İşçilerden Yıldız`a, direnişe güç katanlar

Direnişin yıldönümüne yaklaştığımız günlerde yaşadığımız Soma faciası, iyiye dair pek çok özelliği barındıran, ne güzel ki hâlâ soluyan direnişin özünde nelerin yer alması gerektiğini hatırlatıyor aslında. Direniş, özgürlüklerle ya da doğanın korunmasıyla sınırlı olmasa gerek. Eşitsizliğin, sömürünün sürdüğü bir dünyada özgürlüklerin keyfini ancak benciller, duyarsızlar çıkarabilir doğanın sömürü düzeninden yara almaması ise mümkün değildir.

İşçiler en son hızlı tren inşaatında göçük altında kalmış. Öyle çok ölüyorlar ki, kahve yudumladığımız alışveriş merkezinde, yolculuk ettiğimiz trende, yediğimiz karpuzda her yerde kanları var. İşyerleri güvenli olsa, içimiz rahat olur mu? Biz çocuklarımızı koleje gönderir, her istediklerini alabilirken, onlar ucu ucuna geçinseler yeter mi? Ölmemeleri yeter mi?

Eskiden kalburüstü bir aileniz varsa, bir işiniz olması için üniversite bile okumanız gerekmezmiş. Bir yabancı dil bilmek bile gayet güzel bir işe sahip olmak için yeterliymiş. Günümüzde iyi bir işe sahip olmak için kolej bitirmek, bir dil bilmek yetmiyor. Ancak pek aç da kalmıyor böyle, az çok donanabilmiş olanlar. Diğerlerinin ne kadar geride kaldığını belirtmeye gerek var mı?

Barselona’yı gördüğümde Gaudi’nin ellerinden çıkma bir masal şehri olduğunu düşünmüştüm. Iñárritu’nun Biutiful filmi bu yüzden de etkilemişti beni. Hastane sahnesinde pencereden Sagrada Familia’yı görmesem filmin Barselona’da geçtiğini anlamazdım çünkü bu filmin kahramanları masal şehrinde yaşamıyordu. Yoksuldu onlar, göçmendi, kaçak işçilerdi… Ana karakter, işçiler için ucuz ısıtıcılar alırken televizyon, kıyıya vurmuş balinaları gösteriyordu. Sonraki sahnede işçiler bu ucuz ısıtıcılar yüzünden uykularında ölüyorlardı. İşçilerin ölümleri birbirine ne kadar da benziyordu.

İşçilerimizin birer birer, onar onar ve hatta yüzer yüzer ama durmadan ölmesi kapitalist düzenin insan yaşamına, emeğine verdiği değerin kanıtı. Haftanın bir günü izin yaparak, emeğinin karşılığını almadan, sigortasız çalışanları düşünürsek çoğumuzun bu düzende sömürüye uğradığı açık. İşçilerin ölümleri çoğumuzun yaşamına ayna tutuyor aslında. Kendimize zaman ayıramadığımız, acımasız rekabet ortamında boğulduğumuz, hızı nedeniyle hap gibi gözümüze sokulan tüketim önerilerine, modaya uyduğumuz robotlaşmış yaşamlarımıza…Direnişin tüketim karşıtı, paylaşmayı özendirici, dayanışmacı ruhu kapitalizmin omurgasını çatlatabilecek güçteydi. Örneğin sokaktaki direnişçilere yemek verenler, kurulan yeryüzü sofraları…

Haksızlıkları, sömürüyü simgelemesi ve tüketimle ilişkisi düşünüldüğünde işçiler, hepimizi yutmaya hazır kapitalizme karşı uyarıyı simgeliyor. Pisi pisine ölümlerini çevreleyen yalan, dolan, bilimdışı tutumlar ise gericiliği...

Kibir, ayrımcılık, aşağılama…iktidar ağzının doğasında başka ne varsa emperyalizmle benzerliğini kurmak mümkün.

Bünyesinde tüm bu kötülükleri barındıran AKP için geçen yıl herkes “Hükümet istifa” dedi. Koskoca bir sene geçti, hükümet istifa etmedi. Daha çok yıktı, öldürdü. Bu durumda AKP, özellikle Erdoğan nefreti büyüdü.

Ne yazık ki bu nefret yüzünden direnişin iyilik saçan gücünden yararlanamayan, hatta ondan zarar görenler oldu. Ayrımcılığa, haksızlığa isyan edenler, psikolojik sorunları olan insanların, akıl hastalarının üzerine bastı.

Ayhan Yılmaz’ın ölümü bir yanıyla bu ayıbımızı simgeliyor. Kalkanları arkasında çatışmaya devam eden polislerin ardında kanlar içinde yerde yatan Yılmaz’ın, askerde gördüğü işkenceler sonrasında akıl sağlığını kaybettiği yazıldı. Erdoğan’ın hangi tür akıl hastası olduğu konusunda fikir bildirme yarışına girmiş yazarların, sosyal medyadaki alaylı yorumların istemeden de olsa dalga geçtiği insanlardandı Yılmaz. Polislerin aldırmazlığı içinde yerde yatışı ve öyküsüyle hepimizi utandırıyordu çünkü o iyi bir insandı.

Yılmaz’ın öyküsünün bilerek ya da bilmeden, bipolar olan Tezer Özlü’nün “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” cümlesiyle paylaşılmasının, direnişin ileriye daha güçlü ve daha bilinçli taşınacağını gösterdiğini umuyorum.