Eminiz şimdi neredeyse Rusya ve Çin ile kapışmak üzere olan ABD ile yapılan görüşmelerde Orta Asya’daki Türkiye sermayesinin kazandığı konum pazarlık masasına konuyordur.

Türkiye sermayesi ve Orta Asya’da rekabet

Bugün bu köşede çok az ele aldığımız Orta Asya’da emperyalist rekabet meselesine bir giriş yapacağız.

Türkiye sermayesi Sovyetler Birliği çözüldükten sonra yeni açılan fırsatların peşinden yeni bir mecraya girdi. 

Öncelikle Türkiye’yi ve emekçi halkı yağmalayarak sermaye birikimini artırdı. Bunun ardından gözünü yurtdışına çevirdi. Yeni pazar ve yatırım alanlarının peşinde farklı coğrafyalarda tekrarlayan ataklarla mevzi ve nüfuz elde etme yarışına katıldı. 

Sonra dönüp elde ettiği mevzileri ve nüfuzu emperyalist merkezlere bir pazarlık unsuru olarak sundu, emperyalist hiyerarşide daha üstte bir yer ve paylaşımdan daha fazla pay istedi.

Şimdi Ukrayna meselesinde tam da böyle bir süreç yaşanıyor ve kirli oyunun emekçi halkın tepesinde patlama olasılığı her geçen gün artıyor.

Ama biz bu sürecin ana hatlarıyla eski Sovyet Cumhuriyetleri olan Türki Cumhuriyetlerde nasıl işlediğine bir kez bakmayı deneyelim.

Aşağıdaki harita, Rusya, Çin, İran, Afganistan ve Pakistan’ın arasında kalan bu coğrafyanın burada yaşayan emekçi halkların mutluluğu ile alakasız olacak şekilde emperyalist rekabetteki stratejik önemini hatırlamamıza yardımcı olacaktır.

Eski Sovyet Cumhuriyetleri olan, 1990’lardaki karşı devrim sonrası bağımsızlaşan Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan izleniyor. Bunlardan Tacikistan halkının kullandığı dilin Türkçe ile ortak kökeni olmadığını belirtelim.

Çarlık Rusya’sında bu coğrafya kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin bir açıkhava müzesi gibiydi. Çar’a rapor hazırlayan bürokratlar bölge halklarının aydınlanması için en az bin yıl gerektiğini rapor etmişlerdi. 

Ancak öyle olmadı, sosyalizm altında bu halklar görülmemiş bir hızla aydınlandılar, kendi dillerinde gelişkin bir kültür yaratırken sosyalizmin bütünlüklü ekonomisi içinde rekabetten ve sömürüden uzak, barış içinde yıllar geçirdiler.

1989-91 karşı-devrimi ile bağımsızlaştılar, kapitalizmi ve emperyalist rekabetin ne olduğunu deneyimlemeye başladılar.

Bu bölgenin paylaşımında Batı emperyalizmi adına ilk uzanan sermaye devleti dil ve köken birliğine dayanarak bu operasyona aday olan Türkiye oldu.

1990’lı yıllarda Türkiye sermayesinin Orta Asya seferinin bir fiyasko ile sonlandığını biliyoruz. Azerbaycan’daki darbe girişimi başarısız oldu, bölgenin en büyük nüfusa ve zengin kaynaklara sahip ülkesi Özbekistan’ın muhalif liderinin Türkiye’nin siyasi koruması altında tutulması büyük bir gerilime yol açtı vb..

Belki henüz Türkiye sermayesinin birikimi bölgenin ihtiyaçlarını karşılayacak yeterliliğe sahip değildi, belki Orta Asya Cumhuriyetlerinde henüz bir burjuvazi kendi karakteriyle ortaya çıkmamıştı veya eski Sovyet gelenekleri bazı işbirliklerini engelliyordu. 

2000’li yıllarda bu sefer AKP’nin ortağı olan Gülen Cemaati hem Türkiye sermayesi hem ABD emperyalizmi için bir operasyona girişti. Cemaat sadece milliyetçiliği değil, dini de kullanarak ve siyasi pozisyonunu gizleyerek bölgeye sokuldu. Okullar açıldı, THY düzenli seferler düzenledi, yatırımlar yapıldı ve TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) aracılığıyla bölgeye nüfuz edildi.

Örneğin, 2005 yılında Kırgızistan’da ülkeyi Batı emperyalizmine bağlamaya çalışan renkli devrimde ne kadar rol alındı bilmiyoruz. Ama süreci 2010’da Rusya ve Çin lehine değiştirecek siyasi gelişmeler yaşanmaya başlandığında sanki Türkiye’de bir deprem yaşanmış gibi hemen bir kriz masası oluşturulmuştu.

2009’da Türk Konseyi Nahçıvan Anlaşması ile kuruldu. Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan başlangıçta üyelerini oluşturdular.

Bu girişim; Rusya’ya karşı bir rol çalma olarak değerlendirildi. Çünkü 2002’de Rusya, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Ermenistan ve Belarus arasında oluşturulan ve askeri bir ittifakı içeren Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü ile çelişiyordu.

2016’dan sonra ise AKP eliyle yeni bir atak başlatıldı. Bölgeye ziyaretler yoğunlaştı, sermaye transferi ve ticaret hızlandı. Özellikle Dağlık Karabağ Savaşı’na Türkiye’nin verdiği destekten sonra askeri ittifakları içeren somut projelere dönüştü.

Batı emperyalizmi ile Rusya arasında gidip gelen Özbekistan 2019’da Türk Konseyi’ne katıldı. Halen dışarıda kalan Türkmenistan’ın da katılması için büyük bir basınç oluşturuldu.

Konseyin siyasi niteliğini ortaya koyan bir diğer gelişme ise geçen yıl Ukrayna’nın Türk Konseyi’ne gözlemci üye olarak katılmak istemesi oldu.

Bölgedeki emperyalist rekabeti bu süreç hızlandırdı. Tabii ki Çin ve Rusya’nın önemli bir ekonomik, siyasi, kültürel ağırlığı bulunuyor. Ancak bu ağırlığa rağmen hamleler karşı taraf tarafından tehdit olarak algılanıyor bir süredir.

İkili askeri anlaşmalar, teknoloji ve silah transferleri.

Askeri istihbarat paylaşımı (Buna daha önce değinmiştik Ukrayna meselesinde, bu ancak ortak bir düşmana karşı yapılır diye).

Çin ve Rusya’ya alternatif doğalgaz boru hatlarının Hazar’ı geçerek oluşturulması.

Gençlerin Türkiye’de okutulması ve ortak üniversite projeleri.

Bu ülkelerin Rus kültürünün bir parçası olan Kiril alfabesini bırakıp Latin alfabesine geçmeleri için baskı oluşturulması vb..

Ve eminiz şimdi neredeyse Rusya ve Çin ile kapışmak üzere olan ABD ile yapılan görüşmelerde Orta Asya’daki Türkiye sermayesinin kazandığı konum pazarlık masasına konuyor ve daha önce bahsettiğimiz hiyerarşideki yer ve pay tartışılıyordur.

Şimdilik sadece sermayenin burada aldığı riskin bedelini Türkiye’de emekçi halkın ödemek istemeyeceğini söyleyelim.