Yaşadığımız on sekiz yıl boyunca, AKP’nin en büyük başarılarından biri, farklı dönemlere uygun farklı stratejiler geliştirmek, bu stratejilere uygun yeni pozisyonlara son derece esnek bir şekilde geçiş yapmak ve bunu yaparken de bu geçişlere uygun yeni müttefikler bulmak, yeni ittifaklar kurmak oldu.

Yetmez ama evetçilik: Hem iktidarda hem muhalefette

Yaşadığımız on sekiz yıl boyunca, AKP’nin en büyük başarılarından biri, farklı dönemlere uygun farklı stratejiler geliştirmek, bu stratejilere uygun yeni pozisyonlara son derece esnek bir şekilde geçiş yapmak ve bunu yaparken de bu geçişlere uygun yeni müttefikler bulmak, yeni ittifaklar kurmak oldu.

Siyasal stratejisini “demokratikleşme” söylemi üzerine kurduğu günlerde AKP’nin yanında sadece Fethullahçı çete yoktu; hem özel olarak Fethullahçılığın hem de genel olarak siyasal İslam’ın yörüngesinde dolanan ve muhafazakârlıkta/İslamcılıkta “Kemalist vesayete karşı Türkiye’yi demokratikleştirme” kerameti gören sağlı sollu liberaller de vardı. 

Kuşkusuz bu, Türkiye siyaseti için yeni bir olgu değildi; 1946’da tek parti iktidarına karşı Demokrat Parti ve Menderes, 12 Eylül’den sonra generallere karşı Özal, 90’ların başında Özal’a karşı Demirel, “demokrasi” adına sahiplenilmiş ve desteklenilmişti.

Farklı tarihlerde ve farklı isimlerce olmakla birlikte, Türkiye siyasetinin hemen her döneminde benzer bir tutumun sergilenmesi ise elbette ki tesadüf değildi; bunun gerisinde Türkiye siyasetinin ve toplumunun belli bir okuma biçimi üzerinden kavranması ve bu kavrayış üzerinden siyaset yapılması vardı.

“Liberal” olarak adlandırdığımız bu okuma biçimi, Türkiye’ye baktığında batıdakinden farklı olarak kapitalizmin, sınıfların, sivil toplumun vs. yokluğunu görüyor, dolayısıyla da Türkiye’deki temel çelişkinin sınıflar arasında değil, devletle toplum, ya da aynı anlama gelmek üzere merkezle çevre arasında olduğunu iddia ediyordu.

Buna göre, devletin, yani aynı anlama gelmek üzere “merkez”in, İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan değişmez bir ideolojik çizgisi vardı ve bu çizgi Türkiye toplumunu tepeden inmeci bir şekilde Batılılaştırmak/modernleştirmek istiyordu. Bunun karşısında ise mütedeyyin halk kitleleri, yani “çevre” ve onun siyasi temsilcileri yer alıyor,  bunlar tepeden inmeci Batılılaşma/modernleşme politikalarına karşı direniyorlardı. 

Türkiye’yi “nevi şahsına münhasır” bir ülke olarak gören ve akademide “özgücü” olarak nitelendirilen bütünüyle yanlış bu okuma biçimi, siyasal alana “ceberut devlete karşı demokrasi güçleri” ikiliği üzerinden tahvil edildi.

Buna göre, bir tarafta tarih ve sınıflar üstü, kendi özerk aklı ve bilinci olan, ideolojisi ve özü hiç değişmeyen, despot, baskıcı bir devlet, diğer yanda ise dindarlardan sosyalistlere, TÜSİAD’dan tarikatlara uzanan bir “demokrasi cephesi” vardı. 

Dolayısıyla liberalizm açısından esas bakılması gereken yer, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı, sermaye düzeninin işleyiş biçimi, sermaye sınıfının stratejileri, antikomünizm, dinselleşme vs. değil, bu ikisi arasındaki mücadeleydi. Buradan hareketle, demokratlara, liberallere, solculara, sosyalistlere düşen ortak görev de “ceberut devlete karşı demokrasi cephesi”ni güçlendirmek ve büyütmekti.

İşte tam da bu nedenle, 2010 yılında yapılan sözde “12 Eylül’le hesaplaşma” referandumunda ortaya çıkan ve “yetmez ama evet” sloganında somutlaşan tutum, dönemsel, geçici ya da münferit değildi, ayaklarını bastığı tarihsel bir arka plan, güncel bir zemin bulunuyordu. 

Liberaller AKP tarafından kandırılmadılar; Türkiye tarihine ve toplumuna bakışları ve Türkiye’yi okuyuş biçimleri, onları zorunlu ve kaçınılmaz olarak AKP’yi desteklemeye itti. Daha önce Menderes’te, Özal’da, Demirel’de aradıkları şeyi bu sefer de Erdoğan’da bulduklarına inandılar ve bu sefer de “vesayet rejimi”ne, “Kemalist otoriterliğe”, “ceberut devlet”e karşı AKP’nin ipine sarıldılar.  

Yetmez ama evetçiliğin ulusalcı versiyonu 

İktidar partisi, yetmez ama evetçiliğin bu liberal versiyonunu kullanıp çöpe attıktan sonra, Gezi direnişi, 17-25 Aralık operasyonları ve 15 Temmuz darbe girişimi gibi son derece kritik hadiselerin yaşandığı bir konjonktürde pozisyon değiştirip kendisine yeni müttefikler bulmayı başardı. 

Bu sefer ittifakta MHP, eski rejimin güvenlik bürokrasisinden geriye kalanlar, yani Çiller-Ağar ekibi, Vatan Partisi ve iktidarın Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin milli çıkarlarını koruduğuna inanan, üstelik çoğu Ergenekon/Balyoz davalarıyla tasfiye edilmiş ya da emekli asker bir grup aklıevvel vardı. 

Bu ittifakla birlikte, bu sefer yetmez ama evetçiliğin “ulusalcı” diyebileceğimiz bir versiyonu ortaya çıktı, yetmez ama evetçilik bu sefer de ulusalcı versiyonuyla yürüyüşüne devam etti.  

Buna göre, iktidar partisi emperyalizme ve ABD’ye kafa tutuyordu, bağımsızlıkçı bir politika izliyordu, Türkiye’yi Atlantik ittifakından, ABD’den, NATO’dan uzaklaştırarak Avrasya cephesine yaklaştırıyordu, PKK ve FETÖ ile mücadele ediyordu, Doğu Akdeniz’de “Mavi Vatan” konseptine uygun bir şekilde hareket ediyordu vs. Dolayısıyla, onca hatasına, onca yanlışına rağmen, bu iktidarın icraatlarına yeterli olmasalar da “evet” denilmesi ve iktidara destek verilmesi gerekiyordu. 

Bu ise aslında Türkiye’yi liberalizme benzer bir şekilde okumanın bir sonucuydu. Şaşırtıcı gelebilir ama evet, liberalizm ve ulusalcılığın Türkiye tarihini okuma biçimleri arasında sanıldığından da büyük benzerlik vardır. Her ikisi de sınıfları ve sınıf mücadelesini analiz dışında bırakır, her ikisi de temel çelişkiyi sınıflar arasında değil farklı yerlerde arar:  Liberalizmin devlet-toplum, merkez-çevre ikiliğinin yerini ulusalcılıkta emperyalizm-devlet ikiliği almıştır. Liberalizm “ceberut devlet”e karşı bütün sınıflar arasında bir “demokrasi ittifakı” kurulabileceğine inanırken, ulusalcılık ise emperyalizme karşı bütün sınıflar arasında ve ulus-devlet savunusu etrafında bir “anti-emperyalist ittifak” kurulabileceğine inanır.  

Dolayısıyla dün liberallerin, bugün ise ulusalcıların bu kadar kolay bir biçimde iktidar partisiyle iş tutabilmeleri, -karakterleri ve kişilikleri analiz dışı bırakılarak söylenecek olursa- sahip oldukları ideolojik perspektiften kaynaklanmaktadır ve bu hiç de şaşırtıcı değildir. 

Liberal yetmez ama evetçilik muhalefette 

Peki bu süreçte yetmez ama evetçiliğin ulusalcı versiyonu iktidar ortağı olurken, liberal versiyonuna ne oldu? 

Yetmez ama evetçiler, başta popüler temsilcileri olmak üzere, çok ciddi bir özeleştiri vererek bugünlere gelinmesindeki katkıları için toplumdan özür mü dilediler, sorumluluk mu üstlendiler?

Ya da böylesine büyük bir vebalin taşıyıcısı oldukları için kanaat önderliğinden, entelektüellikten, aydınlıktan “istifa” mı ettiler, suskunluğu mu tercih ettiler?  

Elbette ki hayır, bunların hiçbiri olmadı. Yetmez ama evetçilik ve Türkiye liberalleri bugün hala o günlerde yaptıklarının ve savunduklarının doğru olduğuna inanıyor, iktidarı demokratikleşme adına attığı adımlar için desteklediklerini, bunun da son derece doğal olduğunu, otoriterleşme sürecine girilmesiyle birlikte desteklerini çektiklerini iddia ediyorlar. 

Ancak mesele tek başına bu değil, tek başına bu olsaydı önemsiz olabilirdi. Asıl mesele yetmez ama evetçiliğin bir kez daha siyaset sahnesine çıkması ve bu sefer muhalefete akıl öğreten bir pozisyona yerleşmesi ve üstelik ciddiye alınıyor olması. 

Dün “Kemalist vesayet”e karşı Erdoğan’ı ve AKP’yi destekleyen Türkiye liberalizmi, bugün “Erdoğan vesayeti”ne karşı başını CHP ve İYİP’in çektiği, içerisinde Gül, Babacan, Davutoğlu’nun bulunduğu ve HDP’nin de kıyısından köşesinden dâhil edilmeye çalışıldığı bir “demokrasi cephesi”ni savunuyor. 

Sağcılığa karşı sağcılık, İslamcılığa karşı İslamcılık, ülkücülüğe karşı ülkücülük, Milli Görüş’e karşı Milli Görüş, AKP’ye karşı AKP’nin içinden çıkanlar, MHP’ye karşı MHP’nin içinden çıkanlar…

Kıymeti kendinden menkul bir “demokrasi” nosyonu adına, Türkiye siyasetinin bütünüyle sağcılaştırılması, sağın alternatifi olarak toplumun önüne yine sağın konulması, otoriterleşme mesele haline getirilirken neo-liberal politikalara ve dinselleşmeye karşı en ufak bir itirazda dahi bulunulmaması…

Evet, bugünün liberal yetmez ama evetçiliği bunlarda somutlaşıyor. 

Dün “Kemalist vesayet”e karşı bu iktidarı Türkiye’nin başına bela edenler, bugün bu iktidardan kurtulmak adı altında düne kadar bu iktidarın kilit noktalarında olan isimleri, eski cumhurbaşkanlarını, eski başbakanları, eski dışişleri bakanlarını, eski başbakan yardımcılarını Türkiye toplumunun önüne umut diye koyuyorlar. 

Yetmez ama evetçilik ve liberaller günah galerilerine yeni bir eseri daha eklemeye hazırlanıyor, oyun bu sefer de buradan kuruluyor. 

'Yetmez ama evet' değil, 'yetti artık, hayır' 

Son CHP kurultayı, tam da yetmez ama evetçiliğin stratejisine uygun olarak, partideki “ANAP’laşma” sürecinin de, iktidara “dostlarla”, yani sağcı/İslamcı partilerle gelme stratejisinin de derinleşerek devam edeceğini gösterdi. 

Bu ise düzen siyasetinin bütünüyle sağcılaşması ve giderek Türk-İslam sentezinin farklı fraksiyonları arasındaki bir mücadeleye dönüşmesi, sosyal demokrasinin bile esamesinin okunmaması anlamına geliyor. 

Oysa Türkiye’de siyasetin ve ekonominin gittiği yer, yani derinleşen ve birden fazla boyutu olan kriz, bir yandan açık faşizme gitme ihtimalini artırırken, öte yandan hem sol değerlerin bir kurtuluş reçetesi olarak toplumun önüne daha kolay getirilmesi hem de toplumun sol siyasetle buluşma potansiyelinin artması açısından bir fırsat anlamına geliyor. 

Köleci emek rejimine karşı kamucu, halkçı, eşitlikçi bir ekonomi modelinin, yoğunlaşan dinselleşme politikalarına karşı ise sınıf sömürüsü ile din sömürüsü arasındaki bağı gösteren bir laiklik savunusunun üzerine kurulacak ve güçlü bir şekilde “yoksulluk kader olamaz” diyebilecek bir siyasal strateji, Türkiye’de sol için bir kaldıraç vazifesi görebilir ve onu Türkiye siyasetinde hiç kimsenin beklemediği bir yere, beklenmedik derecede hızlı bir şekilde yerleştirebilir.

İhtiyacımız olan şey, yetmez ama evetçiliğin ulusalcı ya da liberal versiyonları arasında bir tercih yapmak değil, “yetti artık, hayır” diyebilen bir siyaseti savunmak, bu cesareti gösterebilmektir.