Ekonomi yönetimindeki deprem ne anlatıyor?

'AKP bir hafta öncesine göre daha avantajlı konumda olmakla beraber, kendisini bütünüyle güvenli limanlara çektiği bir tablo söz konusu değildir.'

Mehmet Tuna Doğan

Türkiye, kabaca son bir haftalık süre içerisinde ekonomi alanında yeniden sarsıcı gelişmeler yaşıyor. Ülke, Cumartesi sabahına Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Murat Uysal’ın görevden alındığı ve yerine eski Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın atandığı bilgisiyle uyandı. Murat Uysal, Temmuz 2019’da yine bir kararname ile görevden alınan önceki Başkan Murat Çetinkaya’nın yerine atanmıştı. 

Merkez Bankası cephesindeki gelişmeleri, ekonomi yönetiminin çeşitli kademelerine yapılan atamalar izledi. Pazar akşam saatlerinde ise Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın bir sosyal medya platformundan, bozuk bir Türkçe ile duyurduğu istifasını gördük. Albayrak, bu paylaşımının ardından sessizliğe bürünürken, 24 saati aşan bir süre, Cumhurbaşkanlığı’ndan resmi bir açıklama da gelmedi. En nihayetinde Pazartesi geç saatlerde İletişim Başkanlığı’nca, Berat Albayrak’ın sağlık sorunları nedeniyle ‘affını istediği’ ve ‘affının kabul edildiği’ yönlü açıklama yapıldı, akabinde Berat Albayrak’ın yerine 65. Hükümet’in Kalkınma Bakanı Lütfi Elvan’ın Bakan edildiğini öğrendik.

Ekonomi tarafında, yaşanan bu tasfiye/atamalar silsilesini, 11 Kasım Çarşamba günü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması izledi. Erdoğan’ın konuşması sermaye çevrelerinde takdire şayan bir heyecan uyandırdı ve Türk lirası ile lira cinsi varlıklarda sert değer kazançları yaşandı. Zira konuşmanın alametifarikası, uluslararası yatırımcılara ve içeride büyük zenginlere olanca destek ve kolaylığın sağlanacağının, istenilen politikaların hayata geçirileceğinin uzun uzun vurgulanmasında ve de asıl olarak emekçilere yönelik bahşedilen tek bir cümlede saklıydı: “Acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız”

Yaşananların özü nedir?

Ayrıntılara girmeden önce kısa bir değerlendirme yapacak olursak; her şeyden evvel önemlice bir sarsıntı olarak görülebilecek bu olaylar dizgesinin, ABD’de başkanlık seçimlerinin Demokrat aday Joe Biden’ın zafer ilanını hemen hemen bir gün arayla izlemesinin bir tesadüfün ötesinde olduğu aşikâr. Zaten emperyalizmin merkezinde yapılan ve tarihi olarak nitelenen bir seçimin ardından yaşanan başkanlık değişimine, Türkiye’de herhangi bir sermaye iktidarının kayıtsız kalabileceğini düşünmek de saflık olur. 

Buradan devam edecek olursak, AKP’nin Biden yönetimiyle Halkbank davası başta olmak üzere bir dizi ciddi gerilim başlığı olduğu zaten biliniyor; gerek dış politika gerekse de ekonomi alanında önemli gerilim başlıkları bulunmaktadır. Üstüne üstlük, 7 Kasım itibariyle, Rahip Brunson şokunun etkilerini üstünden tam atamadan bir de pandemi şokuna maruz kalmış ekonomi finansal türbülansların ve makro dengesizliklerin ayyuka çıktığı bir noktadır ve bunun da etkisiyle anketler AKP’nin ve yanaşması MHP’nin oylarında kayda değer düşüşler göstermektedir. Yine son dönemde düzen muhalefeti cephesinde yaşananlar da önemli yer tutmaktadır. 

Özetle, AKP’nin elinin belirgin derecede zayıfladığı ve sıkışmış bir görüntü verdiği ortadadır. Bu bağlamda 7 Kasım’dan bu yana yaşananlar ve ileriye dönük yaratılan beklentiler, AKP’nin Biden dönemine dönük, hızlı ve köklü bir uyum hamlesine giriştiğini göstermektedir. 

Bahsi geçen bu uyumun ekonomi tarafındaki karşılığı ise, AKP’nin bir süredir ‘direnç’ gösterdiği kimi iktisat politikası başlıklarına boyun eğdiğini alenen beyan etmesidir. Kadro atamalarının taşıdığı anlam ve bizatihi Erdoğan’ın verdiği mesajlar bu yöndedir: Başta merkez bankasının faiz-enflasyon politikaları olmak üzere, maliye politikalarından diğer kritik birçok alana kadar ‘gerekenin’ yerine getirileceği taahhüt edilmektedir. Erdoğan, güven ve kredibilite kazanmaya odaklanacaklarının, serbest piyasa kurallarından taviz verilmeyeceğinin, yabancı sermayeye her türlü destek ve kolaylığın sağlanacağının, her başlıkta şeffaf ve öngörülebilir olacaklarının altını kalın kalın çizmektedir.

Düzen muhalefetinin konumlanışı

Türkiye ekonomisinin ABD’deki başkanlık değişimini tarihinin en büyük krizlerinden birinin ortasında karşıladığını belirttik. Ancak asıl olan, ekonomide yaşanan yıkımın dönemsel olduğu ve sadece ‘saray rejimi’ kaynaklı olduğunun bütünüyle yalan oluşudur. Sorun yapısaldır, Türkiye kapitalizmi bir birikim rejimi krizi yaşamakta, onu aşamamakta ve günü kurtarmaya dönük attığı her adımla ekonomik dengeler daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Bu başlığı daha fazla ayrıntılandırmayacağız, dileyen okurlara soL’da daha önce yayınlanan değerlendirmeleri öneririz

Bu bağlamda, düzen muhalefetininse uzunca bir süredir “yegâne sorumlunun tek adam rejimi olduğu, Türkiye’de yargı bağımsızlığı ve demokrasi olmadığı için ülkeye yabancı sermaye girişi olmadığı, merkez bankasının bağımsız olamadığı için faiz artıramadığı ve yatırımcılara güven veremediği” şeklinde kabaca özetlenebilecek ortak bir dil oluşturduğu ve bunu olgunlaştırdığı görülmektedir.  Yani düzen muhalefetinin uluslararası sermayeye “ben yaparım” dediklerini, son bir haftadır AKP “ben daha iyi yaparım” diyerek karşılamak durumunda kalmıştır. Yukarıda, AKP’nin yaşadığı sıkışmada ve son bir haftada attığı adımlarda düzen muhalefetinin de bir etken olduğunu belirtmemizin sebebi budur. 

Nitekim şu aşamada, merkezinde CHP’nin durduğu düzen muhalefetinde kompozisyonun birçok başlıkta olgunlaştığı da görülmektedir. CHP’de ekonomi politikaları sorumlusu ve işveren örgütleriyle ilişkiler sorumlusu aynı kişidir, manidardır, üstelik bu kişi partinin de sözcüsüdür ve 2001 krizi sonrası IMF politikalarının yürütücülüğünü Hazine müsteşarlığı düzeyinde yapanlardan birisidir, Faik Öztrak. CHP’nin Temmuz sonunda sonlanan Kurultay’ından akıllarda kalansa “Dostlarımızla birlikte iktidar olacağız” mesajıdır. Diğer yandan, hem Mustafa Kemal’i hem Osmanoğlu familyasının kalıntılarını, hem Deniz Gezmiş’i hem de Menderes, Demirel, Özal taifesini pek seven, pek kucaklayıcı İstanbul belediye reisinin de düzen muhalefeti aktörleri arasındaki tutkalı güçlendirmede önemli bir katalizör olduğu aşikârdır. CHP lideri son dönemde, Abdullah Gül-Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’na dönük sıcak mesajlarını daha korkusuz ve doğrudan dile getirmektedir. Davutoğlu bir kenara, Deva Partisi’nin başında bulundan Ali Babacan’ın uluslararası sermaye nazarında sahip olduğu ‘güven ve kredibilite’ bilinmektedir. Kendisinin aynı zamanda, bir ‘IMF Partisi’ olarak kurulan Deva’nın alacağı oy oranını çok da önemsediğini düşünmemek gerek; gelmeyi değil, getirilmeyi beklemektedir.  

Özetle, düzen muhalefetinin Neo-liberalizmin ekonomi alanındaki amentülerine dayalı bir ekonomik programı daha yüksek sesle dile getirerek emperyalizme ve içeride sermaye sınıfına dönük ‘AKP’ye alternatif olma’ iddiasını daha cesur ortaya koymakta olduğu ve muhalefet kompozisyonunun, ittifak mesajları ve Ekrem İmamoğlu benzeri kimi kadrolarla da pekiştirildiği görülmektedir. 

Neoliberal reçetelere, küçük burjuvazinin kentli-eğitimli -beyaz yakalı katmanlarının, önemlice bir emekçi nüfusun CHP’yle; kentli-taşralı küçük mülk sahibi milliyetçi katmanların İyi Parti ile ikna edildiği,  dışarıya dönük vitrine Babacan’ın oturtulduğu ve dışarıdan Kürt dinamiği desteğinin de bir türlü alındığı tablonun AKP’yi rahatsız edeceği/ettiği aşikâr. 

Bundan sonra ne beklenebilir: Öncelik para politikası-Merkez Bankası cephesindedir

Eğer bir uyum söz konusu olacak ise bunun para politikası, yani merkez bankası başlığında önceliklendirilmesi zaruri. Zira ‘Merkez Bankası bağımsızlığı’ ilkesi ile ifade olunan, parasal otoritenin halk etkisinden arındırılıp, uluslararası sermayeye itaatkâr kılınması düzen için bir olmazsa olmaz. 

Bu bağlamda bakacak olursak, son gelişmelerin ardından, artık 19 Kasım Perşembe günü yapılacak Para Politikası Kurulu toplantısında 1-haftalık repo ihale faiz oranında 400-500 baz puanlık bir faiz artırımına şu aşamada kesin gözüyle bakılmaktadır. Bu artırım haftalık repo faizini %14,25-15,25 seviyelerine getirmektedir. Ancak gerçekte oluşan faizin - TCMB ağırlıklı ortalama fonlama faizinin- zaten %14,5 seviyelerinde olduğu göz önüne alındığında %10,25’lik haftalık repo faizinin bu seviyelere çekilmesi ‘çok sert bir faiz artırımına’ karşılık gelmemektedir. Dolayısıyla Perşembe günü atılacak adımın, merkez bankasının piyasa fonlamasında tek faize geçmesi ve bu anlamda ‘sadeleşmesi’ olarak görülmesi ve sermaye tarafından yine de olumlu karşılanması muhtemeldir ve bu anlamda kredi faizlerinde daha da fazla bir artışa yol açmayabilir. Nitekim ana akıma göbekten bağlı iktisat erbabı, teorinin aksine ‘güven kanalının güçlendirilmesi’ gibi ruhani ifadelerle, çok sert bir faiz artırımının kredi faiz oranlarını düşürerek büyümeyi olumlu etkileyeceğini çığırmaktadır. Örnek ise, 2018 Ağustos’undan verilmektedir; ifadesi, “her diz çöküşünüz olumlu sonuç verir”dir. 

Ve lakin kredi faizlerinde yaşanacak yükseliş zaten fazlasıyla yaşanmıştır ve toplam kredi büyümesinin ivmesi sıfıra koşmaktadır. Ayrıca ‘güven ortamının yeniden sağlanması’ için uluslararası sermayenin gözünde faiz artırımının tek seferde ve yüklü şekilde yapılmasının yanı sıra ‘kısa süreli’ olmaması da zaruridir. Yani, uzun süreli yüksek faiz ortamının mevcut ekonomik durumda talep kanalındaki etkileri her durumda yakından izlenmeyi gerektirmektedir. Tüketici kredilerinde daha hızlı yavaşlamanın halk katmanlarında AKP’ye dönük hoşnutsuzluğu artırması muhtemeldir. Faiz hamlesinin, sermaye içinde çıkarları “yüksek faiz, düşük kur (değerli lira), düşük enflasyon” ile “düşük lira cinsi kredi faizi ve güçlü kredi arzı” arasında çakışan sermaye katmanları arasındaki gerilimi artırması ve ikincisinde AKP’ye karşı bir hoşnutsuzluğu büyütmesi de olasıdır. 2003-2013 arasında hissedilmeyen bu gerilimi hissedilir kılan sermaye birikim rejiminde yaşanan bahsettiğimiz tıkanmadır, pastanın küçülmesi ahengi bozmuştur, şimdilerde denizin bittiği nokta gelmektedir.  

Diğer başlıklarda AKP'nin kısmen pazarlıkçı, sermayenin de kısmen hoşgörülü olması muhtemeldir

Mevcut ekonomik durumun üzerine Covid-19 vakalarının yeniden ve çok hızlı bir şekilde artması, son olarak da kısa olmayacağı anlaşılan bir sıkı para politikası-yüksek faiz ortamı binmiştir. Dolayısıyla söz konusu olan hem para hem maliye politikalarında tam boy ana akım iktisat politikalarına dönüş ise, bunun, bugünün Türkiye’sinde gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Özetle, merkez bankası/para politikasında AKP istenilen noktaya tam boy çekilecektir, ancak diğer politika alanlarında sürecin daha girift bir şekilleniş göstermesi kuvvetle muhtemeldir. Diğer bir deyişle, hem pandeminin hem de yüksek faiz ortamının yaratacağı ilave güçlükler karşısında AKP’nin diğer politika alanlarında uluslararası sermayeden daha ‘hoşgörülü olma’ yönünde talepkâr olacağını ve ‘ortodoks politikalara’ tam boy geri dönüşten ziyade, daha karmaşık bir politika demeti düzleminde uzlaşı arayışı içerisinde olacağı görüşündeyiz. 

Nitekim kritik başlıklardan biri olan bankacılık tarafında sürecin nasıl ilerleyeceği açısından iki kritik gösterge, bankaların yurtdışı bankalarla yaptığı swap işlemlerine getirilen limitler ve yine BDDK’nın uyguladığı Aktif Rasyosudur. Uluslararası sermaye ve ana akım iktisat çevreleri ikisinin de ivedilikle ve tümden kaldırılmasını talep etmektedir. Öte yandan Merkez Bankası cephesinde çok kararlı adımlar atan ve mesajlar veren AKP, 11 Kasım tarihli BDDK kararıyla swap limitlerinde şu aşamada yalnızca gevşemeye gitmekle yetinmiştir. Bankaları kredi arzında sürekliliğe zorlayan Aktif Rasyosuna ilişkinse şu aşamada bizim gördüğümüz hiçbir mesaj verilmemiştir. Özellikle ikincisi –henüz yorum için erken olabileceği riskiyle beraber- AKP’nin uzun sürecek yüksek faiz ortamında kredi kanalının açık kalmasını gözettiğini düşündürmektedir. Kamu bankalarının rolü, bu başlıkta izlenmesi gereken kritik başlıklardan bir diğeridir. Gelinen noktada kamu bankalarının en azından eski büyüklüklerde döviz satışı yaparak kura müdahale etmeye devam etmesi çok da beklenmemelidir. Ancak kredi tarafı çok yakından izlenmeyi gerektirmektedir. Zira kamu bankalarının kredi muslukları gerek seçmen tabanı gerekse çeşitli sermayeler arasında yürüttüğü hakem rolü açısından AKP için yaşamsal önemdedir.  

Maliye politikaları tarafında da benzer bir sürecin işlemesi muhtemeldir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi; AKP’nin bir yandan uzun süre yüksek faiz patikasında yürürken bir yandan da ilk dönemlerindeki gibi çok yüksek faiz dışı bütçe fazlaları vermesini sağlayacak sıkı maliye politikaları uygulaması şu ortamda imkânsızdır. Gerek mevcut ekonomik durum gerekse de küresel ölçekte pandemi koşulları nedeniyle maliye politikalarında IMF başta olmak üzere emperyalist kurumların takındığı daha esnek yaklaşım, AKP’ye burada belirli bir hareket alanı sağlayabilir.  Ancak, Lütfi Elvan’ın elinin sonuna kadar serbest bırakılacağı da düşünülmemelidir. Orta Vadeli Program’daki uçuk hedeflerde daha rasyonel bir düzleme geçileceğine dönük adım ve/veya mesajlar, nihai aşamaya ulaşmamış kamu-özel işbirliği projelerinde iptaller, benzer şekilde Kanal İstanbul Projesi’nin rafa kaldırılmasının ilanı ve genel olarak gelir ve harcama başlıklarında takınılacak uyumlu tutumun beyanı Elvan’dan beklenmesi gereken öncelikli başlıklardır.

Sonuçlar...

AKP bir hafta öncesine göre daha avantajlı konumda olmakla beraber, kendisini bütünüyle güvenli limanlara çektiği bir tablo söz konusu değildir. Birincisi, Biden ile ilişkiler belirsizliğini korumaktadır. 5 Ocak sonrasında Senato’da da Demokratların çoğunluğu elde etmesinin ve Biden’ın elinin fazlasıyla güçlenmesinin AKP ile ilişkiler açısından da sonuçları müphemdir. İkincisi, para politikası dışındaki alanların yukarıda belirttiğimiz şekle paralel biçimde ilerlemesi; süreci kırılmalara, gerilimlere açık bırakacaktır. Üçüncüsü, hızla artan pandemi etkisinin dünya ve Türkiye ekonomisinde yaratacağı ilave baskının düzeyi belirsizdir, ama azımsanabilir olmaktan da uzaktır. Dördüncüsü AKP’nin 7 Kasım sonrası hamlelerine muhalefetin nasıl ve ne sertlikte karşılık vereceği izlenmelidir. Beşincisi Berat Albayrak’ın tasfiyesinin yargıdan güvenlik bürokrasisine, medyadan AKP teşkilatına kadar bir dizi alanda boğuşmayı artırması ve parti-devlet-sermaye ilişkiler ağında yeni kırılmalar yaratması olasıdır. Sonuncu ve en önemlisi ekonomik şartların işçi sınıfımız ve tüm emekçi katmanlarda öfkeyi artırması ve yeniden silkiniş işaretlerinin belirmesi olasılığının hiç de zayıf olmayışıdır. 

Özetle, AKP-MHP inisiyatifiyle gidilecek bir erken seçim olasılığı belki zayıflamıştır, ancak Türkiye’de düzen siyasetinde bir altüst oluş hala güçlü olasılıktır. İşçi sınıfının yolunda yürüyenler içinse yeni zorluklara yeni görevler, yeni olanaklar, umutlar eşlik edecektir; bastığımız toprak verimlidir-sıcaktır, daha da ısınacaktır.