DİSK’e kızılmalıdır. Sadece gerici partilerin kapısını çalıp boy boy poz verme saçmalığı için değil. Asıl, ihtiyacın ve çözümün önünü tıkadıkları için.

DİSK’e kızmalı; tamam da…

DİSK yöneticileri İyiP’i ziyaret edince, sert ve yaygın bir tepki ortaya çıktı. Kemal Türkler’i anma programını yapanlarla MHP’nin içinden çıkmış bir partiye gidip işçi sınıfının halini ve buna karşı projelerini anlatanlar aynı kişiler olabilir mi?

En azından aynı kurum, aynı yöneticiler… 

Bu yöneticiler nasıl Türkler’in mezarında söyleyeceklerini önceden hazırlıyorlarsa, Akşener’in yanından çıktıktan sonra gelecek eleştirilere nasıl yanıt vereceklerini de düşünmüş olmalılar. Acaba “siyasette duygulara yer yok” falan demişler midir? Yoksa “kin tutarak bir yere varılmaz” mıdır?

Bilmiyorum ve bununla ilgilenmiyorum. Ama ciddi bir kurum, ki DİSK’in yaşadığı dramatik gerilemeye karşın böyle adlandırılmayı hak ettiğini düşünüyorum, attığı adımın sonuçlarını öngörmeye çalışır. Ne olacaktır acaba? İyiP yönetimi DİSK’in değerlendirme ve çözüm önerilerinden çok etkilenecek midir? 

Faşist geçmişine dair bir gıdım nedamet getirmeden faşist imajından kurtulma becerisini gösteren bir partidir İyiP. DİSK’in projeleri Meral Hanım’a vız gelir; tırıs gider! Öteki sağcıların bir eksiği yoktur. DİSK onlara da gitmelidir, belki de gitmiştir. Getiri ihtimali sıfır olan bir iş yapıyor DİSK yönetimi. 

DİSK yöneticileri, kurumları için reklamın iyisi kötüsü olmaz, maksat adımız geçsin, fotoğraflarımız yayınlansın diye düşünüyorlarsa o başka. Yanlış düşünüyorlar, derim. DİSK adının bu saçmalıklardan sağlayacağı bir yarar yoktur. Birtakım gericilerle kadraja girip sırıtmak sadece ahlaki ve ilkesel olarak değil “fayda” açısından da yanlıştır.

DİSK kızılmayı hak etmiştir.

Lakin DİSK’e kızmaya bu vesileyle başlayanlar da çok geç kalmış demektir!

Sendikalar, ama şimdi üyelerini kandırdığını sanarak kendi akıl düzeylerini ele vermekten başka bir şey yapmayan konfederasyonlar gibileri değil, Memur-Sen’i, Türk-İş’i boş verin, ciddi, mücadeleci, solcu sendikalar… kızılmayı çoktan hak ettiler. Aslında “aşılmayı” hak ettiler…

İşçi sınıfının hak mücadelesinde dünya çapında iki gerçek sendikal yükseliş dönemini ayırt edebiliriz. Birincisinde sendikalar 19.yüzyılın ikinci yarısında devrim rüzgârlarına eşlik ettiler. Dünya burjuva devrimleriyle sola gidiyorken, yeni yetme işçi sınıfı, “mademki bütün insanlar olarak eşit doğduk demişti, biz de hakkımızı istiyoruz!” dedi. Marksist sosyal-demokrat sendikalar büyük bir yükselişe imza attılar. Akın akın kentlere taşınan köylülerle babadan kalma dükkânı kapatıp fabrikanın yolunu tutan zanaatkâr çocuklarının yolu, kural olarak sendikadan geçiyordu. Güçleniyorduk. Partimiz de vardı üstüne üstlük. Sendikaların emekçilerin sosyal haklarının toplumsal organizasyonunda bile yerleri vardı. Günümüzde çok sık kulağımıza çalındığı gibi “sosyal taraf” olmuştu sosyal-demokrasi. 

O kadar güçlendiler ki, artık zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri oldu. Kazanımları sırtlarında ağırlığa, ayaklarında prangaya döndü. Birinci Dünya Savaşı gelip çattığında emperyalist savaşa karşı çıkmaları beklenirdi. İşçiler başka dili konuşsa da, dünya sosyal-demokrat ailesinde kardeş oldukları insanları öldürmeye gitmemeliydi. Oysa koskoca sendikaları yönlendiren koca koca partiler, dediler ki, alt tarafı bir savaşta sermaye devletini desteklemekten bir şey olmaz! 

Çok şey oldu: Çöktüler! 

“Sosyal taraf” olan sınıf mücadelesinden düşer…

İkinci sendikal yükseliş 20.yüzyılın ikinci yarısında, 1950’ler, 60’lar, 70’lerde yaşandı. Sosyalist düzenler halkın kazanımları açısından çıtayı öyle yükseğe koymuştu ki, kapitalist iktidarlar da kesenin ağzını açmak zorunda kaldılar. Tabii sadece bu değil; kapitalist toplumların işçi sınıfları iki dünya savaşının, faşizm belasının bedelini ödetmeyi de içerecek biçimde hak aramakta ustalaşmışlardı. Komünistlerin yönettiği veya öyle değilse komünist örnekler karşısında rengini sarıya çeviremeyen sendikalar devasa kurumlara dönüştüler. 

Hak mücadelesinden alınması gereken ders onların sayesinde daha net hale geldi: Sömürüye son vermek için siyasi iktidar mücadelesi vermeyen işçi sınıfı, sendikal mücadelede duvara çarpar. Siyasi iktidar mücadelesinin önemsenmediği yerde işçi sınıfı adına ücret sendikacılığı bile yürümez. Devrimi unutan sendika sınıfından kopar.

Birinci yükseliş sosyal-demokrasinin düzene teslim olmasıyla miadını doldurmuştu. Sonra uzatmalar oynanmış olabilir. İkinci yükseliş sosyalist rejimlerin ve komünist partilerin yenilgisinin engellenemez sonucu olarak bitmiştir.

Otuz yıldır çıkışsız bir odadayız.

Kabaca otuz yıldır sendikal mücadele geçmişte kalmış bir form. İşçi sınıfının siyasi örgütlenmesi bu denli gerilemişken sendikaya bel bağlamak düpedüz akılsızlık. 

Sorun yıllardır sendikaların ayağa kalkamaması değildir. Geçmişin özgün bakiyesi sayabileceğimiz birkaç ülke örneği dışında ahı gitmiş vahı kalmış sendikaların yerine başka bir formun konulamamış olmasıdır sorun. 

Ekonomik mücadele bir kitle hareketi, kitlesel bir devinim olmak durumundadır. Bu devinimin örgütü sendikaydı. İki kez çökmüştür ve artık bu anlamda başka bir forma ihtiyaç vardır.

Mevcut sendikalar arasında kime kızılır, hangileri sevilir sorusunun yanıtı da bu mercekten verilebilir ancak.

Ekonomik mücadelenin kitlesel devinimi için yeni bir örgütsel formun şekillenmesini besleyen sendikalar ve sendikacılar sevilir, diğerlerine kızılır.

DİSK’e kızılmalıdır. Sadece gerici partilerin kapısını çalıp boy boy poz verme saçmalığı için değil. Asıl, ihtiyacın ve çözümün önünü tıkadıkları için.

Bir de çuvaldız vardır. Komünistler, devrimciler, işçi sınıfı siyasetçileri onu kendilerine batırmalıdır. Otuz yıldır işçi sınıfını ayağa kaldıramadığımız ve bu saçmalıkların sahneyi doldurmasına izin verdiğimiz için. 

Ve bu boşluğa artık çözüm bulunmalıdır. Bulmalıyız…