Medya: Doğru bir tasvirle ancak ‘kontluk’ olarak nitelendirilebilir. Yaşadığım yer üzerinden bu durumu biraz daha somutlaştırmak isterim.

Medya mahallesi

Bizim jenerasyonun ortak hafızasında, ‘mahalle’ pozitif çağrışımları olan bir kelimedir. İnsanların kolektif hafızasında olumlu olarak yer etmiş bu kavramlar ‘ideolojinin’ zihinlere sızabilmek için kullandığı ‘anahtar kelimelerdir’. Doğan medyanın gazeteciliğe armağan ettiği kavramlardan birisidir ‘mahalle’. Medya’nın mahallesinde özgürce top oynamak, uçurtma uçurmak ya da tozun toprağın içinde misket oynamak yoktur. Tüm bu pozitif çağrışımları bir kenara bırakalım, medya bir mahalle olarak asla tanımlanamaz. O, daha çok acımasız bir kast sistemini temsil eder. Zaten bu yüzden de hiç kimse merkez medyanın çemberini aşıp da kolay kolay mahallenin bir konuğu olamaz.

Öyleyse sonuca ulaşmak için okuyucuyu daha fazla yormanın bir anlamı yok. Medya: Doğru bir tasvirle ancak ‘kontluk’ olarak nitelendirilebilir. Yaşadığım yer üzerinden bu durumu biraz daha somutlaştırmak isterim. Tullamore, İrlanda’nın bu küçük kasabası, geçmişte Offaly kontluğuna bağlıdır. Zamanda bir yolculuk yaparsak eğer toprağın üzerindeki tüm canlılar (insanlar dahil) Offaly kontluğunun malıdır. Peki, zamanda yolculuk yapmaya gerçekten gerek var mı? Böyle bir zahmete katlanmaya gerek yok, medya mahallesinin tüm üretim araçları, ‘insanlar dahil’ medya kontluğunun malıdır. Bu kontluklar güçlerini çeşitli sembollerle hatırlatır yoksul emekçilere.

Offaly kontluğu ve Türkiye’deki medya kontluğunun sembolleri

Gazeteciliğin bugün içerisinde olduğu kriz, geriye gidişin ucu bucağı olmadığına işaret etmektedir. Bu feodal kast sisteminde gerçekten becerikli gençler acımasızca öğütülür. Büyük camlı kapılardan içeri girenler, bir daha özgün düşünceleriyle toplumsal hayata karışamazlar. Onlar, ‘gerçeği inşa eden’ birer medya manipülatörüne ya da popüler tabirle profesyoneline dönüşürler. Ekonomi ve ekmek davası insanın belini bükerken, dik durabilme bir marifet ya da kabiliyet olmanın ötesine geçer. Böyle bir şey artık söz konusu bile değildir. Kontluğun malı olanlar, feodal beyin onlara sunduğu yemeğin hakkını vermek zorundadırlar. Meslek yaşamıma girdiğimden beri, bin bir zorlukla kurulan ‘muhalif yayın organlarının’ emekçilerinin çektikleri çileye şahit oldum. Onlardan biriyim ve arada aldığım cep harçlığı sayesinde kendimi bu kölelik düzeninde motive edebildim. Kontluğun kalelerinin dışında korkunç bir açlık, yokluk ve yoksunluk bizleri bekler. İstismarın adı ‘gazeteyi ya da televizyonu ayakta tutmaktır’. Cebinde beş kuruş para olmadan habere doğru kilometrelerce yol yürüyenler, gittikleri haber ya da röportajlarda da karakter yoksunu adam ya da kadınların anlamsız ego fırtınalarına tutulurlar. İşte bir basın kölesinin hayatı. Yaptığım röportajlar için tek kuruş para talep etmezken, talep ettiğim tek şey editörlerimizin sigortalarının ve maaşlarının yatmasıydı. Emekten, şereften ve namustan yana olduklarını söyleyenler yani kontluğun alternatifi olduklarını iddia eden sözde muhalif kontlar, bunların hiçbirini yapmadı. Bizler yaşamdaki her şeyden fedakârlık ederken, onlar yollarını buldular. Alın size ‘medya mahallesi’ tepe tepe kullanın. Bir kez olsun anne ve babamı çalışıyorum, bu işi yapıyorum dediğim için yemeğe dahi götüremiyorsam bu işi neden yapıyordum?

Kast ve kölelik sisteminin böylesine yoğun yaşandığı bir işte ısrar, kapitalist ölçülerle düşüneceksek eğer akıllı insanların yapacağı iş değildir. Bu işi yapabilmek için gazetecilik denen ve sonsuz merak duygusuyla tetiklenen bu işe inanmanız gerekir. Zaten insanların vahşice sömürülmesine neden olan da bu inanç duygusunun sonsuz düzeyde istismar edilmesidir.

Medyanın ve burada kölece sömürülen emekçilerinin böylesine bir kast sistemine tutsak olmasında hepimizin payı var. Bu eleştiri noktasından kendimize bakmadığımız sürece onların televizyonlarına, gazetelerine hatta niteliksiz popüler figürlerine tutsak olacağız. İrfan Erdoğan, iletişim alanında dikkatle ve özenle takip ettiğim ender bilim insanlarından birisidir. Kapitalizme ve onun ahlak gibi görünen ahlaksızlığına isyan eder Erdoğan. Sınıfsal eşitsizlikleri, çalışmalarının merkezine almayan bir sosyal bilimci asla dikkate değer tezler ortaya koyamaz. İletişim denen bu bilimde, ‘kapitalist ekonomi’ kurallarının dışında ondan bağımsız gerçekleşen hayali bir üretim kolu değildir. İletişim, yaşadığımız yüz yılın felaketidir. Bunu hâlâ göremediğimize ya da buna hâlâ gereken özeni göstermediğimize göre bu felakette ortak sorumluluğa sahibiz demektir.

Medya kontluğunun alternatifi olma iddiasındaki yayın organları için artık ‘kırmızı alarm’ verebiliriz. Kendi öz gücümüze, kendi insan kaynağımıza dayanmadıkça ve kendi insanımıza omuz vermedikçe büyük medya tekellerinin ve onların iş bilir popüler figürlerinin esiri olmaya devam edeceğiz. Zaten mantıklı iki kelimeyi yan yana getirecek insan kaynağına gerçekten sahip değilsek ve kontluğun medyasına muhtaçsak eğer vay halimize!

Bir süredir Avrupa’daki meslektaşlarımızla iyi işler yapan ve Avrupa’da haber uğruna sonsuz bir emek veren dostlarımız neden bu televizyonlarda görünemiyor ya da yer alamıyor diye tartışıyoruz. Meselenin iyi bir iş üretmek olmadığı gerçeğini artık kabul etmek zorundayız. Bahsettiğim kontluğun üyesi bir gazeteci misiniz, yoksa bunun dışında bir gazeteci mi? Dışında kalanların ağızlarıyla kuş tutsalar bile toplumsal görünürlük hakları ellerinden alınmıştır. Onlar bir sosyal medya uygulamasındaki basitlikle engellenmiş kişilerdir.

Kontluktaki arsızca sömürünün tek sorumlusu elbette bu acımasız kast sistemini inşa edenler değildir. Gazeteciler bir meslek hastalığından mustariptir. Toplumsal olarak da narsizmin liberal ideoloji tarafından topluma sürekli olarak pompalandığı bir atmosferden gazetecinin kaçabilmesi olanaksızdır. Kişisel egolarımızın, aynı sınıfta olan bizleri bir iç rekabete ve yabancılaşmaya sürüklemesine asla izin vermemeliyiz. Artık bu noktada basın emekçilerinin birbirlerinden başka tutunabilecekleri hiçbir şey kalmamıştır. Öyleyse eyyamcılık hastalığını bir kenara bırakıp birbirimizi açık açık eleştirmek zorundayız. Yoksa bu kontluğun duvarlarında sonsuza dek bir gedik açamayacağız.

Gelelim ‘medya mahallesine’. Ayşenur Arslan ile röportaj yaptıktan sonra kendisine burada yazacağım eleştirileri mesaj yoluyla da iletmiş olduğum için buraya yansıtmak noktasında hiçbir çekince duymuyorum. Sürekli aynı konukların etrafında dönen bir programın, açıkçası ‘medya mahallemizin’ ne kadarını yansıtabildiğini hiç bilmiyorum. Ayrıca bu durum elbette ki Ayşenur Arslan’la sınırlı bir konu da değil. Bir gazetecinin konuk listesi doğan medya ile ya da günümüzün merkez medya figürleriyle sınırlı olması ibretlik bir durum. Tipik bir gazeteci refleksidir, bu satırları yazdığım için kendimi buralara önerdiğimi bizim cenahtan insanlar düşünebilir. Mesleğimizin ve bu meslek dünyasının çarpık algılarını sezmekte ustalaştım sayılır. Bu kanallara çıkmayı zerre umursamıyorum. Umursadığım tek şey kendi topluma ulaşma kanallarımızı inşa edebilmek. Buradaki esas sorun, bizim kendi araçlarımızla topluma nasıl ulaşabileceğimizdir. Konuk listesi ve ufku daha geniş olan ama daha az görünür olan kanallarda zaten sözümü söylemeye, çalışmalarımı ve fikirlerimi anlatmaya çalışıyorum. Beni esas rahatsız eden şey, bu ‘medya kontluğu’nun insanlara bir deli gömleği biçmesidir. Eğer haftanın her günü, biteviye aynı insanların aynı suretlerini görmeye mahkûm ediliyorsak ortada herhangi bir alternatiften söz edemeyiz. Şimdi, önümüzde iki yol var, ya bu deli gömleğini paramparça edecek ya da bu gömleğin tüm bedenimizi sararak bizi hareketsiz bırakmasına rıza göstereceğiz.