Yeraltı Demiryolu: Ücretli Köleliğe Giriş

Yeraltı Demiryolu, bin sekiz yüzlerin ilk yarısında geçiyor. Amerika'da köleliğin hikâyesi ise biraz daha gerilerde. 17. yy. başlarında İngiliz tüccarlar genişleyen dünya pazarlarının ihtiyaç duyduğu şeker, pirinç, pamuk, tütün vb. ürünlerin üretimi için Karayip'lerde ve Kuzey Amerika'da kurdukları plantasyonlarda daha fazla ve maliyeti düşük emeğe ihtiyaç duydular.

Erkan Yıldız

Yeraltı Demiryolu ve Nickel Çocukları zamanın ruhunu yakalayan iki roman. Vicdan yükü bindirmeye oldukça müsait “kölelik” ve “ırkçılık” meselesini bu tuzağa düşmeden anlatabilmiş Colson Whitehead. Oysa o da boyuna takılan pranga, ayağa takılan zincir, sırta inen kırbaç, gözü yaşlı İsaura, vicdansız köle tüccarı, Güneyli kötü sahip hikâyesi anlatabilirdi. Yanlış anlatmış olmazdı kuşkusuz ama vicdanımızı sızlatan ve bugünümüze “şükür etmemize” neden olan bu anlatı meselenin esasını anlatmakta fazlasıyla eksik kalırdı.

Bu vicdan anlatısı kölecilerin, işgal ettikleri coğrafyalarda sadece doğal kaynakları değil insanları da sömürerek ve insan bedenleri de dahil olmak üzere her şeyi ama her şeyi alınıp satılabilir bir mala dönüştürerek elde ettikleri sermaye birikiminin üzerini örtüyor. Faturayı tek başına Güneyli kötü adama çıkarmak “özgür Kuzeyli”nin ya da aynı anlama gelmek üzere “medeniyetin beşiği” Avrupa'nın ellerini yıkamasını, tarihini temize çekmesini mümkün kılıyor. Whitehead'in her iki kitabının da sahip olduğu bütünlük bunu dışarıda bırakmaya olanak sağlayan bir bakış açısı sunuyor. Bu bütünlüğe, Siren Yayınları tarafından 2017 yılında ilk baskısı yapılan “Yeraltı Demiryolu” üzerinden bakmak mümkün. Kitabın başarılı bir şekilde dilimize çevirisini yapan ismin Begüm Kovulmaz olduğunu da yazının hemen başında belirtelim.

Kölelikten ücretli köleliğe...

Yeraltı Demiryolu, bin sekiz yüzlerin ilk yarısında geçiyor. Amerika'da köleliğin hikâyesi ise biraz daha gerilerde. 17. yy. başlarında İngiliz tüccarlar genişleyen dünya pazarlarının ihtiyaç duyduğu şeker, pirinç, pamuk, tütün vb. ürünlerin üretimi için Karayip'lerde ve Kuzey Amerika'da kurdukları plantasyonlarda daha fazla ve maliyeti düşük emeğe ihtiyaç duydular. Bu emeği Afrikalıları köleleştirerek elde ettiler. Whitehead, henüz romanın başında, anlatıcı aracılığıyla bu tarihsel arka planın bilgisini şöyle paylaşıyor.

“Yük gemisi Nanny, Liverpool'dan yelken açmış ve Altın Sahili'nde iki yere daha uğramıştı. Gemisinin ambarını aynı kültür ve mizacı paylaşan mallarla doldurmak istemeyen kaptan farklı yerlerden alışveriş yapmayı tercih ediyordu. Aynı dili konuşan tutsaklar ne isyanlar tasarlardı kim bilir.” (s.11)

Nanny, kölelerden oluşan yükünü indirdiğinde boşalan ambarlarını Avrupa'nın ihtiyacı olan şeker ve pamukla doldurarak yelken açtığı limana doğru yoluna devam ediyor. Bu satırlarda sadece tarihsel arka planın bilgisine değil George Floyd protestoları sırasında köleci Robert Milligan'ın heykelini nehre uçuran öfkenin kaynaklarına da ulaşabiliriz. Bunun yanı sıra Nanny'nin kaptanı bugünün CEO'larına, holding yöneticilerine, personel müdürlerine ilham olacak nitelikte değil mi? Biri isyan etmesinler diye köleleri, diğerleri birlikte hareket edip çıkarlarını korumasınlar diye işçileri bölmenin yollarını arıyor.

Romanın kahramanı Cora, üçüncü kuşak bir köle. Hiç özgür olmamış. Kendisini köle yapanlara küfür edememiş, tekme savurmaya kalkamamış, kızgın kızgın bakamamış. Cora'nın kaybettiği bir şey değil özgür olmak. Bilmiyor. Görerek, kıyaslayarak öğreniyor. Elindeki tek bilgi kaçtığı ve yakalanmadığı efsanesi kulaktan kulağa anlatılan annesi Mabel. Kaçmak, kaçabilmek önemli. Cora, kişiliğini ve bilgisini kaçarken oluşturacak ama biz önce Cora'nın devraldığı mirasın diğer kısmına bakalım.

“Cora'nın anneannesi kale yolunda birkaç kez satılmış, deniz kabukları ve cam boncuklar karşılığında köle tacirleri arasında el değiştirmişti. Toplu satışın parçası olduğundan Oudiah'da onun için ne kadar ödendiğini tahmin etmek güçtü.” (s.11)

Borsada işlem gören hisse senedi gibi kölelerin de “fiyatı dalgalanıyordu”  (s.14)

Cora'nın sahip olduğu miras bu. Kıtlığı olmayan bir ürün ailesinin üyesi Cora. Bir “mal”, masanızdaki herhangi bir nesne, örneğin kahve fincanı neye sahipse Cora da ona sahip. Bazen sahip olduğu o kadarı bile değil.

Romana adını veren “Yeraltı Demiryolu” romanın tek gerçek dışı unsuru. Ana karakterinin nezdinde, kölelerin özgürlük arayışına, “kaçış”ına eşlik eden, yardımcı olan, inançlı beyazların da parçası olduğu bir örgütlenme, bir tür iyilik hareketi bu demiryolu ağıyla tanımlanıyor. Cora'nın “özgürlüğe” attığı her kaçış adımı başka şehirlere kapı aralayan istasyonlarda öğrenmeye, bilgiye, insan sayılmaya duyduğu açlıkla buluşuyor. Yoksulun öfkesinin değiştirme kabiliyeti kazanmasını sağlayacak en önemli şeylerden birisi bilgi. Cora, kölelikten “ücretli köleliğe” geçiş yapmasını sağlayan bu yolculukta hızla, kararlılıkla ve öfkeyle öğreniyor.

“...siyahilere hizmet veren dükkânlarda hemen her şeyin beyazların dükkânlarından üç kat daha pahalı olduğunu görüp dehşete düşmüştü.” (s.18)
“Kızlardan bazıları kim bilir kaç aylık ücretlerini şimdiden borçlanmışlardı ve artık her şey için senet kullanıyorlardı.” (s.18)
“...dünyanın onlara öğrettiği onca şeye rağmen el ve ayak bileklerine geçirilen zincirleri tanıyamamışlardı. Güney Carolina'daki zincirler yeni bir türdü – anahtarları ve mandalları yerel üretimdi- ama zincirdi yine de.” (s.163)

Tam da burada anlatıcının sesi ile Cora'nın gözlemlerinin iç içe geçtiğini görüyoruz. Roman boyunca anlatıcının devreye girdiği pek çok satır adeta okura ve Cora'ya eğitim notları sunuyor. Yazarın bunca “eğitim notu”nu kurmacayı gölgelemeyecek bir şekilde, didaktizme düşmeden romana yedirebilmesi ise edebi bir başarı olsa gerek.

Peki ya beyazlar?

Hepsi kötü değil. Bunu Yeraltı Demiryolu ağının örgütlenmesinden biliyoruz. Hepsi zengin de değil, dahası çoğu fakir. Bunu Colson Whitehead de görüyor. Başta değindiğimiz gibi daha fazla pamuk, daha fazla tütün, daha fazla ürün için, büyüyen pazarların, aç gözlü sermayedarların karnını doyurmak için daha fazla iş gücüne ihtiyaç var. Yoksul beyazlar bu iş gücünün ve elbette kölelere karşı girişilen şiddet içerikli gösterilerin en önemli enstrümanları. Kaçan köleleri “avlama”nın, yakalanan köleleri işkencelerle katletmenin, bu katliamları festival coşkusuyla kutlamanın en heveslileri bu beyazlar.

“Bir tarafta köle satın almanın bakımı ve masrafı, diğer tarafta beyaz işçilere yetersiz ama yaşam açısından makul maaşlar verme gerekliliği.” (s.184)

“...giyecek ayakkabısı bile olmayan yoksul beyazlar, siyahları cezalandırma fırsatını sevinçle karşılamıştı.” (s. 74)

Alıntısını yaptığım şu son cümleyi okuduğumda, Maraş Katliamı'nın asıl hedefi Yörükselim Mahallesi'nden kurtulabilmiş bir yakınımın sözleri geldi aklıma. Katliamı yapanları anlatırken “Çoğunun giyecek ayakkabısı yoktu.” demişti. Bu tesadüf değil elbette.
Romanı okuduğunuzda “köleci” düzenden o kadar da uzaklaşamadığımızı, hele bu pandemi bahanesiyle aradaki mesafenin “ücretli köleler” söz konusu olduğunda daha da kısaldığını görebilirsiniz. Mevsimlik işçilerle ve onların çalışma koşulları ile bir kıyas yapacak olursak şayet aradaki temel farkın sadece kırbaç ve zincir olduğunu söyleyelim.

Sonuç yerine...

Cora, her istasyonda elde ettiğini sanıp kaybettiği özgürlük için daha Kuzey'e kaçmak zorunda. Cora'nın “Kuzey” le aynı anlama gelmek üzere “özgürlük”le arasında mesafe kalmadığındaysa geride sadece kat ettiği yolu değil heyecanını, bilgiye olan açlığını, bana kalırsa öfkesinin de önemli bir kısmını bırakmış olduğunu görüyoruz. Tüm yolculuk boyunca sadece sevdiklerinin ölümüne, insanların kötülüğüne değil “özgürlük”ün değişkenliğine de tanıklık ediyor. Romanın sonuna gelindiğinde Cora'nın elinde özgürlük mü yoksa hayal kırıklığı mı var? Soru cevabını arıyor.

“Kuzey” coğrafi bir gerçeği dile getirmenin yanı sıra bir metafor. Daha iyiye “kaçmak” isteyen herkesin bir “kuzey”i var aslında. Bu kaçış yollarının kimi New York'a, Avrupa'ya, kimi Obama'ya, Babacan'a çıkıyor. George Floyd'un, boğazlanırken fısıltıyla attığı “nefes alamıyorum” çığlığı dünyanın her yerine ulaştı. Her yerden duyduk. Hepimizin gırtlağına dayanmış dizler var ve kaçacak kuzey yok.

Sermaye sınıfının ve onun düşüncesini temsil edenlerin insanlığa anlatacakları, içinde insanlık olan hiçbir hikâye kalmamış durumda. Şu sıralar “bizim” olan hikâyelerin imitasyonlarıyla zaman kazanmaya çalışıyorlar. İmitasyon üretme kapasiteleri, yaratıcılıkları da sınırlı. Sonuçta sadece bizim için değil onlar için de “kuzey” bitti. O zaman yaptıkları şey “bizim” olan hikâyelerin sivrilmeye müsait uçlarını törpülemek, bu uçları görünmez kılmak için çabalamak. Yoksa, yoksulun öfkesi, kölenin özgürlüğü ile liberalin, tam da bugün bunları anlatan sanat eserlerinden duyduğu mutluluk arasından başka nasıl bir ilişki olabilir? Gerçek olanı gizlemek için fili kulağından tanımlıyorlar. Bana kalırsa Whitehead ve eserleri de liberallerin bu muamelesine maruz kalıyor. Yoksa Yeraltı Demiryolu’nun anlatıcısı onca “eğitim notu” nu boşuna mı yazdı?


Yeraltı Demiryolu'nu okuyacak olanlar için not: Gözde Kök ve Ali Somel'in çevirisi ile Yazılama Yayınevi tarafından yayımlanan, Prof. Jose Canton Navarro tarafından yazılan Küba Tarihi ve yine Yazılama Yayınevi'nin Mehmet Onur Çuvalcı'nın çevirisiyle yayımladığı Miguel Barnet'e ait Bir Kaçak Kölenin Biyografisi'ni ek olarak okumak hem Yeraltı Demiryolu'nun anlattığı tarihsel arka planı derinleştirecek, hem de özgürlük için “kuzey”e gitmenin dışındaki seçeneği de daha belirgin hâle getirecektir.