İşte öç almayı hiç unutmayan patronlar yıllardır arıyor olmalılar ki, o satırı ve çalışmakta olduğu yeri bularak gerekli girişimleri yapmışlardı.

Bir yaşam öyküsünden kesitler

Onunla tanıştığımda toplam çalışan sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen bir birimin yöneticisi konumundaydım. Benden on dört yaş büyüktü. Aralarında çocuğu olabilecek yaştaki adayların da bulunduğu gençlerle birlikte girdiği sınavı kazanarak çalışma arkadaşımız olmuş, böylece birimin yaş ortalamasında belirgin bir yükselme ortaya çıkmıştı.

Ama bu hiçbir zaman sorun yaratmadı. Tersine, genç çalışma arkadaşlarımızın yönetilip yönlendirilmesinde bana kendiliğinden bir yardım sağladı. Örneğin, onun zamanında işe gelme ve iş saatlerini verimli kullanma konusundaki titizliği, gençler için örnek oluşturuyor; benim bu konulardaki öğütlerimden, ricalarımdan, gözdağı vermelerimden daha çok etkili oluyordu. Koskoca adam bu kadar disiplinli çalışırken biz dalga geçersek ayıp olur, diye düşündüklerinden eminim.

Bir köylü çocuğuydu. Mülkiye’yi bitirmiş, kazandığı devlet bursuyla Columbia Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmıştı. Şimdi yerlerinde yeller esen önemli kamu kuruluşlarında üst düzey yönetim görevleri üstlenmiş, asker/sivil iktidarların hışmına uğrayınca, çoluk çocuğun ekmek parasını orta doğu ülkelerinden birinde iş bularak aramak zorunda kalmıştı. Ama oralardaki hayata dayanamadığı için ülkeye geri dönmüştü. “Hocam, sana anlatamam” diye söze başlayıp çalıştığı projenin üst yöneticisi olarak sık sık katılmak zorunda kaldığı toplu yemeklerde “adamlar sağ ellerini bol yağlı etli pilava daldırıp parmaklarından yağ damlayarak yerken, işe karıştırmadıkları sol ellerini kaşınmak için kullanırlardı” deyişini hâlâ unutmadım.

Bu “hocam” seslenişini de anlatmalıyım. Birimdeki genç çocukların tümü ona “bey” derlerdi, o da onlara adlarıyla seslenirdi. Ben başlangıçta ne diyeceğimi bilemedim. Bey desem, geliştirmek istediğim, onda da aynı isteği gördüğüm içtenlikli yaklaşma eğilimine uymayacak kadar soğuk ve resmi, abi desem biraz ciddiyetsiz olacak. Derken, bizim “görkemli altmışlar”ın ikinci yarısındaki ODTÜ’lü devrimcilerden aklıma ve dilime takılmış “hocam” seslenişi imdada yetişti. İlk kullanışımdan sonra onun da hoşuna gitti. Sonrasında hocam aşağı, hocam yukarı…

CHP’liliğinin çekirdekten yetişme deyimine uygun düştüğünü söyleyebilirim. Tanıdığım pek az CHP’lide rastladığım kadar sola açık olduğunu da hemen eklemeliyim. Çalışma alanlarımızla uzak yakın ilişkili olarak seçtiğimiz konularda birim içinde tartışmalar düzenlerdik. Haftada ya da iki haftada bir yaptığımız bu toplantılarda genellikle bir arkadaşımız gönüllü olarak görev alır ve seçtiğimiz konuda bir sunuş yapardı. Onun ısrarlı önerileri sonunda bir arkadaşımızı öyle bir sunuş yapması için ikna etmiştik. Eşinin görevi dolayısıyla perestroyka dönemine yakın birkaç yılını Moskova’da geçirmiş olan bu arkadaşımız oradaki yaşantılarına ve gözlemlerine dayanan bir sunuş yaptı. CHP’li falan değil çok daha solda olduğunu bildiğimiz ya da sandığımız o arkadaşın sosyalizmle yakınlığı bırakalım neredeyse düşmanlık damgasının hiç aşırı kaçmayacağı sunuşunda anlattıklarına en çok o karşı çıkıp irdelemiş ve sorularıyla kendisini bunaltmıştı.

Dostluğumuzun ilerlediği günlerde ona “Hocam, CHP’lilerin çoğu demiyorum, yarısı falan da değil, dörtte biri ya da beşte biri senin gibi olsa, yüzü senin kadar sosyalizme dönük olsa, bizim işimiz ne kadar kolaylaşırdı!” dediğimi hatırlıyorum. Övüyor mu yoksa başka bir şey mi anlatmak istiyor dercesine suratıma bakıp gülümsediği de belleğimde kalanlar arasında.

Yine başı sonu belli mesainin bittiğine neyim aldırmadan çalışıp akşam yemeğini birlikte Sakarya Caddesi’nde sevdiğimiz bir yerde yedikten sonra ayrılmıştık. Ertesi gün paldır küldür odama daldı; hiç yapmaz oysa, çok efendi adamdır. Elinde bir kâğıt. Şaşkındı, bana uzattı. Üst yönetimden gelen bir yazı. “Görülen lüzum üzerine sözleşmenizin feshine karar verilmiştir.” Ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı şaşırmıştık. O gün de sonraki günlerde de herhangi bir açıklamaya ulaşamadık. O bana göre daha alışkın, daha sakindi. Açıklama ve kararı geri aldırma umutlarının artık tümüyle yok olduğu gün kızgınlıkla ayağa kalkıp “Tamam hocam, istifamı yazıyorum” diye kapıya yöneldiğimde önümü kesti. “Sakın ha, eğer öyle bir şey yaparsan seninle selamı sabahı keserim, bilmiş ol!” dedi.

Dostluğumuzun devam ettiği sonraki günlerde, somut kanıtlara ulaşarak değil, birlikte akıl yürütüp yorumlayarak nedeni anladık. O kamu kuruluşlarının birindeki üst yöneticilik görevi sırasında, sendikaların yetki alma mücadelesi sürerken, yıllardır olduğu gibi sarı sendikanın kollanmasına son vermiş, sonunda devrimci sendika yetkiyi almıştı. Onun öcünü alıyorlardı. “Demek yıllarca izimi sürmüşler!” demişti. Gerçekten de nerede çalıştığını uluorta, her yerde söylememeyi alışkanlık edinmişti. Ama en son bir duygusallığına denk gelmiş ve bu ihtiyatlılığını elden bırakmıştı.

İhtiyatsızlık dediğimse şuydu: Bizimle çalışmaya başlamadan önce doktora yapma kararı vermiş ve tez aşamasının sonuna kadar gelmişti. Bana “Hocam, aküler boşalıyor, doldurmak lazım!” derdi. Aküsünü doldurmuş, doktora tezini de kendi parasıyla bastırmıştı. Bizimle çalışmaktan da o kadar mutluydu ki, kitabın arka kapağına koyduğu uzun mu uzun özgeçmişinin içinde, onca satırın arasında bana oku dediğinde arayıp bulamadığım bir satırda “şu anda falan yerde çalışmaktadır” diye yazmıştı. İşte öç almayı hiç unutmayan patronlar yıllardır arıyor olmalılar ki, o satırı ve çalışmakta olduğu yeri bularak gerekli girişimleri yapmışlardı. Bu tür intikamların hiç de seyrek olmadığı ve çoğunlukla geri çevirme imkânının bulunmadığı zamanlardı.

Aynı yerde çalışmadan da dostluğumuzu sürdürdüğümüz günlerin birinde, “Hocam, karar verdim, politikaya doğrudan gireceğim. Ama öyle paraşütle inmece değil, en alttan başlayacağım.” demişti. Bir süre sonra, artık belde statüsü kazanmış olan doğduğu köyde belediye başkanlığına aday olduğunu işittim. Telefonla arayıp takılmıştım: “İyi yapmışsın hocam. Ama biraz fazla alt basamak olmamış mı, ne dersin?”

Aradan üç beş yıl daha geçti. Hasta olduğu haberini aldık. Kendisiyle ilk tanıştığımız sıralarda doğmuş oğlum altı yedi yaşlarına gelmişti, onu da alarak ziyaretine gittim. Capcanlıydı. Herkesle konuşuyor, şakalaşıyor, memleketinden gelmiş güzel üzümleri ziyaretçilerine ikram ediyordu. Hastane odasından çıktıktan sonra yürürken oğlumun “Baba, hasta olan hangisiydi?” diye soruşunu hiç unutmam.

Birkaç gün sonra olmalı, ölüm haberini aldık. Kanserdi.