Tarım sorun yumağı: Ne kadar kamulaştırma o kadar çözüm

BAA Kolektif Yaşamı Kurgulama Bilim Alanı Tarım Komisyonu'nun "Yeni Koronavirüs salgını koşullarında Türkiye’nin tarımsal üretim ve gıda güvenliği" başlıklı raporunu, rapora katkı sunanlardan akademisyen Nevzat Evrim Önal ile konuştuk.

Volkan Algan

BAA Kolektif Yaşamı Kurgulama Bilim Alanı Tarım Komisyonu "Yeni Koronavirüs salgını koşullarında Türkiye’nin tarımsal üretim ve gıda güvenliği" başlıklı bir rapor yayınladı. Raporun katkıcılarından biri de Beykoz Üniversitesi Dr. Öğretim Üyesi Nevzat Evrim Önal.

Rapor zaten son yıllarda dünyada da popüler bir konu olan gıda güvenliği ve geleceği konusunu salgın koşullarını da gözeterek Türkiye üzerinden tartışıyor.

N. Evrim Önal’dan çok sayıda akademisyenin bir araya geldiği Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin toplumcu bakış açısını yansıtan rapordaki bazı vurguları açmasını istedik.

Önal’ın da temel vurgusu “Ne kadar kamulaştırma o kadar çözüm” olduÖnal’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:  

Böyle bir rapora neden ihtiyaç duydunuz? Raporun nasıl bir etkisi olmasını bekliyorsunuz?

Açıkçası Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nde gerek toplum sağlığı gerekse tarım komisyonlarında daha salgının ilk günlerinde “gıda güvenliği sorunu yaşanacak” öngörüsü hâkimdi. Türkiye’nin tarımsal üretim ve gıda güvenliği konusunda, elverişli coğrafyasına rağmen giderek riskli bir ülke haline gelmesi son kırk yılın bakiyesi. Ancak 2018’deki kur şokunun ardından 2019’da yerel seçimlere giderken açılan tanzim satış merkezleriyle gördük ki, piyasacı düzen olağanüstü koşullarda gıda güvenliğini sağlamakta zafiyet yaşıyor. Dolayısıyla salgının nasıl bir ekonomik yıkım yaratacağı belli olmaya başladığı andan itibaren emekçilerin ihtiyaçlarını merkeze koyan bir analiz bizce gerekli hale gelmişti.

Türkiye’de tarım uzmanları arasında kamucu görüşler hâkimdir, ne var ki bu kamucu görüşler sıklıkla özel mülkiyetin reddine kadar uzanmaz. Raporumuzu şu günlerde açıklanan diğer analiz ve önerilerden ayıran temel özellik bu. Biz şunu diyoruz: Türkiye’nin tarım ve gıda güvenliği sorunları tarımsal üretim ne kadar kamulaştırılırsa, o kadar çözülür. Bu yüzden raporumuzda da parçalı olmakla beraber çok sayıda kamulaştırma önerisi bulunuyor. Bu görüşlerin kısa vadede ne kadar alıcı bulacağını bilemiyorum; ama öngördüğümüz boyutta bir kriz gerçekleştiğinde ortalamacı, yarım yamalak çözümlerin, ne şişi ne kebabı yakacak önerilerin değil mevcut olanı yıkıp yenisini kuracak kapsamlı planların bir kıymeti olacak.

‘Emekçilerin temel gıda nesnelerinin üretimi azaltıldı’

Raporda Türkiye'nin bir tarım politikası olmadığı, daha doğrusu piyasanın kurallarına terk edilmiş, dolayısıyla kâr odaklı bakış açısının üretim sürecini belirlediği belirtiliyor. Raporda benim dikkatimi çeken düşük kâr marjı olduğu için üreticinin buğday, tahıl, bakliyat gibi ürünlerden uzaklaştığına dönük vurgu. Bunun hayati bir sorun yaratma ihtimali olduğu söyleniyor ama bugüne kadar yaratmadı da neden bundan sonra bu ürünlerin ekiminin azalması hayati sorun yaratsın? 

Raporda şunu tespit ediyoruz: Türkiye’de, emekçi halkın temel gıda nesnesi olan bitkilerin tümünün, altını çiziyorum tümünün, kişi başı üretimi 1998-2001 dönemine göre azaldı. Bu azalma buğdayda yüzde 26’nın üzerinde. Üstelik yaptığımız hesaplamalar Türkiye nüfusuna göre, ülkemizde yaşayan, sayısını tam olarak bilmemizin mümkün olmadığı mültecileri hesaplama dışında tuttuk.

Bu, iki yıl öncesine kadar “o kadar da” büyük bir sorun oluşturmuyordu çünkü Türkiye kapitalizmi de, emperyalist-kapitalist dünya sistemi de bir bütün olarak işlerliğini koruyordu. En fazla soğan üretimi kötü olduğu için soğan ithal etmek zorunda kalıyordu ülke, sonra da gidip normal uygulamayı sürdürmekten başka bir şey yapmayan birkaç tüccarın deposunu basıyordu. Ya da kur yükselirken istifçilik yapan patates tüccarları tarım bakanını “ürünümüz elde kaldı yardım edin” diye kazıklayıp ihracat desteği alıyor, yurt içinde patates fiyatı krizi yaşanmasına sebep oluyordu. Bütün bu tuhaflıklar, ithalat ile çözülüyordu, bakanın dediği gibi “paramız var ki ithal ediyorduk.” Bu anlayış, sorunları erteleyen, görünmez kılan bir şeydi. Şimdi, Türkiye doludizgin bir likidite krizine doğru gidiyor, birkaç ay sonra dış borcunu çevirecek döviz bulamaması gündemde. Dahası, COVID-19 salgını bütün uluslararası ekonomik faaliyetleri altüst etti. Buğday gibi temel gıda nesnesi ihracatçısı ülkeler ihracatı sınırlayıp ihtiyat stoklarını büyütüyor, sadece onlar değil herkes stok yapmaya çalışıyor ve gıda ithalatçısı ülkeler ciddi bir kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya.    

‘Yetersiz beslenme sorunu görebiliriz’

Bu ve başka kimi faktörler gıda fiyatlarını hızla yukarı çekebilir. Daha doğrusu, önümüzdeki dönemde gıda fiyatları mutlaka artacak ama bu artış çok şiddetli olabilir. Böyle bir durumda Türkiye’de düpedüz kıtlık değil ama yükselen fiyatlardan kaynaklı yoksul emekçiler arasında ciddi boyutlara varan yetersiz beslenme sorunları görebiliriz. Oysa Türkiye’nin gıda üretim olanakları bu ihtimali bertaraf edecek biçimde planlansa, örneğin daha fazla narenciye ihraç etmek yerine buğday ithal etmemeye çalışsak, nohut ve mercimek gibi temel bakliyatta üretim daralmasını engellesek bu riske de girmeyiz.

‘En çok haczedilen ürünlerden biri traktör’

Raporda üreticiler açısından tarımın sürdürülmesinin borçlanmaya bağlı hale geldiği söyleniyor “2004-2018 yılları arası kullandırılan toplam nakdi kredi 5 milyar TL’den 100 milyar TL’ye çıkmıştır." deniyor. Bu çok büyük bir borç artışı değil mi? Bunun nedenlerini nasıl açıklarsınız, herhâlde bankalar kasalarını koşulsuzca çiftçilere açmadılar...

Söz konusu dönem Türkiye ekonomisi toptan bir yapısal dönüşüm geçirdi. Herkes borçlandı! Aynı süre zarfında tüketici borcu da neredeyse sıfırdan 600 milyar lira civarına çıktı. Üstelik banka çiftçiye niye borç vermesin ki? Ellerinde para var, birine borç vermek zorundalar. Çiftçinin el konabilecek tarlası var, belki traktörü var. İhtiyaç kredisi verdikleri sıradan bir emekçide genelde o da yok, bir tek maaşı var. Nitekim son zamanlarda en yoğun haczedilen nesnelerden biri traktör.

Bu çok borçluluk halinin kentli emekçi sınıf ile kırsaldaki küçük tarımsal üretici arasında objektif bir çıkar ortaklığı oluşturduğunu düşünüyorum. Borçların üstünü çizersek hepimiz kurtuluruz, not edip geçiyorum.

Öte yandan çiftçi borcunun büyük bölümü kamu bankalarına, yaklaşık yüzde 90’ı. Bu bankalar AKP’nin çiftliği gibi çalışıyor. Kamu ihalelerinde yandaşlara nasıl krediler verdiklerini biliyoruz, aynı kredileri biz alsak biz de sözgelimi bir medya şirketi sahibi olabilirdik. Dolayısıyla raporda üstüne basa basa bunu talep ediyoruz: çiftçinin borcunu silin! Dev şirketlerin borçlarını silmeyi biliyorsunuz, buğdayı üretenin de borcunu silin.

‘Menemen yapacak domates bulamayız’

Son bir kaç yıldır hepimizin dikkati çeken konulardan birisidir, gıda fiyatlarındaki dalgalanmalar. Bu dışa bağımlılığın bir sonucu deniyor raporda. Örnek vermek gerekirse bir hafta bakıyorsunuz soğan 6 TL'ye çıkmış, diğer hafta 2.5 TL'den satılıyor. Aynı şekilde tavuk fiyatları birden yükselip düşüyor. Domateste, patateste de benzer bir durumdan bahsedebiliriz. Bunun nedeni nedir ve gıda ürünlerinin en azından bir kısmında bu fiyat gelgitleri artık kalıcı davranış mı olacak?

Kapitalist ekonominin plansızlığını en net göreceğiniz yerlerden biri fiyat hareketleridir. Tarımda bir de mevsimsellik olduğu için bu hareketler daha da şiddetlidir. Zaten bu yüzden 2019 başlarında fiyatlar fırlayıp gittiğinde mevsimsellik bahanesinin arkasına saklanmaya çalıştılar. Hatırlarsanız “patlıcanı mevsiminde yiyin, siz asıl bir mermi kaç para biliyor musunuz?” diye soruyorlardı. Mermi kaç para bilmiyorum, ama o dönemde girilen Afrin’den ithal edilen tarım ürünleri piyasayı kurtarmıyor, fiyatları düşürmüyor.

Bunu engellemenin tek yolu var: Merkezi planlama. Üretim kâr amacıyla değil toplumsal ihtiyaçları sürekli, sağlıklı ve güvenli biçimde karşılama amacıyla yapılmalı, bunun planlaması da devlet tarafından gerçekleştirilmeli. İlk etapta devlet tüm tarımsal girdilerin, tohum, gübre, ilaç, sulama, makine, yem hepsinin sağlayıcısı ve tüm ürünün alıcısı olmalı, dağıtımını yapmalı. Sonrasında üretimin kendisi de kolektivize olmalı ve küçük ölçeklilikten kaynaklı verimsizliklerden kurtulmalıyız. Bu, iddia edilenin aksine çevreye daha fazla zarar vermez, monokültüre dayalı ekim gibi teknik problemleri de ya çözer ya oluşmasını engelleriz. Öte yandan bugünkü plansızlık sadece gıda güvenliğini sekteye uğratmıyor, çevreye de çok daha fazla zarar veriyor. Küçük toprağından alabildiğinde ürün elde edip geçinmeye çalışan çiftçi çok daha fazla gübre ve ilaç kullanıyor mesela. Ve zamanla toprak zarar gördüğü için geçinemez hale geliyor.

Öteki türlü, “alışın” demek aklımın ucundan geçmez ama evet, fiyat dalgalanmaları böyle sürer. Şöyle düşünün, Türkiye dünyanın sekizinci büyük domates ihracatçısı. Coğrafi açıdan yakın rakiplerimiz Hollanda, İspanya, Fas ve Fransa. Bunlardan birinde dahi ciddi bir üretim sorunu olsa uluslararası domates fiyatları öyle fırlar ki, Türkiye’deki tarımsal ticaretten para kazanan sermaye manavlardaki domatesleri bile toplayıp paldır küldür ihraç eder, menemen yapacak domates bulamayız. Halkın ihtiyaçları söz konusu olduğunda piyasa böyle zararlı, plansız bir şeydir.

BAA olarak bu tür raporlara devam edeceğiniz söyleniyor. Bu çalışmalar dış katkılara açık mı, nasıl bir süreç işliyor BAA çalışmalarında? Konuyla ilgilenenlere, öncelikle uzmanlar olmak üzere, bir çağrınız olur mu?

Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nde kapitalist toplumun bilimine, tekniğine kökten bir eleştiri getiren, bu eleştiriyi de tarihsel materyalist düşüncede temellendiren ve 21. yüzyılda sosyalizmin yeniden kuruluşu açısından ihtiyaç duyulacağını düşündüğümüz bilgi ve planlamayı üretmeye gayret eden bir çalışma yürütüyoruz. Çalışmalarımız, bu çerçevede dış katkılara açık, zaten hem düzenli çağrılar da yapıyor, hem de çeşitli vesilelerle tanıştığımız bilim insanlarını, bilimsel bilgi uygulayıcılarını, uzmanları Akademimize davet ediyoruz. Eğer bugün içinde yaşadığımız toplumsal düzenin salt kötü yönetildiği için değil, egemenlerin çıkarları bunu gerektirdiği için bu denli sorunlu olduğunu düşünüyorsak, düzeltmeye değil daha iyisini kurmaya çalışmalıyız. Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nde bunun için çalışıyoruz ve bizimle bu heyecanı paylaşacak herkese kapımız açık.