Minik bir direnişin ışığında: Alman sendikalarının gerçeği

Almanya’da da bıçak kemiğe dayanınca, sendikanın itirazına karşın başlatılan yerel ve küçük direnişler oluyor. Bu gidişle yakında daha mücadeleci sendikaların ortaya çıkmasına şaşırmamalı.

Cemil Fuat Hendek

Geçen hafta sonu Frankfurt yakınındaki Rhein-Main Havaalanı’nda soL’un sayfalarına da yansıyan1, yaklaşık 100-150 kişinin katıldığı, üç gün süren minicik bir direnişe şahit olduk. Direnişin somut hedefi, kimisi yirmi yılı aşkındır aynı firmada çalışmakta olan toplam 238 işçinin gülünç düzeyde tazminatlarla işine son verilmesini protesto etmek ve işten çıkartmaları geri çevirmekti.

Burada söz konusu olan, geçen yıl Ağustos ayında, gelen ve giden 7 milyon yolcunun işlemlerinin tamamlandığı, yüklerinin taşındığı, göze görünen ve görünmeyen her türlü hizmetinin görüldüğü, Avrupa’nın en büyük sivil havaalanlarının başında gelen bir havaalanıdır. Yaklaşık 500 firmaya bağlı olarak 81 bin işçi ve hizmetlinin çalışmakta olduğu bir “işyerinde” bir avuç işçi direnişe geçmiş, yürüyüş ve miting yapmış, lafı mı olur? Olmaz! Ve olmadı. Olaya işçi ve sendikal hareket açısından bir anlam atfedilmediği gibi güdümlü Alman medyasında ufacık bir haber de olmadı.   

Direniş ve grev karşıtı bir sendika

Halbuki son derece önemli bir işaret fişeği olması gereken bir çıkıştı o. Pandemi bahanesiyle sadece Lufthansa bünyesinde 30 bin kişinin işine son verilmesinin planlandığı bugünlerde, geniş ve haklı bir direnişin ilk kıvılcımı olarak görülmeliydi. Dört aydır ellerindeki tüm olanakları denedikten sonra sabrının son raddesine gelmiş, direnişe kararlı işçileri, sendikaları kucaklamalıydı. Toplu işten çıkartmalara karşı ilk uyarı olarak kullanmalı, belki çok geniş grevlerin habercisi olarak patronları ikaz etmeli, işçi ve emekçileri kolaylıkla bir tarafa atamayacaklarını hatırlatmalıydı. Heyhat! En başta, bu işçilerin yıllardır üyesi olduğu, genel işkolunda toplu sözleşme hakkı olan Ver.Di direnişin karşısında yer aldı. Bazıları dört aydır ücretlerini alamayan işçileri mücadelelerinde yalnız bıraktı.

Aslına bakılırsa, Ver.Di’nin bu tutumunda hiç de hayret edilecek bir yan yok. Defalarca olduğu gibi, bu kez de karakterine uygun bir davranış sergilediğini söylemekte beis görmüyorum. Defalarca derken... Sadece son yıllarını değil, tüm tarihini kastediyorum.

Utanç sayfalarıyla dolu bir sendika tarihi

Kuşku yok ki, işçi sınıfının şanlı direnişlerine sahne olmuş bir ülke Almanya. Ama işçi ve emekçilere yönelmiş, bugün halen sürdürülmekte olan büyük ihanetler de bu topraklarda nemalandı. Bir zamanlar Avrupa’daki devrimci merkezin Fransa’dan Almanya topraklarına kayışıyla yükselen sınıflar mücadelesinde bilinçle, cesaret ve fedakârlıkla kavgaya atılan işçi sınıfının en ileri unsurlarına en ağır darbeler yine kendi saflarından geldi. Bu konuda tabu ilan edilmeye çalışılan bir gerçek var: Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde devrimci marksizme sırtını dönen sosyal demokrat yöneticiler, sendikaların tepesine yerleşmiş, emperyal sömürü ve talandan kırıntılarla beslenen işçi aristokrasisiyle elbirliği içinde kendi emperyalistleriyle bir bağlaşıklık kurdular. Bu bağlaşıklıkla birlikte sendikalar artık salt çalışanların çıkarlarını savunan bir örgüt olmakta çıktı, devletin bir organı haline dönüştü.

Sınıf sendikası değil, devletin bir organı

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ilan edilen “kale içinde barış” günümüze dek kesintisiz olarak sürdürüldü. Bir zamanlar işçilerin mücadelesiyle elde edilmiş olan konumlar, sermayenin çıkarlarına uygun yasal düzenlemelere tabi tutuldu. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kabul edilen “Montan Kararlarına Katılım” çerçevesinde, büyük demir-çelik ve kömür işletmelerinin denetleme kurullarında işçi temsilciliklerinin de aynı oranda katılımı sağlandı. Aslında kazanılmış bir hak gibi algılanan bu uygulama, kararlarda sadece işçilerin değil, en temelde işletmelerin genel çıkarlarının savunulmasını öngörüyordu. Bunun aslında sınıf mücadelesini kırmak, görevi işçilerin hakları için mücadele olması gereken yapıları sermayenin bir bileşkeni haline getirmek olduğu açıktı. Savaş sonrası ABD, İngiltere ve Fransa tarafından kurdurulan, düzenin bekâsını hedef edinmiş, birbirinden pek az farkı olan partilerin yanısıra meslek sendikaları, işletmelerdeki işçi temsilcilikleri ve her türden işçi dayanışma örgütleri de “Toplumsal Mütabakat” çerçevesi içine oturtularak tamamen “ehlileştirildiler”. (Bunun hemen ardından 1950’de komünistlere kamu hizmetlerinde çalışma yasağı getirildiğini, 1956’da da Almanya Komünist Partisi’nin 1923 ve 1933’den sonra Almanya’da üçüncü kez yasaklandığını da not düşmeden geçmeyelim.)

Son büyük ihanet

Karanlık ve utanç verici sayfaları bolca olan bu tarihin son büyük ihaneti Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin bir karşıdevrimle ilhak edilmesi ardından, Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller’in koalisyon hükümeti ve Schröder’in başbakanlığı sırasında yaşandı. Almanya finans sermayesi, 16 yıl boyunca (1982-1998) Helmut Kohl’ün başbakanlığında hükümet eden CDU, CSU ve FDP tarafından hazırlıkları yapılmış liberal dönüşümlerin son ölümcül darbesini bu “pembe-yeşil” hükümete vurdurdu. Bir konuda hiç kimse kuşku duymasın: Bu hükümetin aldığı kararları, çıkarttığı yasa ve yönetmelikleri geleneksel sağ partiler gerçekleştirmeye kalksaydı milyonlarca insan sokağa dökülürdü. Ne yazık ki, komünistlerin sosyalizmin yıkılışı sonucu derin bir travmaya düştüğü bir dönemdi. Bir zamanlar dünya çapında parmakla gösterilen milyonlarca üyeli sendikalardan da en ufak bir direniş gelmedi. Aksine, apaçık işçi düşmanı bu dönüşümlerde pazarlık masasına oturarak bu dev saldırıya kamu nezdinde meşruiyet kazandırdılar. Özelleştirmeler, işçi haklarını budayan yasal düzenlemeler, kamu hizmetlerinde kısıtlamalar birbiri ardına sökün etti.

Gizli sendikal likidasyon

Kim inkâr ederse etsin, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ndeki kazanımların gölgesinin düştüğü bir ülkeydi kapitalist Almanya. Burada sendikalar da ona göre konum almak zorundaydı. ADC’nin yıkılması ardından bu zorunluluk ortadan kalktı. Zaten tabandaki talepleri görmezden gelen, aktif sendikal mücadeleden yana sendika temsilcilerini bertaraf etmekte pek ustalaşmış, işçi temsilciliklerine daha çok “ılımlı” kişilerin seçilmesine dikkat eden, en tepeye konuşlanmış profesyonel sendika ağaları, bazı aktif meslek sendikalarını daha da sıkı kontrol altına alabilmek için 1999’da büyük bir revizyona giriştiler. Sözümona “işkolları arasındaki rekabete son vermek” adına üçü pek büyük beş sendikayı tek çatı altında birleştirmeye giriştiler. Böylece DAG (Alman Sözleşmeli Çalışanlar Sendikası), DPG (Alman Postacılar Sendikası), HBV (Ticaret, Banka ve Sigorta Çalışanları Sendikası), IG-MDP (Matbaa, Kağıt, Yayıncılık çalışanları ve Sanatçılar Sendikası) ve ÖTV (Kamu Hizmetlileri, Taşımacılık ve Ulaşım Çalışanları Sendikası) dağıtıldı ve “Ver.Di” (Birleşik Hizmet Sektörü Çalışanları Sendikası) içinde eritildi. Böylece üye sayısı milyonları bulan işçi ve hizmetliler liberal saldırının bir parçası olmayı kabullenen tek bir sendikanın iki dudağı arasına sıkıştırıldı. 

Bıçak kemiğe dayanınca

Yazının başında sendikalar konusunda tabular olduğuna değinmiştim. Geçmişte, tabulardan ilki “sendikal birlik” konusundaydı. Yasaları gevşeterek ve aynı işkolunda değişik sendikaların kurulmasına olanak sağlayarak bizzat sermaye iktidarı yıktı bu tabuyu. Bir diğeri de, sendikalarda aktif olmaya çalışan tüm komünistlerin defalarca şahit olduğu, tepeden gelen ihanete karşın, doğrudan meslek sendikalarına yönelik eleştirilere konan yasaktı. Bu alanda en ufak bir eleştiriye tahammülsüzlük halen devam ediyor. 

1990 sonrasında giderek artan üye kayıplarına rağmen örneğin Ver.Di’nin 2019’da aidat geliri tam 479 milyon Avro idi. Bu paranın sadece 15 milyonunun mücadele için kullanıldığı, 50 milyon Avro’nun da grev bütçelerine ayrıldığı ilan edilmişti. Bu dev bütçelere karşın giderek hakların budanmasına, reel ücretlerin düşmesine karşı ne denli mücadele edildiği tartışma konusu bile yapılamıyor.

Öte yandan, işin asıl üzüntü verici yanı, yalnız bırakılan, ihanete uğradığını düşünen işçilerin geleneksel sendikalarından istifa etmeye başlamaları. Bunlardan bazıları sonradan kurulmuş başka sendikalara üye olmaya yöneliyor. Daha da kötüsü var: “Zaten bir faydası yok” düşüncesiyle üyelikten ayrılanlar yanısıra yeni çalışmaya başlayanların genel olarak sendikal örgütlenmeye ilgi duymamaları. Nitekim Alman Sendikalar Birliği (DGB) çatısı altında örgütlü işçi ve hizmetlilerin sayısı 1991 yılında toplam 11 milyon 880 bin iken, bu sayı 2019’da neredeyse yarı yarıya azalarak 6 milyonun altına inmiş bulunuyor.

Almanya’da da bıçak kemiğe dayanınca, sendikanın itirazına karşın başlatılan yerel ve küçük direnişler oluyor. Bu gidişle, yakında geleneksel sendikaların dışında küçük ve daha mücadeleci sendikaların ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.