Fatih Yaşlı Ayasofya'nın açılması ve Türkiye gericiliğini yazdı.

Zincirler kırıldı, Ayasofya açıldı

Said Nursi’den Necmettin Erbakan’a, Necip Fazıl’dan Mehmet Şevket Eygi’ye, Fethullahçılardan Milli Görüşçülere, bütün bir Türkiye İslamcılığı elli yıl boyunca “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” diye bağırdı. 

Kırılmasından bahsedilen “zincir” neydi, Ayasofya’yı zincire kim vurmuştu, zincirleri kim kıracak, Ayasofya’yı kim açacaktı, bunların hepsi elbette ki biliniyordu ama İslamcılığın doğasına uygun bir şekilde isim verilmiyordu. 

İslamcılık Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet’e olan düşmanlığını hiç gizlemedi ama öte yandan “takiye” gereği Mustafa Kemal’in de Cumhuriyet’in de adını telaffuz etmekten, bu ikisiyle doğrudan karşı karşıya gelmekten hep kaçındı. 

Söz konusu karşı karşıya geliş bir gün mutlaka gerçekleşecekti elbette ama o gün geldiğinde İslamcılık o kadar güçlenmiş olacaktı ki, buna kimse karşı çıkamayacaktı, söylenen buydu. 

Mısıroğlu’nun 'kehanet'i

Şu aralar sosyal medyada dolaşan ve beş yıl öncesine ait olan bir videoda Kadir Mısıroğlu, Erdoğan’a yönelik “Ayasofya’yı açmayacak mısınız” sorularına göğsünü siper ederek şöyle diyor: “Onun da vakti gelecek. O yapıldığı gün ona doğacak muhalefeti bertaraf edecek gün onu yaparız.”

Bugün gelinen noktada Mısıroğlu’nun “kehanet”inin tutmadığını kim iddia edebilir ki? 

Devletin en tepesindeki isim, Ayasofya’nın müze yapılmasından “tarihe ihanet” diye söz edebiliyorsa, “alınan karar Fatih’in bedduasından kurtulmamızı sağladı” diyebiliyorsa ve böylelikle hala daha ismini telaffuz edememekle birlikte Mustafa Kemal’e hem “hain” hem de “Fatih’in bedduasına maruz kalan kişi” demiş oluyorsa, düzen muhalefetinden tek bir kişi de çıkıp “siz ne diyorsunuz” deme cüretini gösteremiyorsa, bilakis alınan karar koro halinde alkışlanıyor ya da sessizce geçiştiriliyorsa, kim Mısıroğlu’nun haksız çıktığını söyleyebilir ki? 

Muhalefetin hali ortada… 

Saadet Partililer “kendisi muhalefette, fikirleri iktidarda” olmanın gururunu yaşıyorlar ki, hiç de haksız değiller. Erbakan ve Milli Görüş’ün yıllarca peşinde koştuğu bir hayali, öyle ya da böyle, “Erbakan’ın talebeleri” hayata geçirmiş durumda. 

MHP ise hem iktidar ortağı olmanın hem de fikirlerinin iktidarda olmasının keyfini çıkararak kararı güçlü bir şekilde destekliyor elbette. Kaldı ki Ayasofya’nın cami yapılması için ilk teklifi verenlerden birinin MHP milletvekilliği döneminde Yusuf Halaçoğlu olduğu, bugünlerde sıkça dile getirilen “Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi kararının altındaki Atatürk imzası sahte” uydurmasının da Halaçoğlu sayesinde popüler hale geldiği biliniyor. 

Ülkücü fraksiyonlardan bir diğeri olan İYİP’in ve Akşener’in de olan bitene itirazı yok elbette. Akşener, Mustafa Kemal’e “hain” denilmesine kendince bir tepki verse de Ayasofya’nın cami yapılmasından gayet memnun bir şekilde şöyle diyor: “Sağ cenahın içinde yer alan her bireyin, herhalde en genci bizim yaşlarımızda olan bir neslin talebiydi.”

CHP’ye gelince… 

CHP’nin parlayan iki yıldızı olan iki sağcı belediye başkanının da kararla bir dertleri yok şüphesiz. Mansur Yavaş, karardan duyduğu memnuniyeti kendi mutedil üslubuna uygun ve iktidarla belli bir mesafeyi korumaya da özen gösterecek bir şekilde "Danıştay'ın Ayasofya ile ilgili verdiği kararın ülkemize, milletimize ve İslâm âlemine hayırlı olmasını temenni ediyorum" diye ifade etmeyi tercih etti.

İmamoğlu ise biraz da “şaşırtıcı” bir şekilde koroya coşkulu bir şekilde katılmayı reddetti ve ancak birkaç günlük suskunluktan sonra bir açıklama yaptı. İmamoğlu doğrudan değilse de “bu kararın şu an ülkeye nasıl bir faydası var” imasında bulunarak utangaç bir “eleştiri”de bile bulundu; ancak o da sağcı meşrebine uygun bir şekilde, “Ayasofya benim kalbimde ve aklımda 1453’ten beri camidir” dedi ve böylece zımnen de olsa “86 yıllık ara” söyleminin içerisinden konuştuğunu gösterdi.

CHP yönetiminin “suskunluğu” ise gerçekten ibretlikti. “İktidara koz vermemek”, “oyuna gelmemek”, “CHP’ye dinsiz dedirtmemek” gibi birtakım argümanlar üzerinden ve elbette ki “Cumhur ittifakı sayesinde iktidarın sandıkta devrileceği” stratejisiyle bağlantılı olarak, güya siyaset yapıldığı iddia edildi ama aslında söz konusu olan tam bir siyasetsizlik haliydi. 

Halbuki, iktidarın toplumu dini ve milli hassasiyetler üzerinden kutuplaştırma stratejisine karşı yapılabilecek nasıl bir sürü şey varsa, Ayasofya özelinde de söylenebilecek ve yapılabilecek çok şey vardı. 

En basitinden “bu kadar işsiz, yoksul, aç insanın karnını Ayasofya mı doyuracak” diye sorulabilir, tam da “Z kuşağı”nın keşfedildiği şu günlerde “Türkiye’nin gençlerine hamasetten başka ne vaat ettiği” sorusu ülkenin gündemine güçlü bir şekilde taşınabilirdi ama o bile yapılmadı.

Laiklik, aydınlanma ve biz 

1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptalinin, basit bir karar iptalinin ötesinde, Türkiye İslamcılığının Atatürk ve Cumhuriyet’le olan hesaplaşmasının bir sembolü ve yeni rejim adına atılmış en önemli adımlardan biri olduğunu iktidar da muhalefet de biliyor ve her ikisi de bunu bildiği halde böyle değilmiş gibi yapmayı tercih ediyor.   

Ayasofya kararı ile birlikte iktidar rejim inşasında bir merhaleyi daha geçti, muhalefet ise hem sağcı doğası gereği hem de iktidarı sandıkta yeneceğine duyduğu inançla bu merhalenin aşılmasını da itirazsız bir şekilde kabul etti, hatta buna destek verdi. 

Geldiğimiz noktada, Ayasofya kararıyla birlikte, Türkiye’de siyasetin bütünüyle sağa kaydığı, Milli Görüş’ün tezlerinin devletin resmi ideolojisi haline geldiği, muhalefetin siyaseti iktidarın, yani İslamcılığın diliyle yapmayı kabul ettiği, düzen güçleri arasındaki mücadelenin sağ fraksiyonlar arasındaki bir yarışa dönüştüğü, Türkiye toplumunun önüne gelecek diye konulan şeyin sağcılığın ve İslamcılığın farklı versiyonları olduğu bir kez daha görülmüş oldu.  

Türkiye’de sınıf sömürüsü din sömürüsüne muhtaç. 

Türkiye’de sermaye düzeni meşruluğunu ancak din üzerinden tesis edebiliyor. 

Türkiye’de düzenin elinde açlığın, işsizliğin, yoksulluğun üzerine örtebileceği başka bir örtü kalmamış durumda. 

Dincilik, milliyetçilikten de aldığı destekle, Türkiye’nin hem bugününü hem yarınını çalıyor; bunu yaparken de kitleleri hamaset edebiyatıyla uyutmaya devam ediyor.

Dinselleşme düzenin elindeki en önemli araçsa,  bize halktan yana bir laiklik siyaseti lazım. 

Düzen hamasetten besleniyorsa, bize halktan yana bir aydınlanma lazım. 

Düzen, halka milliyetçilik sosuna bulanmış bir dinselleşmeden başka bir şey vaat etmiyorsa, bize bu vaadi elinin tersiyle iten bir gelecek perspektifi lazım.

Türkiye’de artık düzen sınırları içerisinde laikliği ve aydınlanmayı savunma imkânı ortadan kalktığı gibi, laikliği ve aydınlığı savunmayan bir düzen karşıtlığının da herhangi bir anlamı bulunmuyor. 

Bugünün Türkiye’sinde laikliği de, aydınlanmayı da hakkıyla ancak sosyalistler savunabilir, bugün ancak sosyalizmle ilişkilenmiş bir laiklik mücadelesi ve aydınlanma fikri kitlelerde karşılık bulabilir ve bugün Türkiye toplumuna sahici bir gelecek vaadinde ancak sosyalistler bulunabilir. 

En öncelikli görevimiz bunu anlamak ve anlatmaktır.