İşçilerin yönetimi ele aldığı, eşitliği, özgürlüğü, laikliği ve adaleti kıskançlıkla savunduğu, bir emekçi cumhuriyetinin anısını temsil eder 1871 Paris’i.

Yaşasın Komün!

Bundan tam  yüz elli yıl önce dün, yani “18 Mart sabahı, Paris şu gökgürültüsü ile uyandı: Vive la Commune/Yaşasın Komün!

Fransa, Almanya ile savaşında ağır bir yenilgiye uğramış, “ulusal görev ile sınıfsal çıkar arasındaki çatışmada” duraksamadan tarafını seçen ve bir “ulusal ihanet hükümetine” dönüşen Ulusal Savunma Hükümeti, teslim anlaşması imzalamıştı. Bununla da kalmamış, Paris’teki silahlı işçi birliklerine silahsızlanma çağrısı yapmış ve 17 Mart’ta orduyu üstlerine yollamıştı.

Savaştan yorgun, açlıktan bitap, tek dertleri köylerine geri dönüp topraklarına kavuşmak olan Fransız askerleri ayaklarını sürüye sürüye girdiler Paris’e.

Tüm bunlar olup biterken, Paris’li madamlar mösyöler, biraz endişe biraz da merak içerisinde süslü salonlarından Paris sokaklarını izliyorlardı. Başlarına geleceklerden korkuyorlar, ama öte yandan generallerine de güveniyorlardı.

Peki ama Komün, burjuva sağduyusunu böylesine tedirgin eden bu sfenks, “ neydi?

“...Başkent proleterleri’, diyordu 18 Mart günlü bildirgesinde Merkez Komitesi, ‘yönetici sınıfların güçsüzlük ve dönekliklikleri ortasında, onlar için kamu işlerinin yönetimini ele alarak durumu kurtarma zamanının gelmiş bulunduğunu anlamışlardır.’

...Ama işçi sınıfı mevcut devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi amaçları için kullanmakla yetinmez...”

Nitekim öyle de oldu,

“Komünün büyük toplumsal önlemi, onun öz varoluşu ve eylemi oldu. Özel önlemleri, halk tarafından bir halk hükümeti eğiliminden başka bir şey gösteremezlerdi. Örneğin, fırın işçileri için gece çalışmasının kaldırılması gibi; işverenler arasında yürürlükte olan, çeşitli bahanelerle yürürlükte olan, çeştli bahanelerle işçilerden cezalar keserek, ücretleri düşürmeye dayanan, ve böylece işverenin yasamacı, yargış ve yürütme gücü rollerini kendine topladığı, üstelik parayı da cebine indirdiği uygulamanın, ceza tehdidi altında yasaklanması gibi. Bu nitelikte bir başka önlem de, kapitalistleri ister sıvışıp gitmiş, ister işi durdurmayı yeğlemiş olsunlar, kapatılmış bulunan bütün atelye ve fabrikaların, karşılığı ödenmesi koşulu ile işçi birliklerine verilmesi oldu…”

Bundan tam yüz elli yıl önce, Paris’te “...basit işçiler, ilk kez olarak doğal üstlerinin, varlıklı sınıfların hükümet ayrıcalıklarına dokunma cüretini gösterip, eşi görülmemiş bir güçlük koşulları içinde, yapacaklarını gösterişsizce, bilinçlice ve etkilice yaptıkları zaman … esli dünya, Belediye Dairesi üzerinde dalgalanan, emek cumhuriyetinin simgesi kızıl bayrak karşısında öfke sarsıntıları içinde iki büklüm oldu”...

“Tuhaf şeydir… (İ)şçiler, nerde olursa olsun, kendi öz davalarını ele almaya görsünler; sanki kapitalist toplum, daha tüm çelişkileri gelişmemiş, daha bütün yalanları ortaya çıkmamış, daha pis gerçekliği gözler önüne serilmemiş de, henüz bakir suçsuzluğun en arı durumu içinde bulunuyormuş gibi, sermaye ve ücretli kölelik gibi iki kutbu… ile birlikte güncel toplum sözcülerinin tüm savunumlu lafazanlıklarının gürlediği hemen duyulur…”

Komünde de bu oldu. 

“Her devrimde, onun gerçek temsilcilerinin yanına, bambaşka nitelikte adamlar da karışır; bunlardan bazıları büyük bir saygı ile bağlı bulundukları geçmiş devrimlerin kalıntısıdırlar… bilinen dürüstlük ve cesaretleri, ya da salt gelenek gücü ile halk üzerinde büyük bir etkiye sahiptirler… bazıları da... basit yaygaracılardır.

...Güçleri ölçüsünde bu adamlar işçi sınıfının gerçek eylemini engellediler… Bunlar kaçınılmaz kötülüktürler, zamanla bunlardan kurtulunur; ama işte Komüne bunun için zaman bırakılmadı…”

****

Bugün için Paris Komününü, yüzelli yıllık yoldaşları yazmak istedim. O günleri ve dönemi, en öz anlatandan, Marx’tan aktarmayı planladım, açtım yeniden okudum, orasını şöyle yazdım burasını böyle kısalttım, olmadı, kıyamadım kendi sözüme dökmeye ben de doğrudan alıntı ile aktarmaya karar verdim.

Yukarıda, tırnak içerisinde ve italik harflerle yer alan metinler, Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, eserinden alıntıdır.1

Büyük ustanın her bir satırının bugün neredeyse birebir geçerliliğinin ve karşılığının bulunduğunu söylememe gerek var mı?

Dünyayı sarmış bu düzenin insanlığa yalnızca savaş, yoksulluk ve hastalık yaydığı, her alanda çürümenin, adaletsizliğin, ikiyüzlülüğün üzerimize çullandığı şu günlerde, işçilerin yönetimi ele aldığı, eşitliği, özgürlüğü, laikliği ve adaleti kıskançlıkla savunduğu, bir emekçi cumhuriyetinin anısını temsil eder 1871 Paris’i.

Yüzelli yıl öncesinin bambaşka bir coğrafyanın, yabancı bir dilinin, farklı kültürünün, üstelik de sadece iki iki buçuk aylık bir deneyiminin bugün bizim içimizi neden ve nasıl titrettiğini anlayamayanlar çıkabilir.

Sizlerle bir de bu tarihsel günleri bir de başka eserle paylaşmak isterim. Sovyet sinemacılar,  Grigori Kozintsev ve Leonid Trauberg’in 1929 yılı yapımı filmleri Новый Вавилон/Novyy Vavilon, Türkçesi ile Yeni Babil.

Louise ile Jean

Yeni Babil, Paris Komünü’nün öyküsünü, Fransa’yı ve tabi Paris’i o günlere getiren süreçten başlayarak anlatan, son derece etkileyici bir siyah beyaz sessiz tarihsel drama filmi.

Kozintsev ve Trauberg, filmde Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımı 1848-50 ve Fransa’da İç Savaş eserlerinden ilham almışlar. Aslında sadece ilham almışlar denemez, bazı sahneler, tüyler ürpertici bir görsellikle bu eserlerin sayfalarının sahnelenmiş hali bile denebilir.

Filmin müzikleri de özel, Yeni Babil, Dimitri Şostakoviç’in ilk film müziği eseri. Benim ulaşabildiğim bilgiye göre, Şostakoviç’in bu eserinin film orkestrası dışında başka kaydı da yok.

Yeni Babil, ismini, Paris Komününün merkez mekanlarından biri haline gelmiş bir büyük alışveriş mağazasından alıyor. Baş kadın kahraman, Louise, Yeni Babil mağazasında tezgahtar olarak çalışan bir kentli emekçi. 

Film aslında Louise’in sıradan bir emekçiden, yürekli bir direnişçiye, öncü bir işçiye ve nihayet onurlu bir kahramana dönüşmesinin etkileyici öyküsü. Bu öyküye bir de Jean’ın Louise’e olan aşkı ve vicdanı ile açlık, yoksulluk ve nihayet ölüm korkusu arasında kalan ezilmiş kişiliği eşlik ediyor.

Burjuvazinin, savaş çığırtkanlığı, görgüsüzlüğü, doymaz iştahı ve arsızlığını karikatürize eden sahneler ile başlıyoruz filme. Paris emekçilerinin zorlu çalışma koşullarında yoksulluk içerisinde ama onurlu yaşamlarıyla, egemenlerin kan ve kar hırsının açık çelişkisini görüyoruz.

Fransa’nın savaş yenilgisi ve Paris’te silahlanmış halkın üzerine ordunun sürülmesi sahnelerinde, Paris’li emekçi kadınların direnişe nasıl öncülük ettiği, direnişi, iktidara dönüştüren iradenin nasıl geliştiği gözlerimizin önüne seriliyor. Louise, öncülükte en ön saflarda cesaretle yer alırken, Jean ben artık daha fazla silah görmek istemiyorum, köyüme dönmek istiyorum diye ayak diriyor.

Film, Komünün kuruluşunu, işçi sınıfının yurtseverlik ve cumhuriyetçiliği, ikiyüzlü burjuvazinin elinden çekip alışını olağanüstü bir kurguyla işliyor. Bu bölümlerin bu kadar etkileyici olmasında Şostakoviç’in müziğinin katkısını da atlamamak gerekecek. 

18 Mart sabahı olduğunu tahmin ettiğimiz bir sabah, Marx’ın “gökgürültüsü” benzetmesi, filmde işçilerin Paris sokaklarında Fransa ulusal marşını söylemesi olarak canlandırılıyor. Paris sokaklarında işçilerin, “İleri kardeşler vatan için ileri! Şan şeref günü geldi çattı işte!” diye marşa başladığını duyan burjuvalar, tüm ikiyüzlülükleri ve yaygaracılıklarıyla marşa eşlik etmeye kalkıyorlar. İşte burada devreye, yönetmenlerin kurgusu ile birleşen
Şostakoviç ustalığı giriyor. Burjuvalar söze girmeye kalktığında La Marseillaise ezgileri şu meşhur Kankan dansına dönüşüyor. Halkın üzerine süngüleri ile yollanan askerler bu çelişkiyi ve karmaşayı korku dolu gözlerle izliyor.

Yeni Babil’in en güzel sahnelerinden bir diğeri ise, Komün kurallarının açıklanmasının ardından neşe ve mutluluk içinde işlerinin başına dönen kadın işçiler. Komüncüleri, hırsızlık, fahişelik, katillikle suçlamaya çalışanlara inat, kendi yönetimlerinde kendilerine ait işlerde çalışmaktan mutlu şarkılar söyleyen, kahkahalar atan kadınlar pek güzeller.

Filmin kurgusunda doğrudan Marx’ın eserinin yansıtıldığından bahsetmiştim. Dolayısıyla tüm bu anlattığım sahneleri kafanızda yukarıda yer verdiğim alıntılarla birlikte canlandırmanızı öneririm. Filmin sonunu da öyle.

Burjuvazinin, bir emekçi cumhuriyetinin bırakın varlığına fikrine dahi tahammülünün olmadığını, nasıl acımasızca ve kural tanımadan hatta ahlaksızca saldırdığını filmde de görüyoruz. 

Komünün sahipleri, dostları ve düşmanları Louise ve Jean’ın aşk öyküsünün dramatik sonuyla ortaya seriliyor.

Jean, yakalanan komüncülerin arasında yer alan Louise’in davasını izliyor, bırakın ölüm fermanına isyan etmeyi, sonuçta sevdiği kadının mezarını kendi elleriyle kazması isteniyor, boyun eğiyor…

Peki Louise ne yapıyor bu acı ihanet karşısında derseniz, kendiniz izleyin derim, ama yine de yazayım.

“Yine görüşeceğiz Jean” diyor kahkahayla, yine görüşeceğiz!...

Yeni Babil filmi, hazin sonla bitmiyor, tıpkı yüzelli yıl öncesinin Komünü gibi, umutla, inançla devamı gelecek bir öykü gibi sonlandırılıyor.

Yaşasın komün!..

Yeni Babil filminin İngilizce altyazılı kopyasını aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:

  • 1. Kullandığım metin, SOL Yayınlarının 1977 tarihli Karl Marx ve Frederik Engels Seçme Eserler 2. cilt baskısında 213-294 sayfaları arasındadır. Metnin çevirmeni Kenan Somer.