Algoritmalar, kapitalizmin net bir yansıması sadece. Makinenin insandan farklı ve adil bir davranış sergileyeceğini düşünenler en hafif tabirle dünyaya pembe gözlüklerle bakan hayalperestler.

Pimi çekilmiş bir bomba: Ben Wallace, Afganistan ve algoritmalar

Dehümanizmi tanımlarken bu kavramı zamanımıza uydurmak zorundayız. Kapitalistlerin çok iyi bildiği işi yapıp kavramları onların yaptıkları gibi, tanımlandıkları anlamların dışına taşıyalım. Madem ‘ideoloji’ önce dilde var oluyor, dilimizi düzelterek başlayalım. Bir bilimsel yönetim uygulaması olarak Taylorizm, kapitalizmin imdadına yetişti. Adı bilimsel yönetim olunca çok masum görünüyor. Bilimsel olan bir şeyin faydasını tartışmak zor. İdeolojinin işi devreyi kapatmaktır. Düşünme ve sorgulama kanallarını kapatmak olarak anlayın. Sineğin pardon insanın yağını çıkarmak için öncelikle onu bir sayıya indirgediler. Böylece insan yabancılaşmanın ötesine geçti; adım adım silikleşti. İlk uygulayıcıları Nazilerdir. Ford ve ailesinin üretim kabiliyetine hayran olmuşlardır.

Taylorizm, insanın insanlıktan çıkışının ‘dehümanizmin’ manifestosudur. Bilimsel yönetim dedikleri garabet, hayatımızın her alanına ‘eğitime’ bile sirayet etti. Amerikalılar buna ‘nicelleşme’ adı veriyor. Artık okullarda puan toplamak ve sıra arkadaşlarını geçmekten başka bir şey düşünmeyen zombiler yetiştiriyoruz. Kapitalist bireyciliğe iman edebilmek için öncelikle dehümanizme iman etmek gerekir. Savaş bitti, Naziler yenildi. Sovyetler Birliği’nin imajı kapitalistleri tir tir titretmeye yetecek düzeydeydi. Stalin, henüz eli kanlı bir diktatör değildi. Amerikan halkı da dahil olmak üzere herkes savaşın esas yükünü SSCB’nin çektiğini ve insanlığı kurtardığının bilincindeydi. Propaganda/Kültür Endüstrisi öncesi çağda beyinler henüz iğfal edilmemişti. Kültür endüstrisi makinesi, bilimsel yönetim ışığında ‘kızıl düşmana’ karşı işletildi. İş bilir bilim insanları, bunun adına ‘rasyonelleşme’ dediler.

Tam bu noktada dilbilimin temel kuralını hatırlatmakta fayda var: ‘çift düşün, çift konuş’. Rasyonelleşme dedikleri şey gerçekte ‘irrasyonelleşme’ idi. Muhalefet bastırıldıkça, toplumlar doğru düşünme olanaklarını kültür endüstrisinin sözde rasyonel propaganda çarklarının arasında yitirdiler. Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ilişkin kafa yorarken İngilizce ve Türkçe kaynaklar arasında önemli kesişim noktaları buldum. İddia edilene göre SSCB’nin en kritik hatalarından biri, devrimin ilk yıllarındaki düşünsel/teorik üstünlüğünü Avrupa’ya kaptırmış olmasında yatıyordu. Biraz daha netleştirelim ve bu tehlikeli alanda parmaklarımızın üzerinde yürüyelim. Sovyetler Birliği, Avrupalı entelektüellerin düşüncelerine yüksek düzeyde değer atfettikçe aslında gerçekte bir çürümeyi temsil eden Avrupa düşüncesi, zamanla SSCB’yi zehirlemiş gibi görünüyordu. Çöküşün tek nedeni bu değil. Okur, bir köşe yazısından kesin bilgiler elde ettiğini düşünmemeli. Bu konu uzun ve derin okumalar yapmayı gerektiren derinlikli bir konu. Ayrıca Kemal Okuyan’ın ‘Sovyetler Birliği'nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler’ kitabı da bu konuda yolunu yitirmek istemeyenler için önemli bir pusula olabilir. İngilizce metinler arasında en önemli kaynaklardan biri Winston Churchill’in meşhur ‘Demir Perde’ konuşması. Erken sayılabilecek bir dönemde bu azılı Sovyet düşmanı akıllı adamın İngiltere’nin üstünlüğünden gönüllü olarak vazgeçtiğini ve kontrolü ABD’ye bırakmak gerektiğinin ilk işaretlerini veriyor. Elbette ki bu kişisel bir eğilim ya da tercih değildi; İngiltere’de güneş batmıştı. Truman aptal bir adam ve gelecekte batı siyasetine yön verecek aptallar örgütünün ilk başkanlarından biri. Demir perde, soğuk savaştaki ilk fiskeyi vururken yeni ve daha sancılı bir çağa girişimizi haber veriyordu.

Aylardır yoğun bir biçimde çalıştığım ve değerli katkılarla yoluna devam eden kitabımdan izler bırakarak bugüne gelmeye çalışıyorum. ‘Post’ eki oldukça can sıkıcı bir ek olsa da bu ekle bir kavrama yeni bir yön verelim. Post-Kültür Endüstrisi çağında bireyler elde edilen verilerle yönlendirilmeye çalışılıyor. Komplo teorisi değil, bir gerçeklik üzerinden yürüyoruz. Kültür endüstrisinin ötesine geçerken onu terk ediyor ya da tamamen ortadan kaldırıyor değiliz. Geliştiriyor ve dijitalleştiriyoruz. Yaratılan algoritmalarla suçları önceden öngörüyor, hangi mülteciyi ülkeye alacağımıza karar veriyor ya da şirketimize bu algoritmalara göre yeni işçiler alıyoruz. Akademi bu algoritmaların cinsiyetçi ve ırkçı ideolojik eğilimlerinden çok şikayetçi. Şaşırmalarına şaşırıyoruz. Bu şaşırma cehaletten ya da ideolojik körlükten ileri gelmekte. Algoritmalar, kapitalizmin net bir yansıması sadece. Makinenin insandan farklı ve adil bir davranış sergileyeceğini düşünenler en hafif tabirle dünyaya pembe gözlüklerle bakan hayalperestler. Örneğin, ABD’de algoritmaların beslendiği polis verileri kapitalist ideolojinin tarihsel marazlarını algoritmalara aktarıyor. Doğal olarak siyahlar potansiyel suçlu olarak görülüyor. Benim esas korkum ise, gelecekte Çorumlu Boris Johnson’un bir algoritmaya dönüşerek ülke yönetmesi. Zaten Boris ya da algoritma çok fark etmez. Sosyal hakları yük olarak gören burjuvazi başbakan maaşından bu yolla kurtulabilir. Bizler de insan yerine algoritmalara oy verebiliriz.

Yolunuzu şaşırmamak kaydıyla, ütopyalar kadar distopyalar da zihin açıcı olabilir. İrlanda Veri Koruma Komisyonu, WhatsApp İrlanda'ya veri koruma kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle 225 milyon Euro para cezası verdi.1 Bu ceza bir teknoloji tekeline İrlanda’da kesilmiş en büyük cezalardan. AB içerisinde ise ikinci sırada yer alıyor. Kişisel verilerimiz kârlı bir metaya dönüştüğünden beri teknoloji şirketleri tarafından sürekli satın alınıyor ve tekrar satılıyoruz. Uygulamalar ücretsiz! Yersen! Bu konuyu daha fazla dallanıp budaklandırmadan kapatalım. Böylece yeni ve daha kapsamlı kitabımın müjdesini önceden vermiş oluyorum. Çok yorulduk, bitti demek için ise daha erken. 

İnsan, sayılar tarafından dehümanize edildiğinden beri kendi varlığıyla var olamıyor. İşçi sınıfı açısından bu karanlık tünelden çıkışın tek bir yolu ve yöntemi var: Örgütlenmek! Bunun dışına düşen insanların işi gerçekten zor. Amerika ve Avrupa’nın kesin gücüne ve onların yöneticilerinin katıksız bir zekâ küpü olduklarına iman ediyorlar. Bana daha yakın olduğu için biliyorum, Boris Johnson ciltler dolusu kitaplar okuyan iflah olmaz bir entelektüel. Keza sinema yıldızı Ronald Reagan da öyleydi. Reagan, Afgan mücahitleri bir de Kenan Evren’i çok iyi ağırlamıştır. YouTube tam bir memba! Kenan Evren ve Ronald Reagan buluşmasını izlemek oldukça eğlenceli. Bu görüntülerde zamanın ruhunu iliklerinize kadar hissedebilirsiniz. Hepsi yüksek kültürlü ve akıllı batılılar. Bir diğer zehir küpü İrlandalıların ve Afgan kadınların katili Margaret Thatcher. O da mücahitlere sonsuz destek vermiş. Lakabını (Demir Lady) SSCB’den almış olması ise tarihin bir cilvesidir. Thatcher, kadın olduğu için işlediği suçlardan muaf tutulabilir. Kadın olsun da çamurdan olsun, kim olursa olsun. Cinsiyet ve kimlik çamurunda patinaj atanlar aynı kadının Afgan kadınlarına cehennemi yaşattığının ve milyonlarcasının ölümüne neden olduğunun ne kadar farkındadır bilinemez. Ayrıca yoksul İngiliz annelerinin çocuklarına süt vermeyi keserek ‘süt hırsızı’ unvanına da erişmiştir. Yıllar sonra aynı yoksul İngiliz ve Amerikalı anneler NATO Afganistan’ı terk ederken ‘bizim oğullarımız neden öldü?’ diye soruyordu. Haklı bir soruydu. Emperyalist merkezlerde yaşayan işçi sınıfının duygu ve motivasyonlarını asla göz ardı etmemeliyiz; bizim dışımızda da bir dünya var ve orada da insanlar sömürüye ve türlü acılara göğüs geriyor.

Gelelim bugünün ulu Avrupalı politikacılarına. İşe yine dilimizi terbiye ederek başlayalım. İngiltere’ye yakıştırılan ‘büyük’ sıfatlarını artık lugatlarınızdan çıkarın. Onların büyüklükleri, bizlerin küçülmesi anlamına geliyor. İngiliz milliyetçi tarih tezi, tıpkı refah ve yüce Avrupa ahmaklığı ve cahilliği gibi çok can sıkıyor. ‘Birleşik Krallık’ ya da ‘Büyük Britanya’ gibi sıfatları kendinize saygınız yoksa bile, ada içerisinde yaşayan Galli, İskoç ve İrlandalıların ulusal haklarına saygıdan ötürü bu ideolojik önyargıları artık bir kenara bırakın derim. Çok bilmiş bir okura denk gelirim diye Türkçeye çevrilmiş bir kaynağı dipnotlara bırakıyorum.2 İrlanda’da yaşadığımdan beri bu tür bir hassasiyet gelişti ben de ve İrlandalıların ne yaşadığını şimdi daha iyi anlıyorum. Büyüklüklerinizde boğulasınız! 

Afganistan fiyaskosundan sonra İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace’ın gazetede makaleler yazdığını keşfettik. Wallace, meğer büyük düşünce ve fikir adamıymış. Keşfettik derken abartmıyorum, hoş İrlandalılar İngilizlerden daha fazla ABD siyasetini takip eder. Bu nedenle bu keşfi yeni yapıyor olmamamız şaşırtıcı değil. Savunma bakanı, yaşadıkları bozgunu örtmek için ‘The Daily Telegraph’ gazetesinde kaleme aldığı makalede şöyle söylüyor: ‘Afganistan’ı asla hayal kırıklığına uğratmadık’. ‘Büyük Britanya’ hata yapar mı? Asla! Haşa! Aynı makalede ülkeye harcadıkları paradan ve kız çocuklarının eğitiminden bahsediyor; kısacası başarısızlığın üzerini örtmek için üfürdükçe üfürüyor. Ülke tarihinin önemli krizlerinden biri yaşanırken dışişleri bakanı Dominic Raab tatiline devam ediyordu. Doğal olarak ülkeden çatlak sesler yükseldi; önemli değil zaten malumun ilanıydı, devrim olacak hali yoktu ya! Zihinleri Türkiye’nin ufkuyla kuşatılmışlar maalesef Erdoğan ve kabinesinin yerel bir olgu olduğunu düşünüyorlar. Kötü haberi tez verelim. Avrupa, Erdoğan muadili yöneticilerle kuşatılmış durumda. Abartıyorsun! Peki, sen öyle düşünmek istiyorsan öyle olsun kardeşim. Savunma Bakanı Ben’i sonraki günlerde bir paniktir sardı. Radyoda ağladı, köşeye sıkıştı ve ne yapacağını şaşırdı. Taliban, hızla Kabil’e girmiş, siyaset ustası ABD’li ve İngilizleri faka basmıştı. Geri çekilme manevralarıyla nam salmış İngiliz ordusu, kendi adamlarını bile tahliye edemeyecek durumdaydı. İş birliği yapan Afganların durumu ise ayrı bir kriz yaratıyordu. Onları bu cendereden çıkaramamak, gelecekteki muhtemel işgal bölgelerinde daha zor yerli işbirlikçiler bulmak anlamına geliyordu. ‘Ben’, ağlamasın da kim ağlasın?

Gelelim büyük Amerika’ya. Geçtiğimiz günlerde Joe Biden konuştu. Ne konuşma ama. Trump’tan daha iyi olacaktı, diplomasında şaibe yoktu derken ABD’nin trajikomik filmi hız kesmeden devam ediyordu. İnsan hakları, kadın hakları, hayvan hakları ve olmayan tüm hakları sıralayarak tüm bu hakların koruyucusu ilan ediverdi ABD’yi, demokrasi havarisi eski tüfek Biden. Amerika’yı takip eden meslektaşlarım Joe amcaya baktıkça saç baş yoluyordu. Yolunmayacak gibi değil. Kim derdi ki yoksul Amerikalılar Harry S. Truman’dan daha ebleh adamlar tarafından yönetilecekti. 

Rahatsız edici bir başlık attığımın farkındayım. Zaten rahat olacak zamanlarda değiliz. Fazlasıyla rahatsız olmamız gerekiyor. İngiliz ve ABD politik aklı, el bombasının pimini çekti ve öylece haritanın üzerine bırakıverdi. Afganistan’ın bugünkü durumunu böyle tanımlıyorlar. Olsun, onlar Erdoğan ve kabinesinden daha akıllı adamlar. Haftalar önce yine eski tüfek gazetecilerden Patrick Cockburn, Karadeniz’deki İngiliz askeri varlığının girdiği riskli manevralara isyan etmişti. Avrupa’da çok fazla ciddiye alınıp okunacak köşe yazarı yok, o sebeple bir elin parmağı kadar olan kişileri çok fazla köşemde görebilirsiniz. İdare edeceksiniz, Avrupa düşüncesi çoktan karaya oturmuş durumda. Hayır bekleyenin vay haline. Demir perde konuşmasından bugüne çok zaman geçti ve İngiltere siyaseti makas değiştirmiş durumda. Cockburn, isyan etmekte haklı ama gelişmeleri takip etmekte zorlanıyor gibi. Bilge Başbakan Johson, aylar önce işaret fişeğini fırlatmıştı. “16 Mart’ta Boris Johnson avam kamarasında kendi doktrinini açıkladı. ‘Rekabetçi bir Çağda Küresel Britanya’ AB’den ayrılan İngiltere kendisini özgür sulara yeniden bırakıyor. Denizaltılar, nükleer başlıklar, 2030 yılında sahaya sürülmesi beklenen 30 bin robot askerle dünyaya demokrasi ve insan hakları ihraç etmeye hazırlanıyorlar.3

İngiliz savaş gemisi, Rus askerlerinin manevrası sonrası hızla bulunduğu yerden ayrıldı. Pabuç pahalı, Ruslar artık karşılık da veriyor. Patrick Cockburn, haklı olarak bunun akılsızlık olduğunu vurguluyor. İngiliz ordusunun Rusya’nın topraklarında ya da doğrudan etki alanında ne işi var? Rasyonalite diye tüm dünyaya muştuladıkları şey bildiğiniz ‘irrasyonalite’ idi.

ABD’nin Irak’ta, Türkiye’nin Suriye’de ve İngiltere’nin Karadeniz’de ne işi var? Bu soruları yönelttiği için insanlar Rusçu ya da Çinci olarak yaftalanabiliyor. Artık dünya Amerika ve Avrupa’nın işgallerine karşı durmak zorundadır. Başka ülkelerin topraklarını işgal etme ya da hayali yeni kutuplar imal ederek sömürü düzenlerini sürdürmeye çalışıyorlar. İngiltere’nin yeni akılsız politikalarının sonucu, ciddi savaşlara nükleer bir savaşa neden olabilir mi? Ülkeleri yönetenlere ve onların geleceğe bakış açılarını anlattıkları raporlara bakarsanız bu soruyu rahatlıkla cevaplayabilirsiniz. Sözde refah Avrupa’yı ve buradaki hükümetleri ideolojik bir fetiş haline getirenlere gelince, tez zamanda şifa bulmalarını dilemekten başka çare yok. Bir köşe yazısının sınırlarını çok aştığımın farkındayım. İrlanda, heyecanlı bir çekişmeye hazırlanıyor. Kitlelerin heyecanına baktığımda Kolezyum’da iki gladyatörün çarpışacağı hissine kapılıyorum.4 Konut ve yerel yönetimlerden sorumlu bakan Darragh O'Brien ile Sinn Fein’in konut ve yerel yönetimlerden sorumlu ismi Eoin Ó Broin televizyonda canlı yayında karşı karşıya gelecekler. Bakan O’Brien, 2030 yılında İrlanda’daki evsizlik sorunun tamamıyla ortadan kalkacağını iddia ediyor. Eoin Ó Broin ise bunun neden mümkün olamayacağını anlatmaya çalışıyor. SoL okurları için İrlanda’nın bence en önemli isimlerinden biri olan Ó Broin ile röportaj yapmaya çalışıyorum. Dublin’de yaşıyor olsaydım bu daha kolay ve daha hızlı olabilirdi. Onun fikirleri İrlanda konusunda insanlara çok net bir fikir verebilir. Sosyal medyada gördüğüm paylaşımlara göre İrlanda’daki kabine toplantılarını takip eden insanlarımız varmış. İrlanda’nın sıkı takipçilerine televizyondaki bu tartışmayı izlemelerini öneriyorum. İrlanda, büyük bir konut krizi yaşıyor. Dublin’de yaşayan gençler tabutluk gibi odalarda yaşıyor ya da 10 kişi bir evi paylaşmak zorunda kalıyor. Evet, Türkiye’de kiralar artıyor ve yaşam giderek daha fazla İrlanda’dakine benzer bir biçimde zorlaşıyor. Sınıf mücadelesine omuz vermediğimiz sürece dünyanın bir ucunda da cehennemi yaşamaya devam edeceğiz. Ve böyle gider işçi sınıfı örgütlü mücadeleyle iktidarı ele alamazsa birbirinden aptal başkanların ve başbakanların dünyayı ateşe sürüklediğini kendi gözlerimizle izlemeye devam edeceğiz.