Sadece Covid değil, korku ve endişe salgını da var!

İnsan her ne kadar ilkel reflekslerle hareket etme eğiliminde olsa da bugünlere ulaşmasını sağlayan sosyal evriminin en önemli etkeni kalabalıklar halinde ortak hareket edebilmesidir. Kendisinden onlarca kat büyük mamutları avlamasını sağlayan da bu özelliğidir, yerleşik hayata geçmesini de bu yeteneğine borçludur; fabrikalar kurmasını da. Bundan binlerce yıl önce karşılaştığı sorunlarında nasıl…

Endam Köybaşı

Ocak ayında Çin’de saptanan virüs şu anda tüm dünyaya yayılmış durumda. İlk vakanın 11 Mart tarihinde ilan edildiği ülkemizde bugüne kadar yapılanlar yapılmayanlar bir yana epey yol alındı. Virüs kadar oluşturduğu panik de hızla yayılıyor. Peki paniğin yayılması sadece hastalıkla mı ilişkili? Yayılan yalan yanlış haberler, bilgiler, sosyal hayatın kesintiye uğraması, belirsizlikler, yanlış siyasi tercihler… Her birisi en az virüs kadar tehlikeli olan bu başlıklar yönetilemez mi?

Geçmiş salgınlardan çıkan sonuçlar

Bugüne kadar dünyamız, içlerinde viral etkenler de olmak üzere onlarca salgın hastalık yaşadı. Vebasından kolerasına, çiçek hastalığından ebolasına. Hâlâ bazı bölgeler salgın hastalıklarla savaşıyor. Diğer yandan salgın hastalıklar insanların günlük hayatının olağan akışını değiştiren tek olgu değil. Savaşlar, depremler, tsunami felaketleri, yanardağ patlamaları, siyasi darbeler… Bir anda karşımıza çıkıp günlerce, aylarca sürmekte. Etkileri ise çok daha uzun. Her birinde ruhsal olarak karşımıza çıkan belirtiler korku, kaygı, endişe, depresyon ve ardından gelişen travma sonrası stres bulguları. Ülkemizde hâlâ 1980 askeri darbesinin yarattığı psikolojik tahribat konuşuluyor. 1999 depreminin etkileri de güncel. Bunlara 15 Temmuz darbe gecesinde yaşananların oluşturduğu ruhsal sorunları da ekleyebiliriz. Ve şimdi neresinde olduğunu bilmediğimiz bir salgın hastalığın içindeyiz. 

Biz yine de hastalık salgınları ve bunların ruhsal etkilerine odaklanalım. Yakın zamanda pandemi olarak ilan edilen SARS ve Domuz Gribi salgınlarından edinilen bilgiler var. Her travma ya da kayıptan sonra bireylerde ortaya çıkan Kübler-Ross eğrisi olarak adlandırılan tepkilerin toplumsal olarak da şekillendiği iddia edilmekte. Önce inkâr, kabullenmeme diyebiliriz; virüs Türkleri etkilemez, kelle paça yenirse hasta olunmaz gibi yaklaşımlar bunlara örnek verilebilir. Sonra pazarlık, yavaş yavaş durumu kavrama; önlemleri aldık, alt yapımız güçlü, hızlıca atlatırız vb. açıklamalar bu evreye örnek olabilir. Hastalığın yayılabileceğine ama bir yandan da diğer ülkelerdeki gibi ağır sonuçlar oluşturmayacağına dair yaklaşımlar da bu evreye dahil edilebilir. Sonrası kabullenme ve çökkünlük. Burada bireysel olarak birçok dinamiği olan bu sürecin toplumsal işleyişinde en önemli belirleyeni siyasi otoritelerin atmış olduğu adımlardır diyebiliriz. Ne kadar doğru, açık ve güvenilir olursa kabullenme daha kolay olur. Yine farklı kültür ve yaşam alışkanlıkları olmasına rağmen toplumların benzer belirtiler verdiğini de belirtmek gerek. Örneğin domuz gribi pandemisinden etkilenen Avrupa ve Uzak Asya ülkelerinde benzer davranış kalıpları gözlenmiş.

Endişe, kaygı, çökkünlük yaygın semptomlar olarak ortaya çıkarken aşırı önlem alma veya kaçınma davranışları bu belirtilere eşlik etmiş. Birçok ülke geçmiş salgınlarda toplu taşıma kullanımından imtina ederken, Asyalılar doktora gitme sıklığını da azaltmış. Sağlık otoriteleri önermediği halde uygulanan kişisel temizlik uygulamaları aşırı önlem davranışları arasında yer almış ya da benzer şekilde bilimsel olarak gösterilmediği halde değişik gruplar “riskli” kabul edilmiş. Grip hastalığına yakalanma riski tüm toplum için eşit olduğu halde yaşlılar Avrupa’da daha riskli düşünülmüş, Malezya’da ise eşcinsellerin ve fahişelerin hastalığı yaydığı… Yine bu tip durumlara ilk olarak verdiğimiz korku tepkisinin zamanla, uygun bilgileri edinerek öğrenme arayışına dönüştüğü ardından sağlıklı tepkiler oluşturulduğu en azından bireysel alanda yapılan modellemelerden.

Tehlike anında verdiğimiz tepkiler

Öncelikle “uygunsuz” tepkilerin bize özgü olmadığını söyleyelim. Dünyanın her yerinde hurafeler üzerinden sergilenen uygunsuz davranışlar gözlemleyebiliyoruz. İngiltere’de virüsü yaydığı düşünülen baz istasyonlarının yakılması haberleri buna örnek verilebilir. Yine virüsten koruduğu düşünülerek içilen alkolden dolayı zehirlenen hatta ölen insanların haberleri birden fazla ülkeden geldi. Aynı şekilde bilimsel geçerliliği olmayan ancak insanlara iyi hissettiren kurşun dökme, rahip tarafından kutsanma ritüellerine de tanık olduk. Bu sağlıksız tepkileri hızlıca cehalet olarak geçiştirmek çok kolay bir yanıt üretme olur ve yanılırız. İnsan topluluklarının rutin işleyişi herhangi bir nedenle değiştiğinde, bu değişikliğin nedeni yeterince kavranamadığında, sonuçları kestirilemediğinde, ne kadar süreceği bilinemediğinde hızlıca panik duygusuna yol açar. Bu, aynı zamanda kendini korumaya yönelten bir duygudur. Ancak bu duygu uygun şekilde doğru önlemleri almak üzere kullanılamadığında ortaya bir kaos çıkması kaçınılmazdır. Büyük bir patlama sesi duyduğumuzda bulunduğumuz yeri korkarak terk etmeye kalkışma oldukça doğal ve koruyucu bir tepkidir. Yangın fark ettiğimizde çıkışa yönelmek, tehlike anında güvenli bir alana doğru hareketlenmek… Hepsi doğamızda var; nedeni güvenlik arayışı. Güvenli bir yere ulaşıp ulaşamayacağımız önceden tatbikat yapılmamışsa, beklenmeyen bir durumsa tamamen “şansımıza” bağlı. Çünkü bu tip tehlike durumlarında beynimizden aldığımız komut sadece savaş veya kaçtır. Kiminle nasıl savaşacağımız ya da nereye kaçacağımız önceden bize “yüklenmemiştir”. İki gün için de olsa gece yarısına iki saat kala ilan edilen sokağa çıkma yasağı insanları markete koşturur. Öznesi bile belli olmayan bir darbe insanların şehir dışına kaçışmasına yol açar. Çürük ve güvenli alanı bilinmeyen bir binada hissedilen sarsıntıda, balkondan atlamaya kalkışabiliriz. Yangın çıkışını bilmediğimiz bir binada hissettiğimiz dumanda, yöneldiğimiz kapı girdiğimiz olacaktır. Bu cevaplar, hareketlenmeler evrenseldir. Ancak toplumsal organizasyonlarla doğru ve uygun topluluk davranışları şekillendirilebilir. Bunu yapabilen ülkeler bu tür “refleks” davranışların haberlere düşmesini engelleyebildi. Önce sürü bağışıklığı deneyeceğiz deyip sonra vazgeçen İngiltere’den geldi baz istasyonlarının yakıldığı haberleri. Ya da yoğun alkol alımı nedeni ile ölüm haberleri, biz karantina uygulamayacağız diyen İran’dan çıktı daha çok. Ülkemiz ise en başından trajikomik örneklere sahne oldu. Hangi birini sayalım? Sokağa çıkan yaşlılara edilen hakaretlerden, karantinadan kaçış örneklerine, bize bir şey olmazlardan virüs yuvası ortamlarda üretilmiş maske takmalara kadar birçok örnek var. Ve son olarak sokağa çıkma yasağından önce koşturulan dükkanlarda oluşturulan kalabalıklar; hastalıktan korunmak için alınan önlemlerde virüs için en uygun yayılma alanı oluşturulmuş oldu.  Oraya koşturan insanların aldığı şeylere takılan gözler dışında tek bir cehalet örneği yoktu oysa yaşananlarda. Tam da anlattığımız mekanizma işledi sadece.

Böyle olmak zorunda değil

İnsan her ne kadar ilkel reflekslerle hareket etme eğiliminde olsa da en önemli özelliği kalabalıklar halinde organize olabilmesidir. Bugünlere ulaşmasını sağlayan sosyal evriminin en önemli etkeni kalabalıklar halinde ortak hareket edebilmesidir. İlk çağlarda kendisinden onlarca kat büyük mamutları avlamasını sağlayan da bu özelliğidir, kıtalar arası hareket ederek doğaya uyum sağlamasını da. Yerleşik hayata geçmesini de bu yeteneğine borçludur, fabrikalar kurmasını da. Bundan binlerce yıl önce karşılaştığı su taşkınlarına nasıl işlevsel cevaplar geliştirdiyse bugünün sorunlarında da çok daha kolay organize olabilir. Sadece bunları çözmeye niyeti olsun. Buna yönelik geliştirdiği araçlar işini yapsın. Örneğin üniversiteler. Tamamen insanlığı ürettiği bilimsel bilgi üzerinden yeniden organize etmesi gereken kurumlar bambaşka bir yapıya dönüşmüş durumda. Parayla bilgi satan bu kurumların dağıttığı ünvanlar kişisel kariyer planları ile zengin olma hayalleri kuranların elinde. Sadece ülkemizde değil dünyanın her tarafı bu kurumların ürettiği insanların akıl almaz komplo teorileri ile zehirleniyor. Kelle paça veya Türk geni diyenlerin eğitim düzeyi dünya ortalamasının çok üstünde. Ya da virüsü Çin üretti diyenler, bu bir biyolojik savaştır diyenler hiç de öyle okur yazar olmayan meczup insanlar değil. Diğer taraftan ülkesini bu tip tehlikelere karşı savunması gereken siyasi otorite, onlara bağlı işleyen bürokratik mekanizmalar? Gerçekten neyin peşindeler? Hayatta kalmak için saatlerce çalışan milyonlar doğal olarak bu işleri siyaset mekanizmalarına devreder. Ancak devredilen bu siyasi akıl bu insanların fiziksel ve ruhsal sağlığını korumak geliştirmek yerine onların daha fazla nasıl çalışılıp sömürüleceği üzerine odaklanırsa elbette ki buradan doğru yönlendirme çıkmaz. Yıllardır toplanan vergilerden, oluşturulan fonlardan iki üç aylık bir geçim yardımı çıkmıyor, ücretsiz maske bile dağıtılamıyorsa ciddi bir sorun var demektir. Bu sorun görünmüyor olsa bile çok açık ki hissediliyor!

Bu salgın hafife alınamaz

İlk günden milyonlarca insanın etkileneceği binlercesinin öleceği belli olan bir “felaketi” insanlar doğal olarak soğukkanlı bir akılla karşılayamaz. Çocukların, gençlerin okula gidemediği bir rutin ilgili herkesi endişelendirir ve kişisel olarak yönetilmesi zordur. İşe gidip virüs kaparak hastalanmak mı yoksa evde kalıp aç kalmak mı ikileminde kalmak başlı başına bir korku sebebidir. Seçeneklerden hiçi biri daha iyi ve güvende hissettirmez. Bilgi almak için başvurulan medya organları tutarsız haberler veriyor ise anksiyete artar. Bilmemek insanı korkutur. İnsanlar korunma önlemleri yeterli mi, hastalık kendisine bulaşır mı, bulaşırsa hayatta kalır mı, yakınları ne olur sorusunu sorarken “sakin ol champ” benzeri  “cool” tutumlar sergileyemezler elbette. Süreci yönetmek ile görevlendirilmiş siyasi otoritenin; tutarsız, geç, anlaşılmaz adımları insanları paniğe ve kendi bildiklerini yapmaya sevk eder. Günlük işleyişi bozulmuş, aç kalma tehdidi yaşayan, geleceği belirsiz bir topluluktan soğukkanlı olmasını, “evde kalmasını” beklemek umutsuz bir çabadır. Bunu ancak milyonların temel ihtiyaçlarını karşılayan, doğru yönetimle insanları güvende hissettiren bir akıl ve bunun etrafında örgütlenmiş bir işleyiş sağlayabilir. 

Bugüne kadar toplumun “bir kesimine” destek paketi açıklayıp milyonlara anlamsız tavsiyelerde bulunan, en mutlu ve özgüvenli kesiminin insanların çaresizce ürünlerini aldığı “makarna ve bisküvi” üreticilerinin olduğu, bu fabrikaların sahiplerinin alay edercesine “endişelenmeyin ülkeyi makarnaya boğarız, luppoya boğarız” açıklamaları yapabildiği bir organizasyon içinde başka ne hissedilebilir? Bir tarafta zengin ve mutlu azınlık, diğer yanda geleceğini belirsizlik içinde bekleyen korku ve endişe dolu milyonlar…