İsyan yalnızca silahlı bir gücün kalkışması olmaktan öte tarihte benzeri az görülen türden bir ayaklanma olmalı: Silahlı müritler önde, arkalarında koyun sürüleri, kadınlar, çocuklar; kimi yayan yapıldak, kimi at, deve sırtında; en arkada dirgenli, baltalı,kürekli,sopalı Cavlaki dervişler; kalenderiler, Kübreviler, Suhreviler, Kürt, Ermeni köylüler toz bulutu içerisinde kentlere doğru yürüyorlar…

Ve köy kentin üzerine yürüdü: Babai İsyanı

“Şeytan yapılı, Ahriman tabiatlı o müritler, Deccal’a benzeyen pirlerinin emriyle belirlenen vilayetlere gittiler. Karışıklık çıkarmaya ve beldeleri yıkmaya meyilli olan topluluğu yalan ve hile ile baştan çıkardılar seslerini, birkaç yıl önceden savaş araç gereçlerini hazırlayıp emir ve işaret bekleyen Türk kabilelerinin obalarına ve hanlarına ulaştırdılar. Bu sesi alanlar, karınca misali ve çekirge gibi her köşeden harekete geçtiler. Arı kümesi gibi kaynayıp uğuldamağa başladılar. Belirlenen günde ayaklandılar…” 

1 Ağustos 1240 tarihini düşerek başlatabiliriz bu büyük Türkmen köylü ayaklanmasının anlatısına. Ancak önce Selçuki tarihçi İbn-i Bibi’yi dehşete düşüren, kendi ifadesiyle “Arı kümesinin uğultusu”nun peşine düşmemiz gerekiyor. Bunun yolu tarihin saatini geriye almaktan geçiyor. Şöyle başlayabilirim:

İranlılar, “Rum Selçukluları” anlamında “Selçukiyân-i Rum” diyorlar Anadolu Selçuklularına. Kurucusu Süleyman. Daha yakından tanış çıkın diye yazmak durumundayım; üç beş yıl öncesine kadar oradan oraya taşıyıp durduğumuz türbedeki sanduka da, çalakalem bir hesap dokuz yüz yıldır yatmakta olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tır sözünü ettiğim. Büyük Selçukluların kuzenidir. Anadolu’da kurduğu devletin adı amcaoğullarına nispet Anadolu Selçuklu Devleti oluyor. Kuruluş tarihi olarak 1075 veriliyor. Başkentleri İlkin İznik iken, Haçlı saldırısıyla aşağılara, Anadolu’nun iç kesimlerine inerek Konya’da karar kılıyorlar ve kısa bir zamanda coğrafyanın en güçlü devleti olarak tarih sahnesine çıkıyorlar. Atalarımız olurlar. Türk – İslam devletidir. Türkleri nefret derecesinde, hiç sevmiyorlar. Duruma göre en hafifinden kimi zaman etrak-ı bi idrak (akılsız Türkler), derken, çokluk “etrak-ı na pâk” (pis Türkler) diyerek kendilerince aşağılıyorlar.

Okur-yazarlıkları gayet sınırlı, fikri seviyeleri pek düşük olduğu anlaşılan atalarımız Oğuzlar, böyle Farisi tamlamalara aynı incelikte cevap yetiştirebilecek donanıma sahip olmadıklarından bu şehirli, Farsileşmiş Türk saraylılarını ve kibirli asker-sivil yöneticilerini “yatuk” olarak tarifliyorlar. “Tembel” anlamına geliyor. 

Bunlar Anadolu’ya Alparslan’ın açtığı kapıdan girenler… Sonrasında Moğol sürülerinin baskısından, Büyük Selçukluların zulmünden kaçanlarla otun ve suyun peşinden gelenler dolduruyor Anadolu denilen Rum diyarını. Yanlarında atları, develeri, koyun sürüleri bir de Şaman inançları, bir de Mazdek dinleri, bir de Zerdüşti tabiatları… 

Sel gibi akıyorlar… İslâm dahil başka inançlarla harmanlanarak, kendilerini değiştire dönüştüre onlarca yıl boyunca bir sel misali Anadolu’ya aktılar. Yeni gelenler merkeze uzak şehirlerin çeperlerine, uzak-yakın köylere, daha önce Bizans’ın boşalttığı topraklara yerleştiler. Buraları yurt edindiler. Selçuklu sarayına barış zamanında vergi, savaş zamanında asker verdiler.

Ne ki “Yatuk”ların sahip olduğu Sünni İslâm inancı sonradan gelenlerin din anlayışından faklılık arz ediyordu. “Yatuklar” açısından göçerler baş edilmez dini sapkınlıkların merkeziydi. Mesela bir Selçuki tarihçiden Ahmet Yaşar Ocak’ın aktardığına göre, köyleri bir tarafa bırakın Sivas şehir merkezinde dahi durum pek fenadır! Camiler bomboştur ve ahali şarap içmektedir. Bu tamam “Niğde ve Ulukışla civarında yaşayan Gökbörüoğulları, Turgutoğulları, İlminoğulları gibi Türk boylarının İslam’la hiç alakalarının olmadığı (…) Mazdek inancı taşıdıkları… Ve sonsuz bir cinsel serbestlik uyguladıkları…” Son cümle günümüze kadar gelen “mum söndü” dür.  Selçuki Sünni İslâm’ın kendinden olmayana bakışıdır!

Bu kıyamet alametlerinden yalnızca biridir. Önemli bir alamettir hafife alınmaması gerekiyor. Ortaçağdayız ve insanların fikir dünyasında dinin işgal ettiği alan her türden meşruiyetin kaynağı olacak kadar büyüktür. Ancak kıyamet bundan ötürü kopmuyor. Kopuşun temeli iktisadidir ve toprak düzeninin değişimine dairdir: 

Doğan Avcıoğlu’nun “Türklerin Tarihi”nde yazdıklarına gör; Selçuklu Devleti’nde toprağın kullanılması askeri ikta (kullanım hakkı) sistemine dayanıyordu. Fethedilen topraklar sultan tarafından yüksek komutanlara, devlet memurlarına, Türkmen beylerine ikta olarak verilmekteydi. Miri arazi (devlet arazisi) olan bu topraklarda pek çok halk grubu bir arada yaşıyor öşür veya haraç olarak vergisini vermek kaydıyla topraktan yararlanma olanağı buluyorlardı. Türkmenler bu halk gruplarından farklı olarak kendi beylerine verilen bu toprakları ortak mülkiyet esasına göre kullanıyorlar ve yıllık vergi ödüyorlardı. Ekonomileri hayvancılığa dayalı, otlak ve kışlak arasında hareket halinde olan konar-göçer Türkmen ahalisinin kullandığı bu topraklar bin iki yüzlerin başlarından itibaren vakıflar aracılığıyla özel mülkiyete dönüşmeye başlarken bir toprak aristokrasisi ortaya çıktı. 

Geniş otlaklara ihtiyaç duyan Türkmen halkı bundan olumsuz anlamda etkilendi. Toprak sistemindeki bu bozulma sonucunda ortaya çıkan arazi sıkıntısı, otlatacak meraların daralması, kışlak olan toprakların yerleşik hayata geçenler tarafından kullanılması Türkmenleri zora soktu. Öte yandan yeni göçlerle nüfus yoğunluğunun artması ve elbette sarayın şaşalı hayatının devamı için artan vergiler, vergilerin toplanması sırasında halka yapılan baskı ve zülüm büyük kıyametin hazırlayıcısı oldu.

Bir de Saray ve çevresi var:

Artık isimlerimiz Farisidir. Yazılması da telaffuzu da zordur. Gıyâseddin  Keyhüsrev, İzzeddin Keykavus, Alâeddin Keykubat… Buyrun…

Alâeddin bir ziyafette kuş eti yerken, oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’in kurduğu düzen sonucunda zehirleniyor ve ölüyor. Babasını öldürten Gıyaseddin çok üzülüyor ve babasının adını yaşatmak için yeni doğan çocuğunun adını Alâeddin koyuyor. Gıyaseddin hayli müsrif biri. Bir yandan genç Gürcü karısının harcamaları öte yandan sarayın had safhada artan giderleri Türk, Kürt, Müslim, gayrimüslim halkın sırtına vergi olarak ve her defasında artarak binmeye başlıyor.  

Şimdi kıyametin kopma vakti gelmiştir.

1240 yılındayız:

Baba İlyas Moğol’ların önlerinden kaçarak Anadolu’ya sığınan, Şamanizm ile İsmaili Aleviliğinin görüşlerinin harmanlandığı, görüşleri eşitlikçi Vefaiyye “tariki”ni benimsemiş bir Türkmen babası. Yazılanlara göre bir yanı Hasan Sabbah, öte yanı Karmati! Müritleriyle birlikte geldiği Amasya’da adı şimdi İlyas olan Çat köyüne yerleşiyor ve burada düşüncelerini yaymak için bir zaviye açıyor. Kısa bir zamanda Selçuklu coğrafyasının en uç noktalarına kadar kurduğu çok sayıda zaviye ve tekke kanalıyla; yalnızca Türkmenlerden değil, karizmatik kişiliği, savunduğu eşitlikçi dünya görüşü ile Selçuki yönetimin boğup bunalttığı diğer Müslim ve gayrimüslim memnuniyetsiz halklardan; Ermenilerden, Kürtlerden, diğer heterodoks tarikat mensuplarından oluşan ve sayıları on binleri bulan bir taraftar topluluğuna erişiyor. 

Bir de Baba İshak var:

Büyük köylü kalkışmasının askeri önderi baş daisidir ( başöğretmen) Baba İshak. Baba İlyas’ın işaretiyle Adıyaman‘da başlatıyor isyanı. İsyan yalnızca silahlı bir gücün kalkışması olmaktan öte tarihte benzeri az görülen türden bir ayaklanma olmalı: Silahlı müritler önde, arkalarında koyun sürüleri, kadınlar, çocuklar; kimi yayan yapıldak, kimi at, deve sırtında; en arkada dirgenli, baltalı,kürekli,sopalı Cavlaki dervişler; kalenderiler, Kübreviler, Suhreviler, Kürt, Ermeni köylüler toz bulutu içerisinde kentlere doğru yürüyorlar…

Maraş, Adıyaman, Kâhta, Gerger, Elbistan, Urfa, Tokat bölgelerindeki tüm memnuniyetsizler kırarak, dökerek, önlerine çıkan Selçuk ordularını dağıtarak çağrının yapıldığı Amasya’ya, peygamber gibi gördükleri Baba İlyas’a erişmek için yürüyüşe geçiyorlar. 

Yıka, döke; vura, kıra Amasya’ya eriştiklerinde Gıyaseddin’in ordusunun kendilerinden önce Amasya’ya girmiş olduğunu, kalenin surlarına asılı Baba İlyas’ın parçalanmış bedenini gördüklerinde anlıyorlar.

Baba İshak’ın ordusu büyük bir hırsla Konya’ya, sultanlığın merkezine yöneliyor. Gıyaseddin Beyşehir Gölü’nde bir adaya sığınırken yoksullar ordusuyla sultan ordusu Kırşehir yakınlarında Malya ovasında karşılaşıyor. Sonrasını İslam Ansiklopedisi yazıyor:

“Baba İshak önderliğindeki Babailer kadınları, çocukları, sürüleri ve bütün ağırlıklarıyla Kırşehir’in Kuzeydoğusundaki Malya ovasına geldikleri sırada Selçuklu ordusuyla karşılaştılar. Kumandan Emir Necmeddin’in zırhlı Frank askerlerini öne alarak saldırıya geçmesiyle ölüm kalım mücadelesi vermelerine rağmen zırhlı askerlere bir şey yapamadılar yenildiler…”    

Baba İshak dahil tümü vahşice kılıçtan geçirildiler… Zulüm sultanlığına karşı yapılan bu büyük köylü isyanından yüz seksen yıl sonra bu defa Bedreddin Osmanlı zulmüne karşı “huruç” eyleyecek bu topraklardaki isyan geleneğinin sürdürücüsü olacaktır.