Eğer düzen içi bir çözümle Erdoğan gönderilirse, yaşanacaklar bugünü aratacaktır. Artık yük katmerli ve 'çevrimiçi' çözüm arayanların elindeki formüller bu karanlıktan çıkışın ışığı değil.

Türkiye'de siyaset: Sınırları çizilmiş muhalefetin nefret objesi olarak Erdoğan

Ahlakı, erdemi ve onuru yaşamlarında içselleştirmiş insanlar yalan söylemezler. Sözlerine güvenilir, çevrelerinde de böyle kabul görürler. İş, çevrelerinden başlayarak halkı örgütleme ve siyasal mücadeleye katarak kitleselleşme çabasına geldiğinde ise hep karşılıksız kalır diyemesek de istedikleri veya arzu edilen sonucu aldıkları görülmemiştir. Eksik olan nedir ya da yapılan yanlış nerededir, bu süregelen bir tartışmadır ve şimdiye kadar işin içinden çıkabilen (en azından ülkemizde) olmamıştır. Belki de mesele güvenilir olmakla değil, bunu göstermek, ispatlamakla alakalıdır. Yani, belki, 'mesele savaşmaya karar vermekle bitmiyor, nasıl kazanılacağını da öğrenmek gerekiyordur!'.

En başından başlamak gerekiyor!

Çiftçi, traktörü, ineği ya da tarlaya ekeceği tohumu haczedilirken yalnızdır. Alacaklısının kapısına dayanmasından ar duyar. Eşinden, çocuklarından, köylülerinden utanır. İcra memuru mahalleye gelip (sarı taksi!) sokağa, apartmana girdiğinde, çocuğunu evlendirirken buzdolabı, çamaşır makinesi almak için çektiği krediyi ödeyemeyen bir işçi, emekli ya da işsiz birinin, evindeki eşyalar kaldırılırken yaşadıkları gibi.

Deresi HES için kurutulan, ormanı maden için yok edilen bir köylü, gecekondusu kentsel dönüşüm adı altında ranta açılırken yalnız bir emekçidir. Çalıştığı fabrika özelleştirme adı altında peşkeş çekilirken, çocuğunu, torununu oynattığı park cami ya da AVM yapılması için talan edilirken çaresiz bir baba, dede, insandır...

Özel hastanelerde soyulan, köle gibi açlık sınırında çalıştırılan, salgın koşullarında hastalığa yakalanıp evinde 15 gün zorunlu karantinaya çekilmişken de işvereninin (TOBB'un) isteğini yerine getiren iktidarın talimatıyla daha kemikleri sızlarken yeniden işe dönmek zorunda kalan bir insan tek başınadır, yanında kimseyi bulamaz.

Ne yaşadığı, nasıl yaşadığı, ne hissettiği duyulmaz; hali pür melali, rakamların ardına gizlenir; köydeki ineğinin icra memurunun önünde gidişi torununun içemeyeceği süt olarak onu can evinden vururken, siyasetçi için bu sahne icra dairelerinde biriken dosya sayısı olarak ancak rakamlara yansır. Köy yerinde, evinde kışı geçireceği buğday çuvalının alıp götürülmesi onun için açlık iken, icra memurunun tahsilat defterinde bir rakamdan fazlası değildir.

Gözle görülmez, gönülde hissedilmezler. Siyasetçilerin vaaz, gazetelerin haber, sosyologların meslek olarak ilgi alanına girer ama yaşanan acı, çekilen ızdırap tekildir. 

Neredeyse her hanede bireysel, tüketici, ihtiyaç, konut, otomobil başlıkları altında birden fazla kredi borçlusunun olduğu ülkemizde insanların neden borçlanmak zorunda kaldıkları, çalışıyorsa aylıklarının neden yetersiz kaldığı, işsiz ise neden iş bulamadığı, emekliyse neden maaşının az olduğu üzerine siyaset kurumu başta olmak üzere medya ve diğer kesimlerde derin bir suskunluk yasası işler. 

Başta 10 milyondan fazla emeklinin, milyonlarca taşeron işçisinin, topraklarından kovulup büyük şehirlere ucuz iş gücü olarak yedeklenen milyonlarca köylünün, kırda kalıp üretimi sürdürmeye çalışan milyonlarca çiftçinin, memurun, öğrencinin, ev hanımlarının bu ekonomik işleyiş içinde ödenmesi mümkün olmayan borçlarını tahsil için icra işlemi uygulanırken, bir işi olduğu halde elde edilen ücretin geçinmeye yetmediği ülkemiz üzerinde, muhalifliği, Erdoğan'ı bir nefret objesine dönüştürüp, yukarıda sadece bir kısmına değindiğim zulmü tek adam sıfatı ile tarif edip, gerçek bir çıkış örgütleyememe laneti dolanıyor. Açık konuşalım, düzenin görünür yüzü olarak iktidara karşı yürütülen dünyadaki en sığ, en içeriksiz, en aciz, en çaresiz muhalefet aculluğu (demagojisi) Türkiye'de denilebilir.

Yaşananları tasnif etmek için ne, niçin, niye, kim ve neden sorularına yanıt bulması gereken gazeteciler, bunun üzerinden gelecek hayali kurduran edebiyatçı-yazar tayfası ile işin bilime düşen tarafı ile akademik ünvan sahipleri ve tüm bu verileri siyasi bir geleceğe hedeflemesi gerekenler; yani bir bütün olarak piyasa mukimlerinin kişisel kariyer tahkimi peşine düşmeleri nedeniyle gazetecilik işlevsizleşti, yazarlık sığlaştı, hocalık da bilimsel perspektiften uzaklaştı. Tüm bunlar nedeniyle ahlaken ve fikren yeteri kadar beslenemeyen siyaset ve siyasetçi de gittikçe çapsızlaşıyor...

Erdoğan'ı hakarete varan sınırlarda eleştirmek, hadi açık söyleyelim sövmek, belirli bir kesimin içinin yağını eritip, ruhsal terapi vazifesi gördüğü için bunu geçim aracı haline dönüştürenler var. Hele bir de bunu köşe yazısı yazarak yaparsan çok okunuyor, manşetlerle takviye edersen çok satıyor, şarkılarınla sert muhalif olursan diğer mahalleden iş kapıyor, çok dinleniyor, kitaplarında 'döversen' çok para kazanıyor, Meclis kürsüsünde icra edersen sosyal medyada çok tıklanıyor, televizyon programlarında ününe ün katabiliyor, çok popüler olabiliyorsun. Erdoğan'ın 'bilmem neresinin kılı...' olmak isteyenlerin olduğu bir ülkede, karşıtlık olarak kabartılan Erdoğan nefreti her iki taraf için de cazip bir getiri sağlıyor. Bir de insanları mezhebine, alt kimliğine, kültürüne ve cinsiyet tercihine göre 'kaşırsanız', 'payınız' daha büyük olabiliyor. Ülkemizdeki muhalif olma, muhalefet etme dinamiği bu şekilde oluşturulmuş durumda.

TBMM muhalefeti cephesinden okunduğu haliyle beş müteahhitin sınırsız zenginleşmesi başta olmak üzere yolsuzluklar, insan hakları ihlallerinin yaygınlaşması ve genel olarak özgürlük alanlarının daralması, bürokrasideki 'ölçüsüz' atamalar, yaygınlaşan yoksulluk ve ekonomideki tüketici kredileri ile bireysel kredilerdeki rakamlarla daha görünür olan ailelerdeki yaygın yoksulluk ve şirketlerin içine düştüğü iç ve hazine garantili dış borç rakamlarını, kendileri için iktidara giden yolun açılan kapısı sanıyorlar. Sanıyorlar diyorum çünkü bunun nesnelliği yok. Sadece bir yorum.

İçerideki bu ekonomik verilerin yoksul kitlelerde domino etkisi yaratacağı beklentisi üzerine kurulu bu varsayıma göre Erdoğan'ın 'Suriye bozgunu', 'PYD'nin kuzey Suriye ve kuzey Irak'taki devletleşme' süreci, Libya seferinin batılı başkentlerin başını ağrıtması ve gerek AB ile gerekse de ABD ile 'kavgasını' da ekleyerek bunlara yoruyorlar. Borçlanabilmek için tefeci faizi uygulamalarını ise içerideki hukuk kurallarının rafa kaldırılmasına, 'bağımsız' denetleyici kurullara yapılan müdahalelere bağlıyorlar. Biden'in daha başkan olmadan Erdoğan'a ilişkin sözleri, batılı başkentlerin politikasının sinir uçlarını yansıtan yayın organlarının Türkiye üzerine kurmaya çalıştıkları tahakkümünün ise sanki kendi yollarının pusulası olduğunu var sayıyorlar. 

Oysa ki Türkiye'deki yoksulluk ve yolsuzluk, Erdoğan'a söylendiği gibi kibri, otoriterliği ya da kendisi gibi düşünmeyenlere, yaşamayanlara düşmanlığı nedeniyle kişisel iradesinin sonucu olarak ortaya çıkmış şeyler değil. Bütün bunların temeli, 1980 darbesi ile uygulanmaya başlanan 24 Ocak kararları, 1996 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği anlaşması, 2000'li yılların hemen başında çıkarılan yasalarla oluşturulan düzenin dişlilerine ve sonraki yıllarda da sermayenin ihtiyaçlarına göre çıkarılan diğer yasalarla oluşturuldu...

Yolsuzluk, liyakatsızlık, soygun, özelleştirme, yoksulluk, çaresizlik, icralar, iflaslar bu yasalarla tahkim edilen düzenin sonucudur. Taşeronlaşma da olarak bilinen ve daha sonra birden çok biçimi ile iyice yaygınlaştırılan güvencesiz çalışma, emekli maaşlarının her geçen gün daha düşük olmasına yol açan prim hesaplama yöntemi, mülksüzleştirme ve sermaye transferlerini düzenleyen özelleştirme yasaları, meraların talanı, devlet arazilerinin peşkeş çekilmesi, hayvancılığın, tarımın bitirilerek topraksız kalan köylüleri ucuz iş gücü olarak büyük şehirlere göçe zorlayan yasaların altında Turgut Özal, Süleyman Demirel, Murat Karayalçın, Erdal İnönü, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan, Meral Akşener, Tayyip Erdoğan'ın imzası var. İşin belki de en can alıcı tarafı ise 1980 yılındaki 24 Ocak kararları projesinin sahibi ile 2000'li yıllardaki ağır kapitülasyon yasalarının hazırlayıcı ve uygulayıcısı Kemal Derviş'in, tüm bu köleleştirme ve bağımlılık zincirine karşı halkın yönelebileceği CHP'ye Genel Başkan Yardımcısı yapılarak düzenin dişlilerinden kaçışın olanaksız hale getirilmesiydi. 

Bu sorunların hiçbirisinin tek sorumlusu Erdoğan olmadığı gibi, bir nefret objesine dönüştürülerek, o gidince aydınlık bir gün doğacak yanılsaması yaratmaya çalışan muhalefetin aksine, eğer düzen içi bir çözümle Erdoğan gönderilirse, yaşanacaklar bugünü aratacaktır. Artık yük katmerli ve 'çevrimiçi' çözüm arayanların elindeki formüller bu karanlıktan çıkışın ışığı değil.
Tarlayı işlediği traktörü ve mazotu, ektiği tohumu, ilacı ve gübreyi tefeciden borçlanarak alan çiftçi, hasat zamanı kapısına dayanan tefecilere karşı kendini savunacak mekanizmayı oluşturarak kendisinin yasal hakkını savunacak siyasi partiye ya da bunun için savaşan ve evinden günlük yaşamını sürdürdüğü eşyaları kaldırmaya gelenlere karşı düzenin dişlilerine teslim etmeyecek, yumruğu sıkılı bir şekilde yanında olanlara güvenir, güvenecektir. Acıyı paylaşarak azaltmak için değil, bu zulme, bu kara düzene karşı el birliği, güç birliği ile karşı koymak için dayanışacağız.

Özel hastanelerde soyulmasına, salgında köle gibi açlık sınırında çalıştırılmasına karşı çıkan bir vatandaş; bütün ulusun vergileri ile oluşturulan rafinerileri, limanları, sağlık kuruluşlarını, askeri ve sivil fabrikaları gerekirse sivil itaatsizlik eylemleriyle teslim etmeyerek, ettirmeyerek karşı duran bir siyasi muhalefet görürse ona güvenecektir. Güven ise talep edilmez, kazanılır. 

Erdoğan'a nefreti körükleyerek muhalefet etmek ile yaşanan sorunlara çözüm iradesi oluşturma iddiası arasında derin bir uçurum var. Batı başkentlerinin Erdoğan karşıtlığının, ülkemizdeki sorunların çözümüne hiçbir katkısının olmayacağı gibi. Tarihe tanıklığımızda yaşananlara bakarak, 'Tek adamlık' sıfatını bir nefret objesine dönüştürüp iktidar hedefleyenlerin o erki ele geçirdiklerinde yoksullar aşısından hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylemek için başka hangi alametlerin belirmesi gerekiyor? 

Tekrarlayarak bitirelim. Evet, bu bir kölelik zinciridir ve bu zincir kırılmadan da bağımlılık sonlandırılamaz. Yani, belki, 'mesele savaşmaya karar vermekle bitmiyor, nasıl kazanılacağını da öğrenmek gerekiyordur!'.