Fatih Yaşlı: AKP'ninki 'tarihi yeniden yazma' ve siyasi hegemonya çabası

Fatih Yaşlı: Ben bu yasal düzenlemenin geçtiğimiz günlerdeki 'Demokrasi ve Özgürlükler Adası' açılışından bağımsız ele alınamayacağını düşünüyorum. Her iki hadisenin ise iktidar partisinin tarihi yeniden yazma ve bu yeniden yazılan tarih üzerinden güncel siyasi hegemonyayı yeniden üretme arayışı çerçevesinde değerlendirilmesi gerekiyor.

Haber Merkezi

Yassıada yargılamalarının hukuki dayanağının kaldırılmasını içeren kanun teklifi TBMM Anayasa Komisyonunda oybirliğiyle kabul edildi. Bir süre önce de “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” açılışıyla gündeme gelen 1960 Darbesi ve sonuçları önümüzdeki günlerde tartışılmaya devam edecek gibi görünüyor.

Akademisyen-yazar Fatih Yaşlı AKP’nin konuyla ilgili son adımını “güncel siyasi hegemonyayı yeniden üretme arayışı” olarak değerlendirdi. Yaşlı, CHP’nin bu olayda da kendini gösteren politik tercihlerinin AKP’nin işini kolaylaştırdığının altını çizdi.

Yaşlı’nın sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:

Eski Başbakan Adnan Menderes ile eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idam kararlarının da alındığı Yassıada yargılamalarını hükümsüz kılacak yasa değişikliği teklifi, TBMM Anayasa Komisyonu'nda muhalefetteki partilerin de onayıyla oy birliğiyle kabul edildi. Konu kamuoyunda “idamlar” üzerinden tartışılsa da getirilen teklif onunla sınırlı değil, yargılamaların tümünün hükümsüz kılınması isteniyor. Sizce AKP ne yapmak istiyor?

Ben bu yasal düzenlemenin geçtiğimiz günlerdeki “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” açılışından bağımsız ele alınamayacağını düşünüyorum. Her iki hadisenin ise iktidar partisinin tarihi yeniden yazma ve bu yeniden yazılan tarih üzerinden güncel siyasi hegemonyayı yeniden üretme arayışı çerçevesinde değerlendirilmesi gerekiyor.

AKP’nin de içerisinde yer aldığı Türk sağı, Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950’de “Yeter söz milletindir” sloganıyla iktidara gelmesinden beri kendisini “milli iradenin yegane temsilcisi” olarak sunar, kendisi dışında kalanlar ise “milletin değerlerine yabancı olanlar”dır ve burada da esas olarak kastedilen İttihat Terakki’den Cumhuriyet’i kuran kadrolara uzanan çizgidir. Türk sağı bunun üzerinden bir “dost-düşman” siyaseti üretir ve Türkiye’deki temel çelişkiyi “yerli, milli, dindar” olanlarla, “kökü dışarıda, gayri milli, vesayetçi, Batıcı” vs. olanlar ikiliği üzerine inşa eder.

Öte yandan DP’nin macerası ile AKP’nin macerası ve Menderes’in macerası ile Erdoğan’ın macerası arasında bir benzerlik kurulur  ve DP’nin/Menderes’in başına gelenlerin AKP’nin/Erdoğan’ın başına gelmesine izin verilmeyeceği vurgusu, kronikleştirilmiş ama sözde bir “darbe tehdidi” ile birlikte sürekli gündemde tutulur.

Bu ise az önce söylemiş olduğum üzere sadece bir tarih yazımı anlamına gelmez, esas hedef günümüz siyasetini benzer bir “dost-düşman” ikiliği üzerinden kurgulamak, “düşman”a karşı kadroları ve tabanı sürekli teyakkuz halinde tutmak, muhalif bütün unsurları ise vatan hainliğinden darbeciliğe uzanan bir genişlikte kriminalize etmek ve böylece kendi siyasal alanını genişletirken muhalefetin siyasal alanı daraltmaktır.

Bu nedenle, söz konusu yasal düzenlemeyi, tıpkı Çanakkale ya da Sarıkamış anmalarında, Fetih Kutlamaları’nda ya da Ayasofya’nın ibadet açılmasında, yani tarihin yeniden yazımında, gelenek icadında ve mekanların sembolleştirilmesinde olduğu gibi, siyasi hegemonyayı yeniden üretme bağlamına yerleştirerek değerlendirmemiz gerekir. Söz konusu hegemonya stratejisi ise ancak karşımızda “olağan” siyasi iktidarlardan farklı olarak yeni bir rejim inşa eden, bu nedenle de “olağanüstü” karaktere sahip bir iktidarın bulunduğu gerçeği kabul edildiğinde doğru bir şekilde anlaşılabilir.

Peki bu adım bir “karşı yargılama”nın yolunu açar mı sizce? Bu darbenin en nihayetinde NATO’ya bağlılığını bildiren milliyetçi subaylar tarafından yapıldığını göz önüne alırsak AKP’nin 1960 darbesinin ideolojik altyapısıyla hesaplaşabilecek gücü ve isteği var mı? 

Sembolik bir mahkeme kurulur ve 27 Mayıs orada yargılanır mı bunu bilemiyorum; eğer güncel siyaset açısından faydalı olacağına inanılıyorsa, bunun için gereken güç ve istek bulunabilir ve böyle bir yargılama denenebilir. Öte yandan iktidar partisinin sembolik mahkemelerde tarihsel düşmanlarını yargılamaktan ziyade, gerçek mahkemelerde konjonktürel düşmanlarını yargılamayı daha çok tercih ettiğini burada hatırlamamız gerekir.

Bir an için böyle bir sembolik mahkemenin kurulacağını varsayarak şunu söyleyebiliriz: Eğer tarihin yeniden yazımından söz ediyorsak, o mahkemede yargılananlar “NAT0’ya bağlılığını bildiren milliyetçi subaylar” değil, iktidar partisinin yargılanmasını istediği tarihsel kişilikler, tarihsel semboller, tarihsel hadiseler ve bunlara Türk sağı tarafından giydirilen ideolojik kılıflar olacaktır. Yani böyle bir mahkeme karşısına NATO’culuğu değil, “milli iradeye darbe yapan vesayetçiler”i  alacaktır ki, bu sadece 27 Mayıs’ı yapan subay grubuyla ve 27 Mayıs’la sınırlı kalmayacak, bütün bir Osmanlı-Türkiye modernleşme tarihine uzanacak, medyanın da destekleyeceği bir kampanya ile hedefe Türkiye ilericiliğinin bütün sembol isimleri ve hadiseleri konulacaktır.

CHP'nin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamının yolunu açan 12 Mart 1971 muhtırası ile 12 Eylül 1980 askeri darbesi yargılamalarının da kapsama alınmasına ilişkin önerisi kabul görmedi. CHP’nin “tüm darbelerle hesaplaşılsın” yaklaşımıyla ilgili ne söylemek istersiniz? Türkiye’de bırakın AKP-MHP ortaklığını, herhangi bir düzen partisinin böyle bir isteği olabilir mi?

Bir süredir yazılarımda da ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalıştığım üzere, Türk sağı ve Türkiye İslamcılığı özellikle siyasal alanda kendi söylemini ve o söylemin üzerine oturduğu tarih yazımını hegemonik hale getirmeyi büyük ölçüde başardı; bunun gerisinde ise CHP yönetiminin kendi geleneğiyle neredeyse bütün köprüleri atıp bu söyleme teslim olmuş olması var.

27 Mayıs’larda Menderes güzelleyen, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması hususunda “Açın, elinizi tutan mı var”dan başka bir siyaset üretemeyen, Özal, Demirel, Erbakan, Türkeş gibi CHP tabanının tarihsel olarak uzak durduğu figürleri ölüm yıldönümlerinde sitayişle anan, CHP tabanının 12 Eylül öncesinden kalma Türk sağına uzak kolektif bilincini iğdiş eden bir zihniyetten söz ediyoruz. Bu zihniyetin Yassıada yargılamaları söz konusu olduğunda da Türk sağının hegemonyasına katkı koyacak bir tutum sergilemesi şaşırtıcı değil bu nedenle.

Öte yandan 12 Mart ve 12 Eylül söz konusu olduğunda, iktidar partisinin “hesaplaşma”dan ne anladığını, liberallerin “yetmez ama evet” diyerek destek verdikleri 12 Eylül referandumundan ve bu referandumla birlikte devletin ele geçirilmesinde bir adım daha atılmış olmasından çok iyi biliyoruz. Önümüzdeki süreçte ben içinde bulunulan milliyetçi/devletçi konjonktürden ve ittifaklardan kaynaklı olarak 12 Mart ve 12 Eylül üzerinden bir “hesaplaşma” gündemi beklemiyorum ama eğer böyle bir gündem olsaydı, bizim çıkıp söyleyeceğimiz şey, bu darbelerin Türkiye soluna karşı yapılan birer sermaye darbesi olduğu ve düzen siyasetinin hem sağının hem solunun varoluşu gereği bu darbelerle hakiki bir hesaplaşma içerisine girme ihtimalinin bulunmadığı olurdu.