Aslolan değiştirmektir! Nâzım’ın 'Manzaraları'nda Diyalektik

Engels’in yüksek sezgilerine işaret ettiği şairlerin, sanatçıların 'sırrını' açıklamak iddiasında değiliz ama bir başka şey yapmaya çalışacağız bu yazıda: Nâzım’ın yöntemi üzerinde durmaya çalışacağız.

Çağrı Kınıkoğlu, Kaya Tokmakçıoğlu

ABD’de George Floyd’un öldürülmesinin ardından başlayan gösteriler devam ediyor.

Meseleyi anlamaya çalışırken, kimilerimizin aklına,

“(…)Ben ve bizim mahalle bakkalı
ikimiz de kuvvetle meçhulüz Amerika’da.
Fakat ne zarar,
Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var (…)”
dizelerini yazan Nâzım Hikmet’in “kartal kanatlı kanaryam / inci dişli zenci kardeşim / türkülerimizi söyletmiyorlar bize”
diye seslendiği ABD’li müzisyen Paul Robeson’a yazdığı “Korku” şiiri (1949), kimilerimizin aklına ise “Umut” şiirinin (1958) şu bölümü gelmiş olabilir:

“(…) İşler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken zenci şoförü
ağaca asarlar yol kıyısında
gazyağına bulayarak yakarlar
sonra kimi kahve içmeye gider
kimi saç tıraşı olur berberde
kimi dükkânını açar erkenden
kimi genç kızını öper alnından (…)”

Yazılmasının üzerinden yarım yüzyıldan fazla süre geçtiği halde ve 1939’da “büyük olasılıkla tanınmadığı”, hiç ayak basmadığı bir ülkeye dair, hâlâ geçerliliğini koruyan bu dizeleri nasıl yazabilmişti Nâzım? Sadece ABD de değil: Örneğin “Karanlıkta Kar Yağıyor” şiirinde anlattığı, İspanya İç Savaşı sırasında, o Madrid kapısında bekleyen nöbetçiyi veya Şeyh Bedreddin Destanı’nı veya cezaevinde dört duvar arasındayken yazdığı o partizan Tanya’yı anlattığı dizeleri nasıl yazabildi?

Engels’in yüksek sezgilerine işaret ettiği şairlerin, sanatçıların “sırrını” açıklamak iddiasında değiliz ama bir başka şey yapmaya çalışacağız bu yazıda: Nâzım’ın yöntemi üzerinde durmaya çalışacağız. Daha önce, 15 Ocak 2020’de yazdığımız yazıda1 ele almaya başladığımız önemli eser “Memleketimden İnsan Manzaraları” üzerinden (yazı boyunca “Manzaralar” olarak anacağız), Nâzım’ın, bizce geçerliliğini ve yaşamsallığını halen çok canlı bir şekilde korumakta olan yöntemine bakmaya çalışacağız.

En başta şunu söylemek gerek: Nâzım’ın formasyonu bugünün ve yarının sanatçısını, sanatçı adaylarını yakından ilgilendirmeli. Nâzım’ı taklit etmek değil, altında ezilmek değil, ideal olarak tarif etmek değil, bugünün ve yakın geleceğin sanatçısına kendisini sıçratacak anahtarları ve enerjiyi sunan bir miras olarak yaklaşmak koşuluyla…

Nâzım kendi formasyonunu öncelikle siyasallaşarak, memleketinin kurtuluşu için kolları sıvayarak, siyasallaşmayı da Marksizm ve Leninizm gibi bir omurgaya kavuşturarak canlı tutabilmesiyle edinmişti. Sahip çıkmak, korumak istediği yurdunu, halkını, ancak koşullar kökten bir şekilde değişirse koruyabileceğini anlayarak yoluna devam etmişti Nâzım. Bu koruma – aşma diyalektiği önemli bir nokta: Nâzım’ın düşünce sistematiğini, poetikasını anlamakta önemli bir nirengi noktası.

Bu nirengi noktasını iyi anlayabilmek, üzerine kafa yorabilmek için, bu yazı boyunca, iki uğraktan geçmeyi planladık: Önce, diyalektik düşüncenin tarihi ve mantığına ilişkin bir zemin oluşturmaya çalışacağız. Ardından, elbette kısa tutmaya çalışarak, Rusya’da 1922 itibariyle devam ettiği KUTV’da2 Marksizm’le tanıştıktan sonra tüm eserlerine içkin hale gelen diyalektik düşüncenin “Manzaralar”da nasıl işlediğini birkaç örnek üzerinden incelemeye çalışacağız.

Diyalektik materyalist düşünceye ilişkin yazıda özel bir ara başlık açmamızın şöyle önemli bir zorunluluğu var bizim açımızdan: İçinden geçmekte olduğumuz çağ, bu bir yandan durağanlığıyla içimizi daraltan ama diğer yandan dinamizmiyle başımızı döndüren, bir yandan bizlere hiçbir şeye gücümüz yetemeyecekmiş gibi hissettiren ama diğer yandan her şeye meydan okumaya çağıran bir çağ ve tam da bu nedenlerle, bu içinden geçmekte olduğumuz çağ, diyalektik düşünceyi de aforoz edildiği düşünce dünyasına yeniden çağıran bir çağ.

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda da hiç eksik olmadı ama özellikle 1970’lerden itibaren şiddetlenen bir ideolojik yönelim, kafaları fena halde karıştırdı, dağıttı: Bir şeyi bir başka şeyden daha önemli, daha değerli, vb. olarak niteleyebilir miydik? Bir şeyin geri olması, ileri olması, tarihsel ilerleme filan ne demekti? Neye dayanarak, hangi hakla böyle tanımlamalar yapılıyordu? Dünyayı değiştirmeye kalkmak kimin haddineydi? Belki “dünya” değişmek istemiyordu?
Bu kafa karışıklığının dünyayı hangi noktaya getirdiğini hep birlikte görüyoruz, yaşıyoruz.

Diyalektik materyalist yöntem, işte bizi çağımızı anlamaya yarayacak sorulara ve yanıtlarına yaklaştırıyor; bir sürü olgu arasında önemli ve belirleyici olanı nasıl ayrıştırabiliriz, olgular arasındaki nedensellik ilişkilerinin mantığı nedir ve en çok da şu soruların yanıtına: Neyi değiştireceğiz, nasıl değiştireceğiz?

I. Diyalektik materyalizmin serüveni

Marx ve Engels’in büyük tarihsel katkıları, materyalizmi toplumların işleyiş mekanizmasına diyalektik yöntemi kullanarak uyarlayabilmeleriydi. Bunu göz önünde bulunduran Lenin şu tespitte bulunur:
“Eski materyalizmin tutarsızlığı, eksikliği ve tek-yanlılığının anlaşılması ‘toplum bilimini… materyalist temel ile uyum haline getirmek ve bu temele dayanarak onları yeniden kurmak’3  gerekliliğine Marx’ı inandırdı. Materyalizm, genel olarak, bilinci, varlığın bir sonucu, tersi değil, olarak açıkladığına göre, öyleyse, insanlığın toplumsal yaşamına uygulandığında materyalizm, toplumsal bilinci de toplumsal varlığın sonucu olarak açıklaması gerekir.”4

Bu önerme bize Marksizm’in felsefi altyapısını oluşturan diyalektik materyalizmin işçi sınıfının dünya görüşü olduğunu hatırlatıyor. Marksizm, bilimsel ve benzersiz bir felsefe olarak tüm ilerici insanlığın hâlâ en ileride mevzilenmiş dünya görüşünü oluşturmaktadır. Bilginin nesnel ve maddi dünya ile ilişkisinin yanı sıra doğanın, toplumun ve düşüncenin hareketiyle gelişiminin en genel yasalarını inceleyen bilimdir diyalektik materyalizm.

I.I. Kökenler

Marksizm ve onun felsefi altyapısı olan diyalektik materyalizm, proletaryanın tarih sahnesine yeni bir siyasal güç olarak ortaya çıktığı 1840’larda şekillenmeye başladı. Lyon Ayaklanmaları’ndan, Çartist harekete ve oradan Silezyalı dokuma işçilerinin ayaklanmasına pek çok toplumsal olay diyalektik materyalizmin yasalarının ortaya konulmasını kolaylaştırdı.Proletaryanın toplumsal kurtuluşu için verdiği sınıf savaşımı, toplumsal yaşamın yasalarının ortaya konulmasını zorunlu kıldı.Ancak, maddi ve diyalektik bir tarih kavrayışı olmadan insanlığın karşı karşıya olduğu görevlerin çözümü olanaksızdı.Marx ve Engels toplumsal gerçekliği derinlemesine çözümlediler; felsefede, doğa ve toplum bilimlerinde gelinen noktayı eleştirel bir süzgeçten geçirdiler, böylelikle yeni bir dünya görüşü oluşturdular.

Marx ve Engels, Hegel’in idealist diyalektiğini ve Feuerbach’ın materyalizmini yaratıcı bir biçimde dönüştürdüler.Hegel’in idealist diyalektiğinin içindeki devrimci yönü, yani onun harekete geçirici gücü olarak gelişme ve çelişki düşüncesini keşfettiler. Feuerbach’ınki de dahil olmak üzere, varlığın sadece bir nesne olarak göründüğü ve özneyi tamamıyla idealizmin kucağına bırakan kendilerinden önceki materyalizmlerin kısıtlarının üstesinden geldiler.

“Feuerbach, kendisini çevreleyen duyusal dünyanın, doğrudan doğruya, ezelden beri hiç değişmeden kalan bir şey değil, sanayinin ve mevcut haliyle toplumun bir ürünü olduğunu; üstelik tarihsel bir ürün olması bakımından her biri bir öncekinin omuzları üstünde yükselen, onun sanayisini ve ekonomik ilişkilerini geliştiren ve değişen ihtiyaçlara uygun olarak toplumsal düzenini değiştiren bir nesiller silsilesinin ürünü olduğunu göremez.” 5

Marksizm teori ve pratiğin birliğinin zorunlu olduğunu ilan eden ilk dünya görüşüydü. Dünyanın devrimci bir biçimde dönüştürülmesini devrimci bir teorinin önkoşulu saymakta,Feuerbach üzerine yazılan tezlerin on birincisinin anlamı burada yatmaktaydı: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir.”

I.II. Diyalektiğin Kategorileri ve Yasaları

Diyalektik materyalizm hem dış dünyanın hem de insan bilincinin gelişiminin en genel yasalarının öğretisidir.En genel yasaları, niceliğin niteliğe dönüşümü, karşıtların birliği ve çelişkisiyle yadsımanın yadsınması olarak ele alınabilir.Bu yasalar, maddi dünyanın gelişiminin ve onun bilgisinin evrensel biçimlerini, yollarını ve itici gücünü ifade eder ve diyalektik düşüncenin evrensel yöntemini oluşturur.

Niceliğin niteliğe dönüşümü, yeni bir kategorinin ortaya çıkışının nasıl gerçekleştiğini gösterir. Belli bir niceliğin ve niteliğin birliği olan nesnel gerçeklik insan bilincinden bağımsızdır. Nicelikteki gerçekleşen yavaş ve sürekli değişimler, maddenin niteliğinde sıçramalı bir değişime neden olur. Nicel birikim ve nitel sıçrama aynı sürecin farklı yönlerini gösterirken, bunlar arasındaki geçişkenliği de göz önünde bulundurur.

Karşıtların birliği ve arasındaki çelişki yasası, maddenin kendi içinde karşıtını içerdiğini dikkate alır. Verili bir birlik içindeki karşıtların çatışmasında ifadesini bulan çelişki, gelişimin kaynağını oluşturur. Karşıtların birliği ve çelişkisini ifadeeden yasa,kuramsal bilginin oluşumu açısından kritik önemdedir ve diyalektik yöntemin temel ekseniyle çekirdeğini oluşturur: “Öz anlamında ise diyalektik, çelişkinin, doğrudan doğruya nesnelerin özü içinde incelenmesidir.”6

Her gelişme belirli bir yöne doğru akan süreçte kendisini bulur.Gelişmenin bu yönü, yadsımanın yadsınması yasası ile ifade edilir.Yadsıma gelişimin gerekli koşuludur, çünkü sadece eskinin olumsuzlanmasını değil, aynı zamanda yeninin de olumlanmasını teşkil etmektedir.Nitel dönüşüm, yeni kategorinin eskisini kapsayarak aşmasına yol açar. Yadsıma başka bir yadsıma tarafından içerilir ve tüm gelişim zinciri yadsımanın yadsınması olarak yansır. Yadsımanın yadsınması yasası, gelişmenin iç bağlarını ve kademeli karakterini açığa çıkararak, onun genelleştirilmiş bir ifadesini sunar.

I.III. Diyalektik Materyalizme Leninist “Aşı”

Kapitalizm, en yüksek ve nihai aşamasına 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken girdi. Emperyalizmin varlığı bu süreçte proleter devrimlerin çağının açılmasına da tanıklık etti.Rusya’nın sanayi proletaryasının gelişmesiyle, Çarlık rejimi burjuva demokratik bir devrime kapı araladı.Bu koşullar altında, dünya devrimci hareketinin merkezi Batı Avrupa’dan Rusya’ya kaydı ve Rus proletaryasının önderi olan Lenin aynı zamanda uluslararası proletaryanın da yol göstericisi haline geldi. Söz konusu tarihsel bağlamda, diyalektik materyalizmin gelişimindeki yeni aşama, temel olarak emperyalizm ve sosyalist devrimler çağında proletaryanın devrimci pratiğinin evrenselleşmesiyle dikkat çekmekteydi. Bilimsel gelişmenin kat ettiği yolla birlikte Lenin’in kuramsal katkısı diyalektik materyalizmi, işçi sınıfının düşünsel plandaki temel silahı ve aracı konumuna getirdi. 1894’te yayımladığı “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, aynı yılın sonu ve 1895’in başında kaleme aldığı “Narodnizmin Ekonomik İçeriği ve Bunun Bay Struve’nin Kitabındaki Eleştirisi” başlıklı makale, 1899’da yayımladığı Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, 1909 tarihli Materyalizm ve Ampiryokritisizm, ölümünden sonra yayımlanan Felsefe Defterleri, Ekim Devrimi’nin arifesinde kaleme aldığı Devlet ve Devrim, 1920 tarihli “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, 1922’de kaleme aldığı “Militan Materyalizmin Önemi Üzerine” başlıklı makale vd. tüm üretimlerinde, sosyalist devrim kuramından proletarya diktatörlüğü öğretisine, öncü parti modelinden işçi sınıfının köylülükle ittifakına, sosyalizmin inşasından sosyalizmden komünizme geçiş sorununa kadar ele aldığı tüm başlıklarda diyalektik materyalizmin tüm burjuva ideolojilerine karşı olan üstünlüğünü gösterir.

Emperyalistler arası paylaşım savaşının başladığı 1914’te siyasal sürgün olarak İsviçre’de yaşamakta olan Lenin, sosyal demokrat partilerin kendi ülkelerinin burjuvazilerinin yanında yer almalarıyla sarsılmış bir biçimde Hegel’in Mantık Bilimi üzerine çalışmaktaydı. 2. Enternasyonal’in ve Rusya’da özellikle Plehanov’un Marksizm’i yorumlayışından kopuşunda ilgili sürgün döneminin büyük payı vardır. Hegel’in idealist diyalektiğinin Marx tarafından “materyalist bir biçimde baş aşağı çevrilmesi”nden sonra, yöntem olarak diyalektikteki ikinci sıçramanın Lenin tarafından gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.

Lenin’in diyalektik materyalizme yaptığı aşı, devrimci öznenin nesnel koşulların sınırlarından kurtulma çabasında ve nesnelliğe meydan okumasında kendisini gösterir. Özne, nesnelliği dönüştürdüğü, ona müdahil olduğu ölçüde onu kavrayabilir ve kendisini de dönüştürebilir. İster sanatçı ister bilim insanı olsun, özne öncülüğün tarihsel hedeflerini gerçekleştirmek için işçi sınıfını kapsayan nesnelliğe durmadan müdahale etmelidir. İster sanat yapıtı ister bilimsel araştırma söz konusu olsun, öznenin ilgili müdahaledeki isabetliliği kendisinin donanımıyla doğru orantılıyken, kendisine dair kavrayışının eksiksiz olmasını zorunlu kılar.

II. Manzaralar’daki diyalektik

Yazının başında andığımız ilk yazıda “Manzaralar”ın yazılış hikâyesini de, konusunu ve temasını da anlatmıştık. Hatırlatmak gerekirse, 1941 baharında başlayan eser, Anadolu’nun içlerindeki dört cezaevine nakledilen dört TKP’li mahkûmun trenle nakledişleri ile açılıyordu. Aynı gün kalkan iki trenden ilki yoksul halkın, taşralıların ağırlıklı olarak kullandıkları trendi; ikinci tren ise, daha geç kalktığı halde yaklaşık aynı saatlerde Ankara’ya varan, zenginlerin kullandığı trendi. Bu iki tren yolculuğu ve yolcuları üzerinden Nâzım, bir mekik gibi hem zamanda hem mekânda sıçrayarak, 1908-1945 arası Türkiye ve dünyanın haline ilişkin benzerine zor rastlanacak bir panorama çiziyordu. Eseri benzersiz ve önemli kılan, hem çok zengin bir üslup çeşitliliğine sahip olması hem de bunu alabildiğine süssüz, gösterişsiz, yalın bir dille ama çok çarpıcı sahneler, ilişkileri, çözümlemeler ortaya koyarak gerçekleştirmesiydi. Rüyalar, masallar, destanlar, halk hikâyeleri, kâh doğrudan anılarak, kâh bir olayın içine yedirilerek, kâh bilinç akışı tekniğiyle, kâh çağrışımlarla, müthiş bir dinamizmle kaynaşıp durur eserde…

Eserin bütünü büyük bir zenginlik içermekle birlikte, bu yazının sınırları çerçevesinde, biz tek bir olgu üzerinden Nâzım’ın diyalektik kavrayışının niteliğini çözümlemeye çalışacağız.

Kendisinin, Kemal Tahir’e yazdığı kimi mektuplardan da, eserin 1961 yılındaki Moskova baskısına yazdığı önsözden de biliyoruz, “İnsan Manzaraları” olarak tasarlayıp yazmaya başladığı eseri 1939 yılında doğuyor. Ancak ilk baştaki tasarısı, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla şiddetli bir müdahaleye maruz kalıyor. Bu savaşın eserin yapısında yol açtığı dönüşümü şöyle ifade edebiliriz: O kadar güçlü bir etki ki bu, savaş olgusu, eserin neredeyse tamamının ruhuna siniyor. Nâzım, kendi çağının içinde canlı bir şekilde soluk alıp veren bir komünist sanatçı olarak, eserinin kapılarını çağının gelişmelerine ardına kadar açıyor. Zaten Nâzım’ın sanat anlayışında en önemli ayrım çizgilerinden biri burada çizilebilir: Çağından kaçmak, uzak durmak, soluklanmak için değil, çağına müdahale etmek için yazdığını biliyoruz.

Gündemdeki popüler konulara değinen tüccar sanatçıdan farkını nasıl anlayacağımız sorulursa, yanıt vermek kolay. Nâzım’ın eseri okunduktan sonra ulaşılan kavrayış, alımlayıcısını, aktif bir şekilde rol üstlenmeye yaklaştırıyor. Uzaktan gözlem yapıp hayatına devam etmesi zordur Nâzım okurunun; çünkü Nâzım belirli meseleleri ele alırken bir ideolojik tartışma da kuruyor: ahlâki, politik çıktıları da olan bir tartışma, okuyucunun kayıtsız kalamayacağı bir tartışma, kendini, okuduğu şey karşısında belirli bir tarafa ait hissedeceği bir tartışma…

Yazının ilk cümlesinde ABD’de yaşanmakta olan kaynaşmaya işaret etmiştik: Öldürülen bir zenci, arkasından başlayan gösteriler, polisin ve ABD yönetiminin gösterileri dağıtmaya, bastırmaya çalışması, zaman zaman görülen yağmalamalar, araç ya da bina yakmalar… Tüm bu hengâmeyi nasıl kavramak gerek? Örneğin göstericileri şiddete başvurmakla itham edenler, “dışarıdan gelenlerin müdahalesi” olduğunu söyleyenler, politikleşmesine karşı olanlar, doğru söylüyor olabilir mi? Bizde Gezi ve Haziran Direnişi sürecinde de çok benzer tartışmalar yaşanmıştı: İyi, doğru, güzel olanla, kötü, yanlış, çirkin olanı nasıl ayrıştırabiliriz böyle büyük toplumsal çalkantılarda?

İşte savaş olgusu da böyle bir tartışmaya vesile olacak şekilde ele alınıyor “Manzaralar”da… Nâzım 1941 baharında, ilk tren 15:45’te kalktığında bu trenin yolcuları arasında öyle tartışmalar geliştiriyor, onlarda öyle bilinç sıçrayışları yaratıyor, onları öyle bellek dehlizlerine sokuyor ki, okuyucu, bir anda güncel olarak kendini dayatan savaş meselesinin bir sürü yüzü ile karşı karşıya geliyor.

“Manzaralar”da Nâzım’ın işlettiği diyalektiğin en önemli uğraklarından biri olarak tarihselleştirme boyutuna işaret edebiliriz dolayısıyla… Güncellik, elbette insanların içine doğdukları bir koşullar bütünüdür ama o güncelliği, belirli bir sürecin bir evresi olarak kavramakla, içinde debelenilen, “içine fırlatılıp atılınan” bir bilinemezlik olarak kavramak çok başka sonuçlar doğurur. Tarihselleştirme, okuyucusunu / alımlayıcıyı, güncelliğin neden o halde olduğuna ilişkin bir yaklaşıma sahip kıldığı gibi, yani nasıl bir geçmişten o güncelliğe gelindiğini ortaya koyduğu gibi, güncelliğin kendisinin de değişebileceği, başka bir koşullar bütününe doğru değişebileceği nosyonunu da kazandırır. Yani hem nesnelliğin kavranabileceği nedensellik ilişkileri kurar hem de o nesnelliği değiştirmeye dönük eylemlilik fikriyle buluşturur, özne olmaya kapıları açar.

Bu soyut ifadeleri bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Beş kitaptan oluşan “Manzaralar”ın ilk kitabında, 15:45 Katarı’nın üçüncü mevki vagonunda aynı kompartımanda yol almakta olan birkaç yolcu, kendi aralarında “savaşın sonu ne olacak? Kim kazanacak?” diye konuşuyorlar… Kompartımandaki yolculardan biri, Kuvayı Milliye destanı’ndan da tanıdığımız Kartallı Kâzım. Bir yolcunun “bence Alaman kazanır” şeklindeki ifadesi, Kâzım’ın belleğini kışkırtıyor. Karşısındakine bakar göründüğü esnada, o çoktan Seferberlik yıllarına gitmiştir bile… Pozantı’da bir tren istasyonuna üzerine kapıların kilitlenerek getirilmiş olan Mehmetçik’i hatırlar Kâzım; o yıllarda, yani 1914-1918 arasında demiryollarında çalışmakta. Pozantı’da, açlıktan, bakımsızlıktan, bitten, hastalıktan, yorgunluktan tiridi çıkmış Mehmetçik’in tıkıldığı yük vagonlarının kapıları açılınca, bir lokma yiyecek bulmak için atların dışkılarından arpa ayıklamaya koşan Mehmetçik’i hatırlar… O dönemde de “Alaman” Osmanlı ordusunda yönetimdedir. Pozantı’daki istasyonda açlıktan bitap düşmüş Mehmetçik ile, kendilerine fazla gelen salçalı makarnayı köpeklerine veren Alman subayları aynı sahnede buluşturur Nâzım. Köpeğin tabağındaki makarnayı gören bir Mehmetçik, hedefine kilitlenir ve köpekle mücadeleye tutuşur ve kazanır mücadeleyi. Alman subaylar bu olaydan etkilenip alkışlarlar köpekten makarnayı kapan Mehmetçik’i… Bu sahneyi ve yine seferberlik yıllarına ilişkin birkaç sahneyi daha hatırladıktan sonra Kâzım, yine 1941 baharındaki tren kompartımanının içine döner bir başka “bence Alaman kazanır” sesiyle… Bu tekil örnekte bile görüldüğünü sanıyoruz, burada savaşın, örneğin birileri için işgal, birileri için yurdunu savunmak; birileri için macera, birileri için perişanlık; birileri için kendilerine uzak bir “hadise”, birileri için can derdi (…) olduğuna ilişkin önemli tartışma tohumları atabilir bu sayede… Nâzım’ın eseri yazdığı yıllar, esas olarak da 1939 ve 1945 arası, ilginç bir dönemdir: değil Balkan Harbi’nin, Çanakkale’nin, Yemen’in, Kurtuluş Savaşı’nın hatıralarının canlı olması, bu savaşlarda çarpışmış olanların kendileri bile hayattadır (ki “Manzaralar”da böyle birkaç savaşa birden katılmış karakterler de mevcuttur). Dolayısıyla, tarihselleştirmenin kendisi soyut bir tartışma olarak değil, gayet güncel, yakıcı boyutlarıyla da karşımıza çıkar.

Savaş meselesine ilişkin bir diğer örneği de “Manzaralar”ın ikinci kitabından verelim. İkinci kitap, ikinci trende, 19:00’da kalkan Anadolu Sürat Katarı’nda geçer esas olarak. Bu trenin de yemekli vagonunda… Sürat Katarı, o dönemin en zenginlerinin ulaşım aracıdır. 1941 yılında henüz uçağın, otomobilin böyle yaygın olmadığı tahmin edilebilir. Sermaye düzeninin kalbi İstanbul ile yeni kurulan cumhuriyetin kalbi Ankara arasındaki tren yolculuklarının önemli yolcuları da tahmin edilebilir aynı şekilde… İş bağlamak, bağlantı kurmak, lobi çalışması yapmak, vs., ve tabii yurdun başka noktalarına ulaşmaya çalışan bir sürü başka toplumsal konumlardan insan… Bu “önemli yolcu”ların ancak bir kısmı “yemekli vagon”da yolculuk edebilecek rahatlıktadır. Çeşitli masalardaki öbekleşmelerle karşı karşıya getirir Nâzım okuyucusunu bu bölümde de… Tarihselleştirme, bu bölümde, 1941 baarındaki sürat katarında yemekli vagonda yemek yiyerek yolculuk edebilecek kadar rahat durumdakilerin, nasıl olup da o konuma geldiklerinin tarihlerini anlatarak realize edilir. Her bir masadaki sermayedarlar, arkalarında sermaye birikim süreçlerinin kaçınılmaz, olmazsa olmaz zulmünü sergileyerek canından ettikleri insanların hayaletleriyle birlikte yolculuk etmektedirler. Hemen hemen tamamı, geride bırakılan dönemdeki savaşlardan kendi çıkarları için yararlanmışlardır. Biri Bolşevik Devrimi’nden kaçan bir Azeri, bir diğeri İkinci Fransa’yı Naziler işgal ettiği için oradan buralara kadar kaçan ama Nazilere süt tedarik etmeye devam eden bir Fransız, bir diğeri Kurtuluş Savaşı’nda Ankara hükümetine silah tedarik ederken dolandırıcılık yapan bir Türk, bir diğeri Osmanlı’dan yeni cumhuriyete devrolan bir bencillik abidesi asilzade, bir başkası ormanları ve orman köylüsünü yağmalayan bir Çerkez (…)… Ve onların karşısında, yemekli vagonun mutfağında, içeride yatmakta olan bir şairin yazdığı destanı okuyan bir garson ve onu duygulanarak dinleyen bir aşçıbaşı… Aşçıbaşı da, okunan destandaki Kurtuluş Savaşı’nda çarpışanlardandır… Destanın okunması bitince, içini burukluk kaplar… Mutlu sonla bitmiştir bitmesine ama bir burukluk kalmıştır içinde… Daha iyi bir yaşamı hak edenler, döktükleri terin, verdikleri emeğin mükâfatını beklemedikleri halde, hak ettiklerinden o kadar uzaktırlar ki…

Yeni cumhuriyetin temel çelişkilerinden birini, bu tarihselleştirme ile de ortaya koymuş olur Nâzım.

Bu iki örnekte kısaca betimlemeye çalıştığımız yöntemsel olanaklar, bir taraftan okuyucuda belirli bir tarih bilincini inşa ederken, diğer tarafta toplumsal olgu ve süreçlere ilişkin ölçütler oluşturmak, değerlendirmelerini ve takınılacak tavrı kişisel değil, toplumsal ve hatta daha açığı sınıfsal ilişki ve mücadelelerden hareketle takınmaya çağırmak gibi ufuk açıcı ve sadeleştirici niteliklere de sahip. Bu omurga, perspektif veya ölçütlere sahip olduktan sonra, ihanet nedir, sevmek / bağlanmak nedir, bencillik nedir, yiğitlik nedir, mücadele nedir, kurtulmak nedir, kurtulamamak nedir (…), tüm değerler ve sorular için bir kerteriz oluşmuş olur ve bu kerteriz keyfi değil, tarihsel ve toplumsal bir karakter taşır. Bunun ötesinde, güncellik – tarihsellik diyalektiği kadar, an – süreç, birey – toplum, yerellik – evrensellik, parça – bütün ilişkilerinin de özünü ve görüngülerini ayrıştırabilme ve kavrama araçlarını sunar. Üslup, biçim açısından ise, eski deyişle nazım ve nesir arasındaki yapay sınırları aşmaya olanak sağladığı kadar, bir epik destan anlatısının kahramanlık yüklülüğünü, bir masalın veya rüyanın uçuculuğunu, kavgaya çağıran bir marşın meydan okuyuculuğunu aynı anda, aynı yapıda barındırabilmenin olanaklarını da sunar.

Sonuç yerine

Çok sınırlı sayıda örnekle ve sadece bir tek tarihselleştirme yöntemi çerçevesinde, Nâzım’daki diyalektik kavrayışının, hem anlatının yapısını hem anlatının üslubunu hem içeriği hem de tartışmak istediği meseleleri ne kadar zengin boyutlarıyla ortaya koyma potansiyeli taşıdığına işaret etmiş olmayı umuyoruz. En azından esere ve eserin yöntemine ilişkin bir merakı dürtmüş olmayı diliyoruz.

2020 yılında, ölümünden elli yedi yıl sonra, özellikle TKP’li olma sürecine somut olarak girmesinden itibaren ortaya koyduğu külliyatı ile Nâzım hâlâ yirminci yüzyılın dünyadaki en önemli şairlerinden, sanatçılarından biri; hem siyaset - sanat ilişkisinin sığlık anlamına gelmediğini pratik olarak ve büyük bir gelişkinlikle ortaya koymuş, hem alabildiğine siyasallaşmış ve alabildiğine nitelikli eserlerin yaratıcısı olarak, güncelliğini koruyor, yönteminden feyz alınmayı, mirasına sahip çıkılmayı bekliyor.

Ne mutlu onun mirasını ve mücadelesini geleceğe taşıyacak ve geliştirecek olanlara…

Ne büyük sorumluluk…

Ne büyük heyecan!

  • 1. https://haber.sol.org.tr/blog/kent-kultur-sanat/kaya-tokmakcioglu-cagri…
  • 2. KUTV: Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin Rusçasının kısaltması.
  • 3. Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, çev.: Sevim Belli, 1976, s. 31.
  • 4. V.I. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, çev.: Vahap Erdoğdu, 1990, s. 21.
  • 5. Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, çev.: Tonguç Ok & Olcay Geridönmez, 2013, s. 50.
  • 6. V.I. Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal Yayınlar, çev.: Attila Tokatlı, 1976, s. 207.