AKP’nin alt geçitlere bolca yaptığı karşılıklı 'U' dönüşleri malum. O U’larda dönüp duruyor düzen; çıktığını sanıyor önüne eski AKP’lileri alarak tekrar giriyor.

'U' dönüşü

Virüslü yaşam ve geleceğinde düzeni tehdit etmeyen kısmî arayışlar tartışılıyor ama düzen içinde dolanıp durularak.

Bu oyalama içinde emekçiler hukuktan, anayasal güvenceden, hukuk güvenliğinden; “toplumun huzuru”, “adalet anlayışı”, “insan hakları”, “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” gibi kağıt üzerinde kalmış cumhuriyet niteliklerinden bir şey beklemesin.

Sapına kadar sermaye sınıfının aracı olarak kullanılıyor hepsi. Dinsellik üzerine ortaya çıkarılan tartışmalar, artık habercilerin yetişemediği polis şiddeti ve cezasızlık iklimi, eleştiriye tahammülsüzlük, düşünceye karşı soruşturma ve kovuşturmalar; sağlık derken emekçilerin sağlıkları ve yaşamları pahasına sürdürülen üretim; sosyallik adına zekat mantığı; iş cinayetlerini ve işsizliği, kadın cinayetleri ve çocuk istismarını ciddiye almayan tavır, pandemiye rağmen kâr için esnetilen ya da yok sayılan önlemler, parlamento teslimiyeti, meslek kuruluşlarını tırpanlayıp ehlileştirme ve daha nicesi düzenden ödün verilmeyeceğinin açık kanıtları.

Bir çeşit oyalama/uyumlaştırma aracı olarak bakılıyor esneme önerilerine. Kimi bireysel sert çıkışlarsa ya önemsenmiyor ya da düşman ceza hukuku çalıştırılıyor.

Bir yandan ucu seçime varan siyaset hesapları tartışılıyor, diğer yandan sermayeyi krizden kurtarma hesapları… Bir yandan neoliberalizm sorgulanıyor, diğer yandan kapitalizm içindeki devletin sosyal olanı… Bir yandan dinsel gericilik tartışılıyor, diğer yandan tarikat ve cemaatlerin, bir dinin bir mezhebinin hakim olacağı, çubuğu aynı dine ve mezhebe bükülmüş dinsel özgürlük, özü boşaltılmış laiklik ve ılımlı İslam…

Birileri parlamenter rejime dönmekten söz ediyor, birileri de başkanlık rejiminin reformlarla güçlendirilmesinden.

Düzen içinde bile olsa farklı arayışlar “insanları zehirleme” olarak tanımlanırken, düzen istikrarı için Anayasa değişikliğinden söz edilirken, normale dönüş yollarını açma girişimleri sürerken sömürü ve sömürülenler listesi saymakla bitmiyor.          

Söylemlerde sık kullanılanlar belli:

AKP ve/veya liderinden kurtulmak, kapitalizme dokunmadan demokratik ve sosyal hukuk devletine dönmek…

Kapitalist-emperyalist düzen sürsün ama kötülükler ve vahşilikler olmasın.

Demokrasiden asla ödün verilmesin, yine de sermayenin iktidarı kazanacak olsa bile… Başkanlı rejimi sonra düşünürüz; kaldı ki iyi bir başkanla iyi yönetim de olabilir, sosyal devlet de…

Hukukun üstünlüğünden, yargının bağımsızlığından asla ödün verilmesin, yine de sermaye lehine yasalar ve kararlar çıksa bile…

Hiç olmazsa Anayasa eksiksiz uygulanmalı, sınıfsal olsa bile…

Bu tartışma listesi hayli kabarık.

Yasalardan ve hukuktan uzaklaşanı hukuka, Anayasa dışına çıkanı anayasallığa, yargı bağımsızlığından uzaklaşanı adil yargılamaya davet…

Baskıcı, otoriter, gelir dağılımı adaletini bozan, ayrımcılık yapan devleti demokratik ve sosyal hukuk devletine davet…

Dinsel gericiliği, “İslam bu değil” diyerek dinselliğe davet…

Bilimden uzaklaşanı bilime davet ama bilimin sermaye sınıfı emrine girmesine engel olmadan.

Laik eğitime davet ama eğitimin sermaye sınıfının isteklerine uygun yapılmasına, piyasalaşmasına engel olmadan.

Toplumcu sağlık politikalarına davet ama sağlığın piyasalaşmasına engel olmadan.

Böyle sıralayıp duruyorlar. Milliyetçiliğin faşisti ile olmayanı arasında, dinciliğin gericisi ile olmayanı arasında, talanın ve katliamın kılıfsızı ile kılıflısı arasında, sömürünün vahşisi ile yumuşağı arasında seçim yapmak dışında önerilen bir şey yok.

Düzen içi seçenekler; düzenin ve istikrarının sürmesi, devletin ve hukukun sınıfsallığının perdelenmesi, aydınlanmanın din özgürlüğü altında ezilmesinin görülmemesi, siyasi faaliyetin siyasi iktidara karşı muhalefetsiz ve eleştirisiz yapılabilmesinin meşrulaştırılması, genel oy hakkının sermaye sınıfının egemenliğine yönelik yaşatılması, mevcut üretim ilişkileri bozulmaması üzerine kurulu.

Anayasada çelişkileri ve sahtelikleri en fazla içinde taşıyan kavramların başında “herkes”, “demokrasi”, “eşitlik”, “adalet” “sosyal”, “hak ve özgürlükler” geliyor. Düzene karşı sınıfsal mücadeleye girilmeden bu soyut kavramlara sığınılarak üretilen seçenekler toplumsal yaşamın kapitalizmin yasalarıyla ve dinsel davranış kurallarıyla sürdürülmesini, insanın insanı sömürmesini, doğanın katledilmesini engelleyemiyor.

Onarım ve oyunlarla, yanılsamalarla sürdürülmeye çalışılan piyasa düzeninde kısmî kamu düzeni, sosyallik, hak ve özgürlük, hukuk ve adalet istemekle; bu istemleri bireysellikle ya da düzen içi siyaset yoluyla dile getirmekle emeğin güvencesiz sömürülmesinin önüne geçilir mi, sınıfsız ve sömürüsüz topluma geçilir mi?

AKP’nin alt geçitlere bolca yaptığı karşılıklı “U” dönüşleri malum. O U’larda dönüp duruyor düzen; çıktığını sanıyor önüne eski AKP’lileri alarak tekrar giriyor.      

Bu düzene boyun eğmeyen emekçilerin örgütlenerek düzen değişikliği için söyleyeceği çok söz, yapacağı çok mücadele, atacağı çok adım var. “U” dönüşlerine girmeden izlenmesi gereken öncü, “parti hattı” var.

Sonuç yerine, Ekim Devriminin ilk günlerinde Amerikalı gazeteci John Reed’in yaşadığı, “düzen değişikliği”ni gördüğünü söylediği anlardan birini aktararak bitirelim.

Dünyayı sarsan on günün ilk haftası dolmak üzeredir. Reed o günü ve geceyi cephede geçirir. Sabaha karşı bir işçinin sürdüğü “Kızıl Muhafızlar”la dolu bir kamyonun şoför yerinde zamanın başkenti Petrograd’a dönmek üzere yola çıkarlar.

“Ufkun ötesinde başkentin pırıl pırıl yanan ışıkları… Başkent geceleyin gündüzden daha güzeldir, çorak ovanın ortasında pırlantadan bir duvar gibi yanıp durur.”

“Kamyonu süren ihtiyar işçi bir eliyle direksiyonu tutarken öteki eliyle uzakta parıldayan başkenti görmek için camı büyük bir jestle” siler.

“Benim!” diye bağırır işçi yüzü aydınlanarak, “Artık hepsi benim! Benim Petrograd’ım!”