Nâzım’ın mezarı ve mezar soyguncuları

Cumhuriyet'te yayımlanan bir söyleşi Kılıçdaroğlu’nun 'Nâzım'ın mezarını ayağınıza getireceğiz' müjdesiyle başlıyor, Rusya’da Yesir Nâzım hikayelerinden bildik anekdotlarla devam ediyor ve Menderes’e bağlanıyor. Cumhuriyet gazetesi sayfalarında Menderes’in 'hataları olan ama halkı anlayan, zarif, Aydınlı bir çiftlik ağası' olduğunu okuyoruz.

Mehmet Kuzulugil

Cumhuriyet’te bir söyleşi yayımlandı. Söyleşilen kişi Orhan Karaveli, konunun merkezinde ise Nâzım var.

Sonda söylenecek şeyi başta söyleyeyim: Bu söyleşi bir skandaldır. Cumhuriyet adına bir skandaldır, "hadi ordan" denilip bir kenara konulması gereken sözler "gündem edildiği" için skandaldır. Açık çarpıtma ve yalanları nedeniyle skandaldır.

Tepemde bir de gökdelen olursa...

Söyleşi, Karaveli’nin verdiği bir müjdeyle açılıyor: Kılıçdaroğlu iktidara geldiklerinde ilk olarak Nâzım’ın mezarını İstanbul’a taşıyacaklarını söylemiş. Şöyle ki:

Nâzım Hikmet’in mezarının Moskova’dan İstanbul’a taşınmasına ilişkin bu tasarılarıyla ilgili beni aradı. “Sizin gayretlerinizi izliyorum” dedi. İktidara geldiklerinde ilk olarak Nâzım Hikmet’i Türkiye’ye getireceklerini söyledi ve “Taksim’deki Gezi Parkı’na bir anıt mezar yapacağız” dedi. Bu gerçekleştiğinde isteyen herkes Moskova’lara kadar bir takım tartışmalı davetlerle gitmeye gerek kalmadan Nâzım Hikmet’i istedikleri gibi ziyaret edebilecek. Vasiyeti aynı adlı şiirinde “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni / ve de uyarına gelirse, / tepemde bir de çınar olursa / taş maş da istemez hani...” dizeleriyle uyumlu olarak yerine getirilmiş olacak.

İyi de… Moskova’lara kadar “bir takım tartışmalı davetlerle” gidilerek ziyaret edilen sadece Nâzım Hikmet’in gömülmüş bedeni değil ki! Nâzım’ın mezarı, bulunduğu tarihi değeri çok büyük mezarlığın tarihinin bir parçası olduğu için, mezar taşı olarak başında dikili olan “Rüzgara karşı yürüyen adam” heykeli Nâzım’ı çok iyi anlattığı için övülmeye, anlatılmaya, ziyaret edilmeye değer. Sadece Nâzım’ın mezarı değil o. Gerçekten tarihi bir anıt. Şüphesiz, o mütevazı ölçekte ona güç veren mezarın sahibi.

Nâzım’ın vatandaşlıktan çıkarılması kararının iptalinin gündeme geldiği dönemde de başta Nâzım’ın yakınları, Nâzım’ın “değerini” bilen herkes mezarın Türkiye’ye taşınmasının düşünülemeyeceğini ısrarla savundu. Neredeyse kesin bir kabul görmüş olan görüş, Nâzım’ın mezarının büyük şairin kendisiyle birlikte tarihte yerini almış olduğudur.

Üstelik, bu tür garipliklerle gündem açmadan önce örneğin Nâzım'ın ailesinin (en geniş haliyle) bu konuda ne düşündüğünü bir araştırmış olmak gerekir. Ya da örneğin Novodeyvici mezarlığının bir insanlık mirası olarak koruma altında olup olmadığını, bu durumda oradan bir taş söküp getirmenin ne tür koşulları olabileceğini araştırmanız da faydalı olacaktır.

Bunların hepsini bir kenara koymak da mümkün: Kılıçdaroğlu'nun "iktidarımızın ilk günü" derken çıkmaz ayın son Çarşambası rahatlığıyla düşündüğünü varsayabiliriz. Ya da basitçe partisinin ve Cumhuriyet'in kurucusunun imzasını ezdirdiği "Ayasofya rezaleti"nden sonra biraz "hava değişikliği" istediğini düşünebiliriz.

Kılıçdaroğlu’nun gündeminde gerçekten var mıdır bilmiyorum. Vardır ya da yoktur ama “Gezi Parkı’na Nâzım için bir anıt mezar yaptıracağız” sözleri ancak kötü bir şaka olabilir. Bu kötü şakanın Ayasofya’nın insanlık mirası olmaktan çıkıp islam mabedi olarak yeniden kurulduğu bir zamana denk gelmiş olması da kötüdür.

Bu hikayede bir başka gariplikse herhalde Nâzım’ın vasiyet şiirine yapılan göndermedir.

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,

ölürsem kurtuluştan önce yani,

alıp götürün

Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu

     ırgat Osman yatsın bir yanımda

ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp

kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Nâzım’ın Gezi Parkı’nda bir anıt mezara gömülmesinin vasiyet şiirindeki köy mezarlığı imgesini karşıladığını söylemek herhalde Nâzım'la, yaşamıyla ve şiiriyle biraz da "iş icabı" ilgilenmekle mümkün oluyor.

Söyleşi Kılıçdaroğlu’na yakıştırılmış bir vaadle başlıyor ve Karaveli’nin Nâzım’dan aktardığı cümlelerle devam ediyor.

Karaveli’ye bakarsak 1959 yılında Rusya gezisinde karşılaştığı Nâzım ona şöyle diyor:

Orhan, Rusya’da ilk defa bir Türkten merhaba aldım. Ben vebalı mıyım ki kimse bana gelmedi. Her gün beraber olalım.

“Ve hakikaten her gün beraber olduk.” diyerek devam ediyor Karaveli hikayesine.

Orhan Karaveli’nin “Vatan” gazetesinin muhabiri olarak Nâzım’la görüştüğü 1959 yılında Nâzım’ın gazetenin sahibi (ve kurucusu) Ahmet Emin Yalman hakkındaki şu hicvine bir bakmaya ne dersiniz:

Ahmet Emin Yalman

Selânikli Osman Efendi

keskin muhasebecilerdendi

ama o da yanıldı ömründe bir kere

yanlış bir tohum atıp rahm-i madere.

Bu tohum dünyaya çıkıp insan biçimini aldıysa da,

boyu bir karış kaldıysa da,

öyle haltlar yedi, öyle işler karıştırdı ki

sövdüler kabrinde bile babası Osman Efendiye.

Osman Efendi, Ahmet Emin adını takmıştı tohumuna,

Ahmet Emin, Yalman'lığı kattı buna

ve Ahmet Emin Yalman

önce Alaman oldu sonra Amerikan.

Ona göre her devirde, her zaman

satılacak bir gazeteydi "Vatan"

ve hazret sattı vatanı.

Hapse atacaklarmış Ahmet Emin Yalman'ı

Amerikana yaranmaktaki rekabet yüzünden.

Hapisteki hırsızlara acıyorum ben,

ahlâkları bozulacak

Emin Beyle aynı damda yaşayarak…

Karaveli’ye bakarsak, Nâzım önce Almancı sonra Amerikancı olduğunu söylediği Yalman’ın gazetesinin bir muhabirine “hasretle sarılıyor.”

Hasretle sarılmakla, günlerini birlikte geçirmekle yetinmiyor. Neler neler yapıyor!

Hikayeye göre Yalman’ın muhabiri bir yemekte Türkiye’de “Ruslara” karşı nankörce bir düşmanlık güdüldüğünü hatırlatanlara şöyle yanıt veriyor: Çünkü Stalin, Boğazlar’ın birlikte kontrolünü istedi, üç vilayetin iadesini istedi.

Olabilir, demiştir ama Yalman’ın sattığı Vatan’ın muhabiri Karaveli burada durmuyor. Nâzım'ın bu sözleri desteklediğini iddia ediyor:

“Ben de Orhan gibi düşünüyorum” yanıtını verdi. Hatta Nâzım şöyle bir espri de yaptı: “Herkes bilsin ki bir gün Rusya, o çok istediği sıcak denizlere inecek! Nasıl mı? Turizmle!” Ve dediği aynen çıktı.

Bu noktada iğneyi ve çuvaldızı söyleşiyi yapan ve yayınlayanlara batırmak durumundayız. Nâzım’a “Rusların sıcak denizlere inme hülyası” kalıbını yakıştıran bu cümleleri sorgulamak gerekmez miydi? Konuğunuz bu cümlelerle yetinmeyip, sosyalizmin çok da uzak olmayan bir gelecekte bir dünya gerçeği olacağı fikrine sahip Nâzım’ın Rusya’dan kapitalist Türkiye’nin otellerine gelen turistler “kehanetini” anlattığında orada bir durmak daha doğru olmaz mıydı?

Aynı dönemde yazdığı bir şiirde “Amerikancılıkta Menderes’le yarıştığını söylediği” Yalman’ın gazetesinden bir muhabirle Sovyet dış politikası hakkında herhangi bir konuda hemfikir olamayacağını düşünmek için çok neden varken, bunlar hikayeyi iyice anlamsızlaştırıyor.

Nâzım üstü Menderes. Pes!

Karaveli’yle söyleşi Kılıçdaroğlu’nun “mezarınızı ayağınıza getireceğiz” müjdesiyle başlıyor, Rusya’da Yesir Nâzım hikayelerinden bildik anekdotlarla devam ediyor ve Menderes’e bağlanıyor.

Karaveli’nin Menderes muhalifliği, buna rağmen Menderes’in onu ABD gezisinde yanında götürmesi, bunu “düşman da bulunsun yanımızda” sözleriyle açıklaması, gezinin sonunda koluna yapışıp “vallahi bırakmam” demelerinin arkasında belki de onu danışmanı yapmak istemiş olması (düşmanken danışman olanlara özellikle son yıllarda çok rastlıyoruz zaten) derken konu Menderes’te bağlanıp tamamlanıyor.

Cumhuriyet gazetesi sayfalarında Menderes’in “hataları olan ama halkı anlayan, zarif, Aydınlı bir çiftlik ağası” olduğunu okuyoruz.

Menderes’i ve onunla yaptığı Amerika gezisinin dönüşünü şöyle anlatıyor Karaveli:

O tam bir sürprizdir. Menderes, Türkiye’ye dönüşe geçecek, uğurlamaya gidenler arasındayım. Tek tek hepimizle tokalaştı. Bana gelince elimi tuttu ve “Seninle beraber gidiyoruz” demez mi! Ben şaşırarak “Sayın Başbakan ben, Vatan gazetesi adına geldim. Üstümde pasaportum, hiçbir şeyim yok. Her şeyim otelde” dedim. “Bunlar önemsiz şeyler. Beraber gidiyoruz” dedi. Gitmedim, gidemezdim! Büyükelçi, bana serzenişle “Gidecektin. Senin bu ters sözlerin onun hoşuna gidiyordu. Etrafta herkes pohpohluyordu, sen doğruları söylüyordun” dedi. Yani beni Ankara’ya götürüp herhalde hapse atmayacaktı. Halk TV’deki Gürkan Hacır’ın yorumudur: “Büyük ihtimalle seni danışman yapacaktı”. Kim bilir! Belki de o zaman felaketin gelişine ilişkin onu uyaran, ona sağlıklı bilgi veren birileri olabilirdi etrafında.

Kılıçdaroğlu’yla başlayıp Menderes’le biten bir Nâzım söyleşisi okumuş oluyoruz, Cumhuriyet sayfalarında.

Bize de bıkmadan, usanmadan, boşverip yılmadan bu hikayeleri temizlemek düşüyor.

Nâzım’ın yine 1959 tarihli şiiriyle bitirelim temizliğimizi:

Adnan Bey

Türküler söylendikçe Türk diliyle

Seni seviyorum gülüm, dendikçe Türk diliyle

Türk diliyle gülünüp

Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, Adnan Bey,

           ben anılacağım,

           anılacak Türk diliyle size sövüşüm.

Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibisi yaban domuzunun.

Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını.

Bir adınız var, Adnan Bey, adımıza benzeyen.

Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.

Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz.

Yüz Türkiye olsa

          elinizden de gelse

                yüzünü de zincire vurur

                      yüz kere satarsınız.

Milletimin en talihsiz gecesi

                ana rahmine düştüğünüz gecedir.