Koronatak halimiz...

Bu yazıyı yazdım çünkü gündüzleri evde kalınmayan, geceleri sosyal medyada sabahlanılmayan bir ülkede yaşamak istiyorum; korona günlerinde dahi güvensizlik duygumun ağır basmadığı, eşitsizlik ve hak gasbına uğrama kaygımın beni yönetmediği bir ülkede.

Dr. Cem Taylan Erden

Evet hepimiz bir koronatak halindeyiz, panik atak gibi. Nasıl olmayalım ki tüm algısal dünyamızı korona virüsü ile ilgili haberler, sayılar, gerçekler, önlemler, kolonyalar, maskeler ve eldivenler kaplayıverdi kısacık bir sürede. “Uzaklarda olup biten bir şeyler, biz iyiyiz çok şükür” alarm seviyesinden, “Sevim koş, ev yanıyor” seviyesine hızlı bir geçiş yapmış olduk. Bu kadar kısa sürede, üstelik pek de hazırlanamadan yaşadığımız bu değişiklik bünyeye ağır geliyor dolayısıyla. Demek ki neymiş, ruhsal bozukluklar, hazırlıksız yakalanan ruhun kısa zamanda sindiremediği çevresel durumlara verdiği olağan bir tepkiymiş. Umarım bu günler geçtiğinde bu veriyi silmemiş oluruz, zira hep lazım olacak.

Demek ki neymiş, ruhsal bozukluklar, hazırlıksız yakalanan ruhun kısa zamanda sindiremediği çevresel durumlara verdiği olağan bir tepkiymiş. Umarım bu günler geçtiğinde bu veriyi silmemiş oluruz, zira hep lazım olacak.

Şimdi bu koronatak halinin birkaç bileşeni üzerinden gidebiliriz, artık yolumuz nereye varırsa. Hiçbir olasılık, o olasılığı hazırlayan/kolaylaştıran yeterince etken birikmiyorsa gerçeğe dönmüyor haliyle. Bu yüzden koronataktan önceki halimiz, bizzat koronatağımızın boyverdiği topraklar aslında. Durumumuzu bir hatırlayalım, zira koronatak her şeyin üzerini kapladığından, bir öncesizlik ve sonrasızlık iklimi yarattığından, kronolojik işleyişimizi dumura uğratıp bizleri kendi zaman dilimine hapsettiğinden mütevellit bizi perişan eyleyebiliyor. Perişan olmamak için kronolojimize sahip çıkalım efendim, kendi zamanımızı kendimiz sayalım.

BU KORONATAK HALİMİZ ÖNCESİNDE DE PEK KEYİFLİ DEĞİLDİK

Biz bu koronatak halimiz öncesinde pek keyifli değildik hatırlarsanız; ülkemizin semalarında kara savaş bulutları vardı, başka bir ülkenin topraklarında öldürülen genç insanlarımız vardı. Deprem gerçeği vardı sonra ara ara kendisini hatırlatan ve önümüzdeki yıllarda yaşayacağımız ve henüz yeterince hazırlık yapmaya başlamadığımız büyük depremlerin habercisi olan ve bizi hazırlık yapma konusunda değil ama sadece deprem bölgelerine yardım gönderme konusunda motive edebilen. Ekonomik olarak zaten zorlanıyorduk, kadın ve işçi cinayetleri hız kesmeden sürüyordu, gazeteciler hapse tıkılıyordu falan filan. Ülkemizin gerçekleri dediğimiz ve artık alışmaya, ayak uydurmaya başladığımız işte bu halimiz koronatağın, deprem fobisinin vs. bilumum ruhsal bozukluğun anası aslında. Ne eksen büyür bu toprakta yani, ruhsal bozukluklar açısından muazzam olanaklar barındıran bir toprak bu. Sürekli kanla suluyoruz, ara ara toprağın böğrünü yara yara çapalıyoruz, ruhumuzun olanca bokunu, çöpünü akıtıyoruz, içine canlı canlı madenci gömüyoruz daha ne yapalım?

SORUN MEMLEKETTE DEĞİL, MEMLEKETİMİZ GÜZEL

Ha bu arada bizim yaşadığımız toprakların sorunu değil bu; memleketimiz güzeldir, tıpkı diğer memleketler gibi. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanoğlunun oluşturduğu yaşam biçiminin sonucu bu, taşın toprağın ne suçu var. Adını da koyalım isterseniz, kapitalizm denen ekonomik ilişkiler biçimi tüm bu yaşadıklarımız. Üstelik sadece biz değiliz bunları yaşayan, diğer güzel ama kapitalizm ile yaşayan memleketlerde de işler böyle yürüyor. Kapitalizm bir santrafor gibi attığı gole bakıyor çünkü, gol yemeyi önemsemiyor.  Atılan golü santrafor atıyor onun keyfi yerinde, diğer golü takım yiyor nedense. Takım küme düşse bile o gol kralı olabiliyor, küme düşmüyor, daha iyi bir takıma transfer olabilir her an, mesela Malta. Ama gel gör ki korona günlerinde, tüm takım defansa çağrılsa da oyuncular alışık değil böyle oynamaya, sıçıp batırıyorlar. Ama santrafor arada bir iki topa vurunca (fabrikalarda solunum cihazı üretmeler, otellerini sağlıkçılara tahsis etmeler) seyirciye alkışlatılıyor. Seyirci eski dönemin refleksleri ile hareket ediyor hala, yeni duruma alışamadı. Bu oyun düzeni ile bu rakibe karşı oynanmıyor işte; sadece rakip güçlü olduğundan değil, bizim oyun düzeni bozuk, insanca bir yaşama ve ölüme uygun değil sevgili seyirci, senin yerine gol attığını düşündüğün santraforun peşini bırak artık, kendin için oynama vaktin çoktan geldi.

Uzun bir süre boyunca korona virüsün henüz ülkemize gelmemiş olmasıyla milli bir gurur patlaması yaşadığımızı ve gün be gün bu gururu bir üst seviyeye çıkartarak, meseleyi hücrelerimizdeki asil genlerimizle veya kelle paça tüketim oranımızla açıklayıp, koronadan kırılan ülkelere bıyık altından güldüğümüzü hatırlatmak isterim. Yani altın değerindeki günleri goygoyla, kelle paçayla, ve iki kilo bulgur ve bir paket maske alalım kenarda dursunla harcayıverdik.

Neyse kapatalım parantezi, ne diyorduk, koronatak öncesi zaten ruhsal halimiz pek içaçıcı değildi, bu durum koronatağa yakalanmamızı kolaylaştırdı diyorduk, bu bir. İkincisi de korona virüsün adım adım bize gelişine dair tepkimiz, yani hazırlanma sürecimiz. Bu hazırlıklılık olayı da enteresan bir öngörücü. Hazırlıklılık halimiz yaşayacağımız travma sonrasındaki incinme düzeyimizin belirleyicilerinden biri. İncinmeyeceğiz diye bir şey yok yani ama ne kadar incineceğiz, kırılacak mıyız sorularına yanıt oluşturabilir hazırlıklılık düzeyimiz. 
Şimdi yine o günlere dönecek olursak, uzun bir süre boyunca korona virüsün henüz ülkemize gelmemiş olmasıyla milli bir gurur patlaması yaşadığımızı ve gün be gün bu gururu bir üst seviyeye çıkartarak, meseleyi hücrelerimizdeki asil genlerimizle veya kelle paça tüketim oranımızla açıklayıp, koronadan kırılan ülkelere bıyık altından güldüğümüzü hatırlatmak isterim. Yani altın değerindeki günleri goygoyla, kelle paçayla, ve iki kilo bulgur ve bir paket maske alalım kenarda dursunla harcayıverdik. 

“Her koyun kendi bacağından asılır” cümlesi koyunların değil celeplerin atasözüdür. Koyunların asılmaya devam etmemek için bir araya gelip bir şeyler yapmaları gerekir, bu atasözü onların işine yaramaz. Korona virüs celep misali bizi de o askıya asıvermek için kapıya dayandığında ah vah etmemek, koronatak geçirmemek için, ta o günlerde “bizde yok nasılsa” diye göbeğimizi kaşıyacağımıza hazırlık yapmaya başlamalı, kendimizi toplum olarak bu günlere hazırlamalıydık. Dönemeyeceğimiz yurtdışı tatillerine çıkmamalı, umrecilere parasetamol dağıtılmamasını sağlayabilmeli, sınırlarımızı virüs kapıya dayanmadan kontrollü hale getirmeli, yeterince tanı kiti edinmeli, insanların evde kalmak zorunda olduklarında aç kalmayacakları, elektriklerinin kesilmeyeceği bir ekonomik destek paketi vs. hazırlayabilmeliydik. Elbette ki tüm bunlar tek tek kişilerin yapabileceği işler değil, doğada daha güvenli yaşayabilmek üzere kan,can ve vergi verdiğimiz devlet denen organizasyonun yapması gereken hazırlıklardı. Ama olmadı, olamadı. Bu kısa dönem hazırlıklılık halinin yeterli olmama sebepleri yukarıda bahsi geçen ekonomik sistem ile doğrudan ilişkilidir, her seferinde hatırlamalıyız. 

Gelelim koronatak bileşenlerinden bir diğerine: koronamızı nasıl yönetiyoruz? Olmuşla ölmüşe çare yok, eyvallah ama şimdilerde nasıl gidiyor, koronatağımızı nasıl yaşıyoruz? 

HERKESİN KORONATAĞI KENDİNE

Evde kalalım tamam ama hepimiz aynı evde değiliz bir kere. Kredisi devam etmekte olan dairesine erzakı ve interneti ile kapanabilmiş orta sınıfımız ile çalışmaya devam etmek zorunda olduğu için sokaklara dökülen işçi sınıfımız ve de boğaz yalısında spor yapan şampiyon santraforumuz aynı evde değil haliyle. Koronatağı da farklı yaşamalarında şaşılacak bir durum yok. Herkesin koronatağı kendine. Virüsün birçok fanileri eve kapattığı bir noktaya kadar doğru ama “Hangi eve?” sorusunu sormak durumundayız. Bir de toplumdan çok daha yüksek oranlarda ölen sağlık emekçileri, diğerlerini eve sokmaya çalışan kolluk kuvvetleri filan da var. 

Doğada mutlak eşitlik olmuyor, olamıyor ama bu kadarına da pes. Bu eşitsizlikler içerisinde koronatağımızı belirli algoritmalar içerisinde, fazla test kiti kullanmadan, öyle uzaktan uzaktan hiç konuşmadan yaşayamadık. Kimisi keyfine test yaptırırken kendisine, kimi test sonucu çıkmadan ölüp gitti; kimisi doktoru arabasına çağırırken, kimisi yüksek paralar talep edilen özel hastane kapılarından dönmek durumunda kaldı. Herkesin kendi OHAL’ini uyguladığı bu günlerde yine kendi bacağından asılan koyunlar misali ortadakilerin bütün örgütlenme birikimini sosyal medya üzerinden gerçekleştirmeye çalışıp, “portakal #evdekal” çağrısına uymanın konforuna sığınarak geri kalan bütün sorumlulukları yukarıya havale etme edimi koronatağın en sevdiği gıdalardan. En alttakilerin şalteri indirip "bu koşullarda bu fabrikada çalışılmaz, ücretsiz izini kabul etmiyoruz" vs. dediği örnekler dışında usul usul çalışmaya devam etmesi de koronatağın sevdiklerinden, ilginçtir tepemizdekiler de bunu çok seviyor. Ama tepemizdekilerin işi çok zor, bu sene kârlarına kâr katamayacaklar sadece devletten aldıkları desteklerle idare edecekler maalesef, hele de karantina ile gelişen sektörlerdekilerin keyfi pek yerinde, koronatak bu evlerde biraz zor yaşar. Sözün özü koronatak düştüğü evi yakabilir ancak, her evi değil. Diğer bir yanda yeterli yoğun bakım hizmeti alabilenlerin yaşamaya devam edebildiği bir hastalık bu. Şimdilerde pasta yoğun bakım hizmeti oldu, bakalım pasta nasıl paylaşılacak? 

Kimisi keyfine test yaptırırken kendisine, kimi test sonucu çıkmadan ölüp gitti; kimisi doktoru arabasına çağırırken, kimisi yüksek paralar talep edilen özel hastane kapılarından dönmek durumunda kaldı.

Çok öncesi ve öncesi ve şimdisi koronatağın nasıl seyredeceğini anlatıyor bize, tamam peki ama biz ne yapalım be kardeşim evimizde oturuyoruz işte veya keyfimizden değil mecburen işe gidiyoruz (diğer grubu sınıfsal zorunluluklar nedeniyle kapsam dışı tutuyorum) dediğinizi duyar gibi oluyorum. Sonuç olarak, ben bu yazıyı neden yazıyorum ve siz neden okumalısınız? 

NEDEN YAZDIM?

Ben bu yazıyı yazdım çünkü ben de kendi koronatağımı yaşarken akıl sağlığımı korumaya çalışıyorum ve koronatak karşısındaki duruşumu netleştirmeye ve bu duruşu eylemeye ve paylaşmaya ihtiyacım var.
Bu yazıyı yazdım çünkü sizin koronatağın pençesine düşüp, peşi sıra diğer ruhsal bozukluklar yaşamanızı istemiyorum. İnsanoğlunun zihni karmaşa ve belirsizlik karşısında dumura uğrayıp kolayca hastalanabiliyor. Anlamak, sınıflandırabilmek  ve bu anlayışla eyleyebilmek zihnimiz için sandığımızdan daha kuvvetli bir ilaç. Siz az ya da çok yaşadığınız koronatağı bir de bu açıdan anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırsanız zihninizin dumura uğrama ihtimali azalabilir diye düşündüm. 

Bu yazıyı yazdım çünkü bu sürecin sonrası, bizim bu süreci nasıl yaşadığımızla doğrudan ilişkili olacak. Bu bir tür zihinsel deprem yaşantısı olarak mevcut ideolojik yapıların kırıldığı, yeni yaşam biçimlerinin fikirlerinin filizlendiği bir döneme evrilebilir. Ama bu kendi kendine değil yeni bir yaşam, yeni bir oyun düzeni isteyenlerin evde, işte, sanal alemlerde seslerini yükselterek birleştirmesi ile olabilir ancak. Ben de sesimi bu sese katmak istedim. 

Bu yazıyı yazdım çünkü gündüzleri evde kalınmayan, geceleri sosyal medyada sabahlanılmayan bir ülkede yaşamak istiyorum; korona günlerinde dahi güvensizlik duygumun ağır basmadığı, eşitsizlik ve hak gasbına uğrama kaygımın beni yönetmediği bir ülkede. Koronatak bana bu isteklerimi unutturmasın, zihnim santraforun çalımlarına kaymasın, saçmasapan koronayak düşüncelere kapılmasın diye yazdım. 
Siz de benzer nedenlerle bu yazıyı okuyabilirsiniz ve paylaşabilirsiniz diye umut ediyorum. Sağlıcakla kalın.