Parkan, sırsız bir ayna şimdi…

Alternatif çoktu. Masa başına geçme zamanı gelene kadar elbet seçerdim birini. Yaptığınız planla hayat arasındaki ilişki üzerine bir aforizma vardı, gelmedi aklıma şimdi, ama alternatif çoktu.

Örneğin, ülkemiz solunun özellikle seçim dönemlerinde tamamen aritmetik yüzü açığa çıkan “öğrenilmiş çaresizliği”ne ilişkin bir yazı olabilirdi bu. Kendini çoğaltamadığını düşündükçe, bu eksiğini kalabalığa karışarak giderme güdüsü yazılabilirdi. Kronik ittifak, güçsüzün kendini güçlendirmesi midir, güçsüzün massedilmesi midir, nedir bunun diyalektiği üzerine birşeyler söylenebilirdi. Hedef yitimi konusu işlenebilirdi.

Brecht’in “Galilei’nin Yaşamı”ndaki ünlü Galilei – Andrea diyalogundan “kahramanlar” meselesine girebilir, toplumun popüler isimlerin her zikzaklarını izleyen, bir lanetleyip bir yücelten belleksizliğiyle kendisine destek arayışından çıkabilir, altında ne var diye bakabilirdi bu yazı örneğin.

Alpay vardı aklımda, Gezi’yi sahiplenen bestesi, iktidara kafa tutan çıkışıyla. “Fabrika Kızı”nın “sosyal içeriği”nin sol ve sınıf açısından eleştirisiyle, sanatçıların kendiliğinden bilinci üzerine bir denemeyle, bu da “kahramanlar”a bağlanan bir pasaj olabilirdi.

Mehmet Şevket Eygi denen alçak ölmüştü, ardından mersiyeler yazılmıştı, Kılıçdaroğlu bile cenazesine çelenk göndermişti. Hem, yazının yayın tarihi 15 Temmuz olacaktı. “Anti-emperyalist” S-400’ler gelmeye başlamıştı. Alternatif çoktu.

Çoktu alternatif ve mesele sadece seçmekti. Bu köşenin nerede yer aldığını unutmadan, politik bağlamı gözeterek yazılabilirdi…

Son bir kez, kaçırdığım yeni bir gelişme var mı diye, sosyal medyaya göz atasım tutmasaydı. Oradan bir şamar yemeseydim. Yüzüm sadece o şamardan kızarmamış olmasaydı. Parkan ölmeseydi.

Parkan Özturan, benim arkadaşımdı. Bir sosyal medya taziyesiyle yetinemezdim. Yetinip de alternatiflerden biriyle devam edemezdim. Affedersiniz. Bir yürüyüşe çıktım, haberi alır almaz. Epeydir olduğu gibi, çok kısa sürdü bacağıma saplanan sancıyla. Başladığı zamanlarda sormuştum:

-Parkan lan, nöropati mi acep bu bendeki?

-Doktora git salak. Anlat bakiim nasıl oluyo…

Parkan ölmüş, sosyal medyada gördüm. Bu ne ağır bir cümle kuruluşudur.

Geçen Kasım ayında bir mesaj yazmışım, benim bir sosyal medya iletimin altına yine birileri çemkirmiş, o da yanıt vermiş yerime filan, onun üzerine. O zaman, nasıl mı başlamış özel mesajım?

-Uy, yaşıyormuş ☺ iyi misin?

Parkan yaşıyormuş, sosyal medyada görmüşüm sanki. Bu ne çirkin bir cümle kuruluşudur.

Şimdi, kaç üzgün surat koyarsam düzelir cümle kuruluşları? Kızgın bir tel olup saplanması gereken içeriği, hangi “smiley” kullanılarak örtülür?

Nasıl tanıştığımızı hatırladım.  Ramazandı, o kesin, çünkü teravih namazından çıkanlarla aramızda arbede yaşanmıştı ufak çaplı. Yaşanmıştı, çünkü zil zurnaydık. Halen kaçaktı kimimiz, neden, nasıl bilmem, salaş bir birahanede buluşmuş, bir gecelik kafa dağıtmak istemiştik herhalde. Oraya bir arkadaşımızın yanında gelmişti. “Parkan” diye tanıştırılmıştı. 68’li tiyatroculardan Erol Abi, burnunun ucu kıpkırmızı, “Mutlu Parkan’daki gibi mi” demişti. “Evet” demişti yeni gelen, “ama Parkan Özturan’daki gibi olmasını tercih ederim.” Beni içki pek tutmaz, ya da o zamanlar tutmazdı, “hah,” demiştim, “bir ukalamız eksikti”…

12 Eylül’ün hemen sonralarından bugüne sürdü gitti bir dostluk… Giderek seyrelerek, epeyce eksilerek olsa da, “orada işte”ydik hep.

“Dergi çıkarıyoruz, hadi anılar yaz Parkan; homurdanma çevir şu metinleri Parkan; düşmem yakandan, bitmedi mi Beşir Fuad’lar Parkan; öyküyü verdik alt tarafı senaryo yapacan Parkan; n’ooldu bizim randevuları alamadın mı Parkan; kalk hadi seslendirme lazım Parkan”… Hep bir öksürük krizi, hep aynı yanıt: Seni tanıdığım güne lanet olsun!

Nasılsa, ardından biyografik dökümü yapılacaktır. Tiyatro, Ortaoyuncular, Yeşilçam, Osmanlıca’dan çeviriler, şiir uğraşı, hastalığı, bacakları… Oğlunun adı Ferhan’dı. Bunların çoğu, “ben yaşarken oldu”. Uzun zaman oldu.

-Anlaşıldı, TKP’ye üye oluyoruz yani şimdi…

-Ben oldum anlattığım gibi, seni bilmem, karıştım mı hiç sana?

-Aklıma yatsa da çağırırsan gelmem ki zaten, biliyon huyumu, yapıyon numaranı.

Orhan Veli’nin ti’ye aldığı gibi, “ölünce kirlerimizden temizlenir / ölünce biz de iyi adam oluruz” geçersizdir bizim için, göğsümüze yumruk sert inse de. Geçinmesi zor insandı Parkan, biliyorum. Sorsanız, en yakınlarına yaka silktirmiştir, kırmıştır, küstürmüştür. Çoğunda da haklılardır. Bunları, “gerçek aşkına” yazmıyorum. Ya da bir acıya yaslanıp bağışlama beklemiyorum. Sadece, çevresinde, bunca uzun yıl, belki de en az sorun yaşadığı kişi olarak, yarın Parkan’ın olmadığı bir hayata uyanacak olmayı buruk fark edişimi herkese dağıtmak istiyorum. Artık yok.

Hastane odası, Parkan’ın bir bacağı kesilmiş yattığı odaya gidiyoruz üç-dört arkadaş. Kırgın eski arkadaşlarıyla gelmişim. Düşünün ortamı. Kapıdan girmemizden on dakika sonra, hemşire gelip bizi azarlamıştı, oranın bir hastane olduğunu hatırlatarak, hastamızın durumunu göstererek, ciddiyete davet etmişti. Çünkü, “ülen şimdi sen sol açık da oynayamazsın” demiştim ve arkası çorap söküğü gibi gelmişti. Hemşire ne bizi anlamıştı, ne hastamızı! Koca koca herifler, şu durumda, kakır kakır gülüyorlar… Kakır kakır gülüyoruz, evet. Sonraki operasyonlarda hemşiresizdi kakırdamalarımız.

Hemşire anlamamıştı, bizim geçip geldiğimiz yerlerde acılara dayanmanın binbir türünü öğrendiğimizi. O içten içe süregelen acılarla baş etmenin yollarından biri buydu mesela, bir yolu da “aman ne aksi adam”dı. Fırtınayı örtmenin, güç yetiremezliğin, terk edilmeyi çağırışların, kendine kapanmanın. Anlaşılamazdı demek, ta içine bakmaksızın.

Alternatif çoktu bu haftanın yazısı için. Ama üzgünüm. İyisiyle kötüsüyle, nice paylaşmışlık, nice anı örttü üzerlerini, insanız. Arkadaşımdı.

Tiyatro sevdasının, içinde bulunduğu koşullarda bile canlı kaldığından bahsedilmiş. Sahi, “Bacaksız Tiyatro”yu duymuş mudur hemşire? Ne düşünmüştür? Onu geçin, “içinde bulunduğu koşullar” nasıl bir cümle kuruluşudur? Neler dahildir o koşullara, neler hariçtir, bu nasıl bir bacaksızdan gelen tekme gibi sorgudur…

Son seçim döneminde, parti duyuruları, marşları paylaşmış, baktım da. Baktım da, kendisini İzmir’e davet eden bir arkadaşına verdiği yanıtı gördüm. Gördüm de, Parkan yok artık.

İkinci şiir kitabını nasıl bastırır, nasıl bir ekmek alır onunla, konuşmuştuk son kez. Yollar önerdim, bekledim dosyasını göndersin diye. Bekledim. Bu ne acıtıcı bir kelimedir. Gönderemedi. Bu ne yıkıcı bir kelimedir.

Biri imzalı üç nüshasını da bulamadım bendeki ilk kitabının. “Celladım Olacaksın”dı. Bulamadım. Buna hiçbir kelimeyle, hiçbir cümle kuramam.

Yaşarken, karşısındakinde kendini görüyor insan, öyle görüyor. Belki ölünce de. Ölen bakamıyor, ama karşındaki olmayı sürdürüyor. Şimdi Parkan, bir ayna tutuyor, metaforsuz, sırsız.

Sabahın dördünde, Üsküdar’da, leş gibi bir işkembecide, kolunda bir böcekle, henüz yürüyebiliyorken, elinde dosyalarla gelir buluşur musun benimle anılarda yine Parkan? Bilmiyorum. Ama demişsin ya, bütün ülkede partiyi iktidara taşıyalım diye. İşte onun için birlikte yürüyeceğimizi biliyorum, gözün arkada kalmasın.

Yani ben biliyorum, seni bilmem, karıştım mı hiç sana?