Toplum sağlığından ancak toplumun ve onun her bir ferdinin sağlığını merkeze koyan bütünlüklü ve planlı bir sağlık sisteminin varlığı koşullarında söz edilebilir.

Sağlık sistemimize ne oldu?

Uzun süredir Türkiye’de sağlık hizmetlerinin gidişatı, sağlık çalışanlarının yaşadığı sorunlar ve yurttaşların sağlık hizmetlerine erişimi büyük bir sorun haline gelmiş durumda. AKP’nin “elinde kimliği olan anında ve istediği hastanede sağlık hizmetinden yararlanır” propagandasının artık hiçbir inandırıcılığı yok. Sağlık sisteminin işleyişinden, sağlık çalışanlarının çalışma ve yaşam koşullarına, yurttaşların sağlık hizmetlerine erişiminden aldıkları ya da alamadıkları hizmetlerin durumuna kadar bütünlüklü bir değerlendirmeyi hak ediyor sağlık alanı.

Bu yazının böyle bir iddiası yok. Ama sağlıkta geldiğimiz noktayı çarpıcı şekilde gösteren birkaç fotoğrafı sizlerle paylaşma ve bunlar üzerinden piyasacılığın sağlığımızı ne hale getirdiğine dair birkaç söz söyleme ihtiyacı duydum. 

Geçtiğimiz gün bir hekim arkadaşım Ankara Bilkent Şehir Hastanesi’ne dair bir haberi paylaştı. Haberde Şehir Hastanesi’nin polikliniklerinin 7 gün 24 saat hizmet vereceği belirtiliyordu. Haberi ilk okuduğumda yanlış anladım ve içimden “ne var canım elbette bir hastane sürekli açık olur” diye geçirdim. Ama bir kez daha okuduğumda dehşete kapıldım. Söz konusu olan Şehir Hastanesi’nin 7 gün 24 saat muayene hizmeti sunacağı ve buna uyacak şekilde sağlık çalışanlarını çalıştıracağıydı. 

Yine sağlıkla ilgili başka bir habere ise 26 Nisan tarihli Resmi Gazete’de denk gelmiştim. Gazetede yer alan 25 Nisan tarihli bir Cumhurbaşkanlığı Kararı’nda belirtilenlere inanamamış sonrasında hekim arkadaşlarıma da bu bilginin doğruluğunu ve nedenini sorma ihtiyacı duymuştum. 

Bu Cumhurbaşkanlığı Kararı’nda benim asıl ilgimi çeken ve şaşırtan kararın ekindeki tabloda ihtiyaç olarak tarif edilmiş toplam 35 binin üzerinde hekim ve uzman hekimin sözleşmeli personel olarak alınacağına dair rakamlardı. Özellikle devlet hastanelerinde hekim açığının olduğu, hekimlerin başta çalışma koşulları, şiddet ve mobing gibi gerekçelerle devlet memurluğundan istifa ederek özel sağlık kuruluşlarına geçtiğini biliyoruz. Hatta yurt dışına hala da devam etmekte olan ciddi bir hekim göçü olduğunu da gözlemliyoruz. Ama bu kararda geçen sözleşmeli sağlık çalışanı alımı ve belirtilen rakamlar sadece bu gerekçelerle açıklanamayacak bir tabloyu ifade ediyor. Daha doğru ifade etmek gerekirse, hekimlerin devlet memurluklarından ayrılmasına da bu kadar yüksek sayıda sözleşmeli hekim alınmasına da yol açan başka bir gerçekle karşı karşıyayız.

Başka bir habere ise Ocak ayında Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi Başkanı Ahmet Burak Dağlıoğlu’nun bir basın kuruluşuna verdiği röportajda denk gelmiştim. Dağlıoğlu röportajda “otoyollardan sağlığa kadar uzanan ve kamu-özel sektör ortaklığı olarak adlandırılan projelerde anlaşmaların mümkün olduğu”ndan söz ediyordu. Röportajın devamında da “bir şehir hastanesinin körfez ülkelerinden birindeki bir yatırımcıya satışı konusunda görüşmelerin sürdüğünü ve diğer şehir hastanelerinin de bunu takip edebileceğini” ifade ediyordu.  Şehir hastanelerinin yapıldığı birçok yerleşim için kendisi dışındaki tüm devlet hastaneleri ya tasfiye ediliyor yada işlevsiz hale getiriliyor. Eğitim ve Araştırma hastaneleri dışarıda tutulursa kuruldukları kentlerde devletin hastane hizmetleri şehir hastanelerinin tekelinde toplanıyor dersek yanlış olmaz. Şehir Hastanelerine bakış ise çok belli ki bir piyasa aracı olarak taşıdığı değerden ibaret.

Örnekler çoğaltılabilir. Çok daha çarpıcı ve can acıtan yüzlerce örneğe denk geliyoruz sağlık alanında. Hepsinin iki anlamı var:

Birincisi AKP iktidarının sağlığın piyasa elinde ciddi ve kârlı bir kazanç kalemi haline getirilmesi doğrultusunda ne kadar yol aldığını ve durmaya niyetli olmadığını göstermesi açısından kritik bu örnekler.

İkincisi sağlığın piyasalaştırılmasının ortaya çıkardığı korkunç tabloyu göstermesi açısından kritik aktardığım ve aktarmadığım örneklerin tamamı.

Toplum sağlığından ancak toplumun ve onun her bir ferdinin sağlığını merkeze koyan bütünlüklü ve planlı bir sağlık sisteminin varlığı koşullarında söz edilebilir. Ve sağlık hakkı yaşam hakkı gibi en başa yazılması gereken insan hakkıdır. Türkiye’de ise artık ne tek tek yurttaşların ne de toplumun sağlığını merkeze koyan bir sağlık sisteminden söz etmemiz mümkün değil. İlla bir sağlık sisteminin varlığından söz edilecekse, yukarıda örneklerini verdiğim bir ticari faaliyetten ibarettir bu sistem maalesef. Para kazanmayı esas alan, bunun için her yolu mübah gören, sağlık çalışanlarını bir makinanın dişlileri, hastaları da yolunması gereken müşteriler yerine koyan bir vahşilik. Vahşilik diyorum çünkü, söz konusu olan insan hayatı ve sağlığı. Maalesef insan hayatı ve sağlığının ise bugün sadece değişim değeri olduğu ölçüde bir karşılığı var. Sağlık sisteminin geldiği yer açısından da bu böyle.