatin Çarlık zamanında üniversitede okurken politize olmuş, 1905’te RSDİP üyesi olmuş ve Bolşeviklerle hareket etmiş (Stalin’e mektubunda da yazıyor), politik faaliyetinden dolayı Çarlık zamanında iki kez sürgün edilmiş ve kısa bir süre tutuklu kalmış, ardından affa uğramış ve gemi inşa mühendisi olduktan sonra 31 yaşındayken uzmanlaşması için Kerenski Hükümeti adına(?)iki yıllığına İngiltere’ye gönderilmiş. Ülkesine devrim gerçekleştikten sonra dönmüş ve Bolşeviklerin öncülüğündeki Rus işçi ve köylüsü bir ütopyanın peşinde koşmaktayken o da kalabalıktan uzakta bir ters ütopya kaleme almayı tercih etmiş. 1929’a kadar da Tüm Rus Yazarlar Birliğinin üyesiymiş. 

Türkiyeli okura ilk olarak Edebiyat ve Devrim’in 1976 tarihli baskısının 24. sayfasındaki bir dipnotta kısa bir çevirmen notuyla tanıtılan Zamyatin, yıl 1984 olunca –Orwell’la birlikte- birdenbire yeniden keşfedilmiş ve o tarihten itibaren de liberalizm jeneratörü gibi çalışan kimi odakların gündeminden düşmemiş.     

Bakın bu Yaban’lık, bu akıp giden mücadeleye aidiyet hissetmeme hali Leon Troçki’nin Edebiyat ve Devrim’de Zamyatin üzerine yazdıklarına nasıl yansımış: 

‘Bütün bu grubun şefi, “Adalılar”ın yazarı Zamyatin’dir. Doğrusunu ararsanız, yazarın asıl konusu İngilizlerdir. Zamyatin onları tanıyor ve bir dizi eskizle de, bir hayli beceriklice, ama çok dıştan, dikkatli ve yetenekli ama pek titiz olmayan bir yabancı gibi resimliyor. Ama aynı kitapta Rus “Adalıları” hakkında, Sovyet gerçekliğinin yabancı ve düşman okyanusunun ortasında bir adada yaşayan aydınlar hakkında da eskizler var. Bunlarda Zamyatin daha usta ama daha derin değil. Nihayet yazarımızın kendisi de “Adalı” dır, hem de bugünün Rusyasından kaçıp geldiği bu ada çok küçük bir adadır. Ve Zamyatin, ister Londra’daki Ruslar, isterse Leningrad’daki İngilizler üzerine yazsın, kendisi bir iç göçmen olarak kalmaktadır. Kendine özgü ( züppeliğe yaklaşan) edebi nezaketini göstermek için kullandığı biraz yapmacık üslubuyla Zamyatin genç, eğitim görmüş ve kısır “adalı” gruplarına öğretmenlik yapmak için biçilmiş kaftandır.’4

Mevzubahis odakların kesif antistalinizmlerine rağmen Troçki’ye başvurmamalarının nedeni de böylece anlaşılıyor ancak günümüzde antistalinizmin de tutmadığı, yetmediği, eğreti kaldığı, ya da düpedüz kabak tadı verdiği hallerde Sovyetler Birliğindeki kültür ve sanat çalışmalarına ilişkin cezbedici, merak ve ilgi uyandırıcı –ve ispat yükümlülüğü olmayan- kimi yeni iddialar da ortaya atılabiliyor. Proletkult kavramını, Sovyetler Birliğinde proleter sanatı geliştirme denemelerini NEP ve kolektivizasyon dönemleriyle ilişkili ‘bir yeniden okumaya’ tabi kılan çalışmalara rastgeliyoruz ( Bogdanov’un ayağını Lenin’in kaydırdığını öne süren McKenzie Wark’un Moleküler Kızıl- Antroposen Çağının Teorisi kitabı gibi) Gri alanlar bulmakta, yoksa ‘yeniden okumak suretiyle’ yaratmakta ve Sovyet sosyalizmini kanırtmakta mahirler (Bu arada Proletkult üzerine okumaya niyetlenenler için Akif Kurtuluş’un Daktilo Yazıları5 çok isabetli bir başlangıç olacaktır) 

Sonuç Yerine...

Yukarıda da değinmiştim, okumaya başladığımda Zamyatin’in yaşamının herhangi bir evresinde örgütlü olup olmadığını, Rus siyasal düşüncesinden nasıl etkilendiğini bilmiyordum ancak eserlerinin başka antikomünist yazıcılara nasıl esin verdiğini, George Orwell ve hempaları tarafından nasıl istismar edildiğini hiç bilmeseydim bile 1920’de ‘Biz’i yazabilmiş olan Zamyatin’e salt iyi bir bilimkurgu romanı yazdığı için önsel bir sevgi ve yakınlık duymama yine de olanak yoktu. 

Romanda birkaç yerde geçen ve yazarın Londra yıllarından bakiye Taylorizm eleştirisine rağmen hedefteki kapitalizm değil -ki üretici güçlerin gelişkinliği ‘bizim için’ şikayet edilecek şey zaten değil ama bu gelişkinliği şikayet konusu yapmamanız için tarihsel ilerleme fikrine bağlı kalmalı ve kestirmeden, düpedüz devrimci olmalısınız. Zamyatin devrimin içindeyken bile devrimci değil, iyi edebiyatı sevsem de bu eğreti ruh halini sevemiyorum ama yine de insanı tanımaya, bu duygu durumunu anlamaya çalışıyorum, bu türlü neşriyatı okuma gerekçem budur. Yaşamlarının herhangi bir döneminde Sovyet iktidarıyla şu ya da bu nedenle (ki bu nedenler elbette önemsiz değil) sürtüşme yaşamış ve bizim cenahta bu nedenle adı kötüye çıkmış kimi yazarların hepsini bir torbaya doldurmanın, toptancı biçimde antikomünist neşriyat olarak yaftalamanın da doğru bir tutum olduğunu düşünmüyorum, tam da bu nedenle örneğin her ikisi de son derece iyi birer edebiyatçı olan Mihail Bulgakov ve Andrei Platonov’u aynı dosyada saklamama imkan yok. Bir de bazen bazı yazarların talihsizliği onlar artık hayatta değillerken –belki- niyetlerinden bağımsız olarak antikomünist neşriyatın örgütlü yazıcıları ve yayıcıları tarafından erkenden keşfedilmiş, devşirilmiş ve şu galatı meşhur ‘totalitarizm’ eleştirisi kisvesi altında ustaca istismar edilmiş olmaları olabiliyor. Ama bazen de buna hiç gerek kalmaksızın hınzır bir karşı devrimciliğin satır aralarından size diş gösterdiğini fark edebiliyorsunuz kolayca. Kısacası toptancı olmamakta fayda var. Her halükarda benim motivasyonum devrime direnmenin ve mesafelenmenin psikolojisini anlamak ve ideolojiden münezzeh olmadığını bildiğimiz iyi edebiyattan mahrum kalmamak. 

Bence siz de mahrum kalmayın. Saydığım yazarların siyasal kavrayışları ve devrimle ilişkilenme biçimleri hakkında fikir edinmek için edebi üretimlerinin dışında mektuplarını, makalelerini ve biyografilerini okumak da bir yol olabilir elbette. Ben de o yolu tutmaya çalışıyorum elimden geldiğince. 

Diyeceklerim bu kadar. İyi okumalar dilerim.

Biz, Yevgeni Zamyatin, İthaki, Ağustos 2019, Çevirenler: Fatma Arıkan, Serdar Arıkan 

  • 1. Ithaki Yayınevi’nin Ağustos 2019 tarihli okuduğum baskısı künyeye bakılırsa birinci baskı, kitabın farklı bir kapakla ama aynı çevirmenlerle ve aynı yayınevinden 2012 yılında yapılmış bir baskısı daha olduğu anlaşılıyor. 2012 yılındaki baskının Önsöz’ünü Sabri Gürses, 2019 yılındaki baskının Sunuş ve Önsöz bölümlerini ise Mustafa Güdük çevirmiş. Ağustos 2019 tarihli baskıda Zamyatin’in 1874 yılında Rusya’da dünyaya geldiği ve Biz romanını da 1920 yılında yazdığı belirtiliyor ( Wikipedia’ya göre ise Zamyatin Rusya’nın Lipetsk Oblastı’na bağlı Lebedyan şehrinde ve 1 Şubat 1884’te dünyaya gelmiş ). Romanın ne zaman yazıldığı da müphem, 2012 baskısında romanın 1921’de, 2019 baskısında 1920’de yazıldığı belirtiliyor. 1923’te Çekçeye, 1924’te İngilizceye ve 1927 yılında da Çekçeden Rusçaya çevrilmiş. Anadilinde ilk kez 1952’de ABD’de basılmış.
  • 2. Ejderha, Yevgeni Zamyatin, Altıkırkbeş Yayınları, Ocak 2015, Çevirenler: Zeynep Kayalıoğlu, Ozan Kayalıoğlu
  • 3. Stalin’e Mektup, Ejderha içinde, s.13
  • 4. Edebiyat ve Devrim, Leon Troçki, Kabalcı, 1976, Çeviren: Hüsen Portakal, s.24
  • 5. SoL haber portalında Kaya Tokmakçıoğlu’nun Akif Kurtuluş’la gerçekleştirdiği söyleşi: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/akif-kurtulusla-soylesi-ben-hep-e…