Kemal Okuyan'dan Morning Star için özel yazı: Korona günlerinde Erdoğan Türkiyesi

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Morning Star gazetesi için 'Korona günlerinde Erdoğan Türkiyesi' başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Haber Merkezi

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, İngiltere solunun uzun soluklu gazetesi Morning Star'da Britanya Komünist Partisi'nin davetiyle özel bir yazı kaleme aldı. 

Yazının Türkçe çevirisi şu şekilde: 

''Kapitalizm dünyanın her tarafında benzersiz bir krizin içine yuvarlanmış durumda. Bu krize Covid-19’un yol açtığı düşüncesi elbette saçma olur. Yeni korona virüsü, emperyalist dünyanın yalnızca ekonomik zayıflıklarını ya da siyasi kırılganlığını değil aynı zamanda ahlaki çöküntüsünü de  fazlasıyla açık ve kimsenin yadsıyamayacağı ölçüde dışa vurdu. Artık şu ya da bu ülkenin diğerlerinden daha iyi olduğunu, bazı kapitalist ülkelerin örnek alınabileceğini söylemek insan aklıyla alay etmek anlamına gelecektir.

Bu tablo Türkiye’deki Marksistler için özellikle önemli çünkü, yıllarca Türkiye’nin az gelişmiş bir ülke olarak öncelikle batılı bir demokrasiye evrilmesi gerektiği tezi çok kafa karıştırdı. Ancak bizim yapamadığımızı bir virüs gerçekleştirdi ve toplumun geniş bir kesimi bir anda ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da ortaya çıkan tabloya bakarak bu ülkelerin pek de rol modeli olamayacağını gördü. 

Daha çok kişinin Küba’ya ilgi göstermesi, daha önemlisi yüzünü sosyalizme dönenlerin sayısındaki henüz yetersiz ama hızlı artış bugünün Türkiyesi’nde herkesin kabullendiği gerçekler.

Peki gerçekte ne oluyor Türkiye’de? Neden Türkiye bir yandan neredeyse 20 yıldır otoriterliği ile ünlü bir liderin yönetiminde “istikrarlı” bir hükümete sahipken sürekli kaotik bir görüntü veriyor?

Bu soruya yanıt verebilmek için, Türkiye’nin yakın geçmiş ve bugününü anlamak için anahtar özelliği taşıyan başlıkları hatırlamak gerekir. Bunları sürmekte olan pandemiyle ilişkilendirerek özetlemeye çalışacağım:

İlk sıraya Türkiye’deki dincileşme ve toplumdaki seküler birikim arasındaki gerilimi yazmak gerekir. En önemli olduğundan değil, genellikle bu başlığın sınıf mücadelelerindeki etkisi küçümsendiği için. Türkiye 1980’lerden bu yana oldukça hızlı bir kentleşme süreci yaşadı. Bir tarım ülkesi olarak bilinen Türkiye’de bugün nüfusun büyük bölümü kentlerde yaşıyor. Buna ek olarak ucuz ve eğitilmiş işgücü ihtiyacını karşılamak için ülkenin her tarafına yeni yüksek okul ve üniversiteler açıldı.  Bugün 80 milyonluk ülke nüfusunun yaklaşık onda biri üniversite öğrencisi. Toplam öğrenci sayısı 25 milyonun üzerinde.

Genç, kentli bir işçi sınıfına sahip Türkiye. Bununla AKP’nin 20 yıldır izlediği dinci politikalar arasında bir gerilim yaşanmaması olanaksız. Nitekim son yerel seçimlerde Türkiye’nin en gelişkin ve büyük üç kentinde iktidar partisi kaybetti. İktidarın ilk dönemlerinde ona destek veren toplumsal kesimlerin kopuşu hızlandı. Türkiye nüfusunun en fazla yüzde 25’inin AKP’nin düşündüğü türde bir dinselleşmenin arkasında durduğu hesaba katılmalıdır. Ancak AKP’nin bu kesimin militan desteğine ve kutsallığın arkasına sığınmaya ihtiyacı var. İşte bu gerilim kesintisiz sürmekte. Salgın sırasında iktidarın dinci ideolojinin yol açtığı bilim dışı uygulamaları ve beceriksizliği büyük tepki çekti.

Türkiye’yi sürekli krizin içinde tutan ikinci olgu, dış politikayla ilgili. Türkiye burjuvazisinin emperyalist sistem içinde daha fazla pay alma isteği ile AKP iktidarının Yeni-Osmanlıcı ideolojik-siyasal yönelimi arasında kuşkusuz bir ilişki var. Ancak Erdoğan ve ekibinin Türkiye’nin uluslararası alandaki ağırlığını arttırmaya dönük açılımları ile bunların gerçekliği arasındaki çelişki Türkiye’yi yaklaşık on yıldır ağır bir dış politika krizinin içine çekmiş durumda. Kuşkusuz Erdoğan uluslararası alanda yaşanan dağınıklığı, ABD’nin hegemonyasındaki sarsılmayı değerlendiriyor. Bununla birlikte Türkiye burjuvazisinin önemli bir kesimi, iktidarın dış politika hamlelerinin ortaya çıkardığı risklerden fazlasıyla rahatsız. Bir yandan bu hamlelerin Türkiye açısından yeni fırsatlar yaratabileceğini en azından pazarlık gücünü artıracağını düşünürken, diğer yandan ortaya çıkan türbülanstan tedirgin oluyorlar. Erdoğan’ın sadece Doğu Akdeniz’in enerji kaynaklarında söz sahibi olmaya indirgenemeyecek ve Suriye, Kıbrıs, Libya, Ege gibi alt başlıkları olan zorlamalarının askeri-siyasi olarak sürdürülemezliği artık AKP’ye yakın kesimler tarafından da dile getiriliyor. Nitekim şu sıralar salgının yol açtığı yeni ekonomik zorluklara işaret eden sermaye çevreleri, dönemin ABD ve AB ile ilişkileri düzeltmek için bir fırsat olarak kullanılması gerektiğini belirtiyor.

Buradan Türkiye ekonomisine geliyoruz. Erdoğan’ın “ekonomik mucizesi”, ülkenin hemen tamamının uluslararası tekellere yağmalattırılması, açık ve örtülü sıcak para girişlerinin önünü açmak için bütün yasal engellerin kaldırılması, emeğin sopa ve din ile terbiye edilmesi ve fazlasıyla cesur bir borçlanma stratejisine dayanıyordu. Bir süredir bu olanaklar ortadan kalkmış durumda. Halktan kesintilerle oluşturulan fonlar dahil ülkenin bütün kaynaklarını tüketen hükümetin önünde para basmak ya da IMF ile anlaşmak dışında pek seçenek kalmamış durumda. Covid-19 işte bu koşullarda etkisini gösterdi ve Türkiye ekonomisini eşi benzeri olmayan bir noktaya getirdi. Ekonomideki daralmayla birlikte işsizlik hızla artıyor, Türk Lirası bütün çabalara karşın hızla değer kaybediyor. Türkiye tarihinde hiçbir hükümet bu denli olumsuz bir ekonomik tablodan sağ çıkmadı. Erdoğan’ın suçu uluslararası komplolardan sonra virüse atacağı açık olsa da uzun süredir hazırlanan düzen içi ve Amerikancı bir seçeneğin popülerliğinin artacağı düşünülebilir.

Bu tabloda iktidarın şimdiye kadar pek önemsemediği emekçi tepkisinin giderek birikmeye başladığı gözleniyor. Sağlık emekçileri, kurye ve kargo çalışanları, market emekçileri başta olmak üzere geniş bir toplumsal kesim, “evde kal” çağrılarının yapıldığı bir sırada son derece zor şartlarda, düşük ücretlerle ve güvencesiz çalıştırılmalarını sorguluyor. Geçtiğimiz yıl başlayan bu düzenden umudu kesme süreci, birçok kişiyi karamsarlığa, hatta uç örneklerde intihara sürüklerken bir bölüm emekçiyi örgütlü mücadeleye yöneltiyor. Pandemi sonrasında Türkiye Komünist Partisi’ne günlük başvuruların sayısında ortaya çıkan şaşırtıcı artış bu arayışın bir kanıtı olarak değerlendirilebilir. Nasıl Türkiye’de dincileşme, dış politika ve ekonomi sürdürülemez noktaya geldiyse emekçi halkın önemli bir bölümü için artık bu şekilde yaşamak olanaksız hale gelmiş durumda.

AKP iktidarı da tablonun farkında. Bu nedenle toplumsal algıyı manipüle etmeye çalışıyor. Kimseye ulaşmayan ya da kime verildiği belli olmayan sosyal yardımların sürekli gündemde tutulması, hastalıktan ölümlerin sayısını az gösterme, sağlık sistemini büyük bir başarı olarak pazarlamak bu algı operasyonlarının parçası.

Erdoğan’ın salgın sırasında en büyük avantajı ülkenin genç bir nüfusa sahip olması ve yaşlı nüfusun sosyalliğinin sınırlı olması. Buna rağmen, camilerde toplu ibadetin durdurulma kararının geç alınması, Umre’den dönen on binlerce kişinin izole edilememesi toplumda büyük tepkilere neden oldu. En büyük tepki ise, lokanta ve kafelerin kapatılmasına karşın diğer işyerlerinin çalışmaya devam etmesine gösterildi. Solunum cihazı sayısı ve ilaç stokları itibariyle diğer ülkelerle kıyaslandığında kötü durumda olmayan Türkiye’de iktidarın asıl sorunu salgının etkisi geçtiğinde ortaya çıkacak siyasi, ekonomik ve kültürel sarsıntılar olacak.

Önümüzdeki dönem bir yandan liberal, batıcı ve birleşik muhalefetin AKP’nin içini de etkileyen basıncı, bir yandan da düzen dışı kanallara akması muhtemel emekçi tepkisi Erdoğan’ı çok zorlayacağa benziyor.''