Gözlemleyebildiğim kadarıyla Sedat Peker üzerinden yeni bir Pablo Escobar anlatısı inşa edilecekmiş gibi görünüyor. Sözde kanaat önderleri bu oltaya çoktan gelmiş gibi.

Fantezi ve gerçeklerle Türkiye: Kolpaçino filmi ve mafyanın estetikleştirilmesi

Parmak koparmak, tırnak çekmek, falakaya yatırmak kısacası insana işkence etmek bir komedi unsuru olabilir mi?

Sinemanın Türkiye’deki gelişimine ve geldiği noktaya bakarsak mafya komedi unsuru olmanın ötesinde, ‘Kurtlar Vadisi’ dizi ve filmleriyle Türkiye’deki milyonlarca genci karanlık bir paltonun altına hapsetmiştir. İleri endüstri toplumlarını tipik bir orta çağ toplumu olarak ele alacaksak, bu toplumların sürekli ve sürekli olarak kahraman imal etmesi gerekir. Tam bu noktada tehlikeli olan şey, yaratılan bu kahramanların pozisyonudur.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla Sedat Peker üzerinden yeni bir Pablo Escobar anlatısı inşa edilecekmiş gibi görünüyor. Sözde kanaat önderleri bu oltaya çoktan gelmiş gibi. Ayrıca bunu tahmin etmek için büyücü ya da falcı olmaya da gerek yok. İktidar sahipleri açığa çıkan gerçeği ancak yeni mitlere sarılarak anlamsızlaştırabilir. Mafya, bu mitleri inşa etmede biçilmiş kaftan gibi duruyor.1 Yoksulların dayanılmaz yaşamını, dayanılır kılmanın tek yolu dinselleşme değildir. Dinin yanına her zaman yardımcı unsurlar koymanız şarttır. Mafya ve ona bağlı kahramanlık miti, sistem için en akılcı ve kolay yolmuş gibi görünüyor.

Endüstri meslek lisesinin elektrik bölümünde okuduğum için küçük Polat Alemdarları çok iyi bir biçimde gözlemledim. Geleceğin işçi adaylarını kof bir milliyetçilik ve sözde bir kahramanlık payesiyle esir almışlardı. Demek ki kitle iletişim araçlarının etkisi sanıldığının aksine zayıf değil. Toplum yaratılan bu mafya karakterlerini bir rol model olarak kabul ediyor; hatta bunu tüketim kültürüyle katık edebiliyorsa Polat Alemdar ve arkadaşlarını asla başarısız göremeyiz.

Romanın öldüğü bir çağda yazının yerini daha fazla imgeler almaya başladı. Yazmayan ve yazılanları okuyamayan kişiler, sınıf mücadelesiyle tanışmadıkları sürece kitlesel iletişimin selinde sürü gibi güdülmeye devam edecekler. Louis Aragon, romanın ölmediğini ve bunun olamayacağını iddia eder. “Roman, gerçekliği tüm karmaşıklığıyla kavramak için insan tarafından icat edilmiş bir makinedir. Bu makinenin daha sonra işlevinden sapıp bozulması farklı bir meseledir. Şöyle desem haddimi aşmış olur muyum: Her nesilde ‘romandan umudu kesmekte’ uzmanlaşan birileri olur. Bu Orta Çağ’dan beri sürüyor; dostlarımın tek yaptığı anlatılan hikayeleri, çağa bağlı olarak din ya da sanat adına mahkûm eden bu yöntemi yeniden ele almak. Ne var ki Cervantes şövalyelik romanlarıyla veya Stendhal pembe dizi romanlarıyla alay ederken, bunu bir Don Kişot ve bir Julien Sorel yaratarak yapıyorlardı. Romanın artık bittiğini veya biteceğini ileri sürmek, insan gerçekliğinin değişmez ve sabit olduğunu düşünmek istemek anlamına gelir. Her zaman romanlar olacaktır, çünkü insan hayatı her daim değişkendir ve hayat, insanları bu değişkenleri anlamak zorunda bırakacaktır; çünkü değişken bir dünyada bir durum saptaması yapmak, bu değişimin kanununu kavramak insan için buyurgan bir zarurettir; en azından insan kalmak istiyorsa böyledir bu, şartları gitgide daha karmaşık hale geliyorken insanın hep ondan daha yüksek ve daha karmaşık bir fikri olmalıdır” (Aragon, 2018: 12)2.

İnsanın hâlâ yüksek fikirleri ve hayalleri var. Aragon’a bu konuda hak vermediğimizde gerçekten de insanın artık tamamen yok olduğunu kabul etmiş oluruz. Oysa sınıf mücadelesi tüm şiddetiyle yaşanmaya devam ediyor. Bugünün dünyasının felaketi, nitelikli yazınsal eserlerin diziler, filmler ve kitlesel iletişim tarafından bastırılıyor olmasıdır. Bu boğucu atmosfere rağmen birileri yaşadığımız çağın kaydını sinsice tutmaya devam ediyor. İnsanın giderek silikleşmesi ve zihinlerin kitlesel gürültüyle dumura uğratılması, her şeyin tamamıyla karanlığa gömüldüğü anlamına gelmiyor. Tam tersine gerçeğin tüm gediklerden bir ok gibi fırladığını görüyoruz. Bugün, Türkiye’de milyonlarca ok kitlesel iletişimin tüm çabasına rağmen gediklerden fırlıyor ve ışık saçıyor. Gerçeğin gökyüzüne doğru fışkırıyor olması iktidar sahiplerini büyük bir karmaşaya sürüklüyor. Propaganda etkili olabilmek için her zaman güçlü bir altyapıya ihtiyaç duyar. Ekonomik kriz dönemlerinde toplumu yönlendirmeniz ve yeni bir gerçeklik inşa etmeniz zorlaşır. Peki, tam her şey tüm gerçekliğiyle ortaya dökülmüşken yine de kitleleri yönlendirmeye devam edebilirler mi? Örgütlü toplumu zaten bunu gerçekleştirebilmek için dağıttılar. Tanklar, işkencehaneler, polis müdürleri, içişleri bakanları hepsi ama hepsi örgütlü toplumu dağıtmak için organize edilmiş araçlardır. Neticede öyle bir ana gelindi ki toplum ‘örgüt’ kelimesini dahi ağzına alamaz oldu. Ardından insanlar üçüncü uzuvlarıyla tanıştırıldı ve propaganda milyarlarca insanı çepeçevre sararak tüm zamanı ele geçirdi. 

Kurtlar Vadisi çılgınlığının ardından onun parodileştirilmesi çılgınlığı geldi. Şafak Sezer’in başını çektiği bir ekip, yine kuvvetle muhtemel yakından tanıdıkları bir dünyanın komedisini çekmek istedi. Kolpaçino serisi, genç kuşakların ilgisini çekti ve insanlar bu seriyi defalarca izledi. Kadınların sürekli olarak aşağılandığı ve ‘Sabri abi’ gibi oldukça çirkin bir karakterin yüceltildiği bu filmde herkes kendinden bir şeyler buldu. Kötü olan şey, mafya bir tarafta (Kurtlar Vadisi) kahramanken diğer tarafta (Kolpaçino) bir komedi unsuruna dönüştürülüyordu. Kazanmanın orman kanunlarına bağlı olduğu bir toplumda bu tür içeriklerin üretilmesi oldukça normal. Kutsal, yüce ve ileri Batı’da bunun daha incelikli ve sanatsal yapılıyor olması bir şeyi değiştirmez. Lümpen proletarya geçmişte olduğu gibi bugün de sömürücülere hizmet etmek zorundaydı. O, aydınlık bir dünya için mücadele edenleri öldürürken, gerçekte söktüğü kendi dişi ve tırnaklarıydı. Vatanı kurtarırken gerçekte vatana ihanet ediyor, bayrağı kutsallaştırırken tam tersine bayrağa küfrediyordu. İyi bir yaşam için uyuşturucu satmayı ve kadın ticareti yapmayı göze alanlar yine topluma ahlâk vaaz etmeye devam ediyor. Şaşırtıcı değil. Kolpaçino filmindeki Sabri karakterinin dini yorumlama biçimine bakıldığında gerçek bir dindarla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Karakteri komik bir ucubeye dönüştüren şey, her gün karşılaştığımız bu gerçeğin bize tüm çıplaklığıyla olduğu gibi gösterilmesidir. Meksikalı uyuşturucu kartelleri ülkelerinde en büyük kiliseleri inşa ediyorsa, Türkiye’deki muadillerinin de en büyük camileri inşa ederek cevap vermesi olağan. 

Bir ulus tıpkı diğer uluslarda olduğu gibi filmlerle uyuşturuluyor. Türkiye’de her şey ayyuka çıkmışken en büyük suçları işleyenler yine kahraman ilan edilebilir. Toplumu bu düzene karşı tavır almaya sevk edecek tek şey ortak bir amaç uğruna birleştirilebilmesidir. Şimdi, hiç olmadığı kadar bu ana yakın olabiliriz. İnce bir çizginin üzerinde yürüyoruz. Ya Youtube’da yeni bir Pablo Escobar yaratacak ve onun açıklayacağı gerçekleri ya da yalanları bir izleyici oburluğunda tüketeceğiz veya tam tersine harekete geçecek ve iktidar sahiplerinden hesap soracağız. Tekrar etmekte fayda var; Kolpaçino gibi filmler salt fantezi ve hayal üzerine inşa edilmez. Hakir gördüğümüz bu filmler, yaşadığımız toplumun gerçekliğini çarpık bir tonda da olsa gösteriyor olabilir. Neticede burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor. Bu suret öylesine çirkin ve çürük ki tüm toplumu kendisiyle birlikte çürütüyor.  “Bizim ordu tefecilerin az işine yaramıyor! Yo, yo, benim çevirdiğim dümenleri ve tefecilik faizlerini de, gerektiğinde Mösyö Peugeot’yu Izola Kardeşler’i, Chabanais’nin patronu ve Dufayel kuruluşlarını savundukları gibi savunacak olurlarsa; ben kendi payıma çalışıyor görünerek silah omuza, sağa dön, sola dön, daha da buna benzer nice nice hem yararlı hem gerekli işle vakit geçiren onca insanın silahlının yıllar yılı beslenmesine, bakılmasına karşı değilim vallahi. Çok iyi biliyorsunuz, sendikacılar, kışkırtıcı takımı, grevciler, daha ne bileyim, bütün dili uzunlar, beni olduğu kadar sizi de, rastgele bir mahalle bakkalını olduğu kadar Mösyö Lebaudy’yi de aynı kaba koyup, hepimize asalak demek alışkanlığı edindiler; hakları da yok sayılmaz hani. Niye itiraf etmeyelim, hepimiz asalağız aslında, hepimiz. Bana hiç de kötü gelmiyor bu. Hem asalağı besleyen hayvan olmak, hayvanın ensesindeki asalak olmaktan niye daha iyi olsun? Bana sorarsanız, tam tersi doğru bunun, zaten uygarlık dediğimiz de bu. Artık incelikte, kültürde öyle bir döneme eriştik ki, köklü bir iş bölümü gerektiriyor. Eskiden böyle miydi! Ticaret hor görülür, soylular paraya el bile sürmezdi. Şimdi öyle mi ya, asalaklık toplumculuğun en üstün biçimi. Gelecek, asalaklığındır” (Aragon, 2018: 104). Burjuvazi, geleceğin asalakların elinde olacağını düşünmek ve ona göre bir dünya yaratmak istiyor. Eğer insanlık yoluna devam edecekse, gelecek asalakları insanlığın sırtından söküp atanların olmak zorundadır.