Salgında iki asırlık deneyimimizi neden kullanmıyoruz? 

Cumhuriyet kadroları koronavirüsle mücadeleyi “maske-mesafe-el yıkamaya” bağlayan bugünkülerin zihniyetini taşısalardı, halimiz nice olurdu?

Akif Akalın

Pandemi ülkemizi etkisine almaya başladığından beri sanki ülkemiz ilk kez bir pandemiyle karşılaşıyor havası estiriliyor. Oysa Covid 19 ülkemizin karşılaştığı ilk pandemi değil. Tarih boyunca birçok salgına maruz kaldık ve salgın hastalıklarla nasıl mücadele edileceğini bu süreçlerde öğrendik. Belki de bugün Covid 19 karşısındaki acizliğimizi aşmak için geçmişimizi anımsamamız gerekiyor.

Yakın tarihimizdeki en önemli salgınlardan biri olan ve 1817 – 1826 yılları arasında hüküm süren kolera “pandemisi” sürecinde 1817 yılında hacca gidecekler için bir sağlık rehberi yayınladığımızı anımsamakla başlayabiliriz örneğin. Belki bugün “umreden dönenler” için 1817 yılında yaptığımız gibi bir sağlık rehberi hazırlamayı akıl edebilseydik, pandemiden daha az etkilenebilirdik.  

Ülkemizde salgın hastalıklarla mücadelenin temel direklerinden biri olan karantina uygulaması, günümüzden neredeyse iki asır öncesine, 1831 yılında kolera salgınının hüküm sürdüğü Rusya’dan gelen gemilerin İstanbul açıklarında 10 gün bekletildikten sonra kabul edilmesine dayanır.1 

Osmanlı'da salgın hastalıkla mücadele

1836-1838 yıllarında Rumeli bölgesinde patlak veren veba salgını için aralarında Üsküp, Selanik ve Manastır’ın da bulunduğu birçok şehirde etkili “karantina tedbirleri” aldık. Belki Covid 19 salgınında 180 yıl önce “toplum düzeyinde” alabilmeyi başarabildiğimiz etkili tedbirleri alabilseydik, binlerce insanımızı bu hastalığa kurban vermeyecektik.

1866 yılında Avrupa’da kolera salgınıyla mücadele tedbirlerinin belirlenmesi için çok sayıda ülkenin katılımıyla İstanbul Sağlık Konferansı düzenlendi. 1800’lerin sonlarına doğru bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadelede “uzmanlaşmış” kurumlar, dönemin en önemli sağlık sorunları ile başa çıkabilmek için sorumluluğu bireylere yıkmak, insanlara ellerinizi yıkayın demekle yetinmek yerine, “toplum” düzeyinde kamusal tedbirler aldılar. 

İstanbul’da 1895 yılında patlak veren kolera salgınıyla mücadelede Pasteur Enstitüsü ile işbirliği yapılarak, zamanın salgın hastalıklarla mücadelede kullanılan bütün bilimsel yöntemleri seferber edildi. Bakteriyoloji bu dönemde tıp eğitimine girdi. Belki biz de bugün Dünya Sağlık Örgütü’nün tavsiyelerine daha fazla uymalı, tıp eğitimimizi güncel sağlık sorunları yönünden gözden geçirmeliyiz. 

Cumhuriyet'in kurumsal mirası

1900’lerin başlarında İçişleri Bakanlığı bünyesinde örgütlenen Sağlık Müdürlüğü’nün görevleri arasında bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadele ilk sıralarda yer alıyordu. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderleri daha 1920 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nı örgütledi.2 Bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadele, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın en önemli görevlerindendi.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 24 Nisan 1930’da kabul ettiği Umumi Hıfzıssıhha Yasası’nın önemli bir bölümü bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadeleye ayrıldı. Bugün de Covid 19 salgınına karşı mücadele bu yasayla yürütülüyor. Fakat artık 90 yaşına basan bu yasayı güncellemek, geçen 90 yıl içinde tıpta meydana gelen gelişmeler ve günümüzün gereksinimleri doğrultusunda gözden geçirmek gerekmez mi? 

Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünyayı ekonomik çöküntüye sürükleyen 1929 krizine ve Türkiye’yi savaşa girmemiş olsa bile girmiş kadar etkileyen İkinci Paylaşım Savaşı’na rağmen, ülkeyi kasıp kavuran bulaşıcı ve salgın hastalıkların üstesinden gelmeyi başardı. Nüfusun yüzde 60’ından fazlasını etkileyen bulaşıcı hastalıklar birkaç on-yıl içinde tamamen kontrol altına alındı. 

Bu gelişmelerde tıbbın ve sağlığın gündelik ucuz ekonomik – politik tercihlere kurban edilmemesi, insan yaşamına değer verilmesi büyük rol oynadı. Düşünsenize, Cumhuriyet kadroları koronavirüsle mücadeleyi “maske -  mesafe - el yıkamaya” bağlayan bugünkülerin zihniyetini taşısalardı ve örneğin insanlara sıtma için cibinlik, frengi için cinsel perhiz, verem için beslenme gibi “bireysel” tedbirler önermekle yetinselerdi, halimiz nice olurdu?

  • 1. Daha sonra salgın hastalıkların ülkeye girişinin önlenebilmesi amacıyla 1838 yılında Tahaffuz (Karantina) Meclisi örgütlenmiştir.
  • 2. TBMM 23 Nisan 1920’de açılmış, 2 Mayıs 1920’de 3 numaralı yasa ile Sağlık ve Sosyal yardım Bakanlığı kurulmuş ve Dr. Adnan Adıvar 3 Mayıs 1920’de toplanan “ilk” Bakanlar Kurulu toplantısına Sağlık Bakanı kimliği ile katılmıştır.