Türkiye kapitalizminin sorunlarını Albayrak çözemedi, Şimşek çözemedi ve Babacan da çözemedi. Uzunca bir süredir Türkiye kapitalizmin kendisi bir sorundur. Onlar ise hep aynı şarkıyı söylediler ve söylüyorlar.

Türkiye kapitalizminden iki görüntü

Türkiye Kapitalizminin yapısal sorunlarından, bağımlılığından ve krizi sürekli kılan dinamiklerinden daha önce bahsetmiştik. Hatta üstatlar yıllardır bahsediyorlar. Bu nedenle bazen Türkiye Kapitalizmi hakkında yazmaktan sıkılıyorum, çünkü mecburen sürekli aynı hikayeyi anlatıp duruyormuşum gibi hissediyorum. Yaklaşık 40 yıldır onu yöneten simalar değişiyor ancak gel kör ki ne yapı değişiyor ne de sorunlar. Son zamanlarda Ali Babacan’ı dinliyorum gözlerim kapalı, şimdilerde pek eleştirel, sürekli 2002 ile 2009 arasında tutulmuş kutlu yoldan sapıldığından, kurumların özerkliğine ve liyakatine saygının kalmadığından, tüm Batıyı kendimize düşman ettiğimizden, küresel ekonomik rasyonaliteden koptuğumuzdan ve özellikle bazı imar işlerindeki partizanlıktan (herhalde inşaat sektöründe AKP’nin eteklerine yapışmış adları malum firmaları kastederek) bahsedip duruyor. 

Bir zamanlar AKP hükümetlerinin gözdesiydi, ekonomi ve maliyenin yönetimini ondan başkasına yar etmiyorlardı. O da 40 yıldır uygulanan sermaye yanlısı programın en gözde muhafızıydı. 2002’den 2015’e kadar bakanlık yaptı. O zaman ağzından uygulanan program ile ilgili en küçük bir eleştiri duyan var mı? Hatta pek nobran ve pek burnundan kıl aldırmaz bir haldeydi (bir enstantane hatırlarım, muhalefetin de çağrılı olduğu bir toplantıda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu iktidara geldiklerinde hayat geçirecekleri reformcu bir uygulamadan bahsedince -basit bir reformdu oysa, ne devrimdi, ne de köklü bir değişiklik- kameralara Babacan’ın müstehzi gülüşü yansıdı).

Sonra Mehmet Şimşek geldi; hatta getirildi galiba. Azgelişmiş kapitalist ülkeleri sermayenin boyunduruğu altında tutmaya yeminli bir danışmanlık kurumu olan Merill Lynch’de görev yapmıştı. Onu getirenler küresel sermayeye dönük yüzümüz olsun istediler. Sonra o da gitti ve damat bakan Berat Albayrak geldi. Şimdi Albayrak bir tür ekonomik çar gibi yönetmeye çalışıyor ekonomiyi, aslında pek de yönetemiyor. Bu hem kendisinden hem de yapının kendisinden kaynaklanıyor. Türkiye kapitalizminin sorunlarını Albayrak çözemedi, Şimşek çözemedi ve Babacan da çözemedi. Uzunca bir süredir Türkiye kapitalizmin kendisi bir sorundur. Onlar ise hep aynı şarkıyı söylediler ve söylüyorlar. 

Ancak yine de Babacan’ın hakkını yemeyelim. Örneğin onun zamanında Karadeniz’de 300 küsur milyar dolarlık gaz rezervinin bulunduğu açıklansaydı herhalde o “bundan sonra cari açıktan değil, car fazladan bahsedeceğiz” diyerek yeri göğü inletmezdi. 

Ancak olsun hep aynı şarkıyı söylediler ve söylemeye devam ediyorlar. Şarkı bir de güzel olsa bari (hep aynı şarkıyı söylemekte bir sorun yok; şarkı güzel olduğu sürece. Örneğin bu satırların yazarının da pek sevdiği Avustralyalı Hard Rock gurusu AC/DC’nin kurulduğu günden bu yana neredeyse aynı şarkıyı söylediğini iddia edenler oldu; olsun, şarkı o kadar güzel ki…). Babacan’a geri dönelim. Sayın Babacan, küresel sermayenin rasyonalitesine değil bir kere, yetmiş kere dönsek çözemeyiz Türkiye Kapitalizminin sorunlarını. Merkez Bankası’nı Erdoğan’ın baskısından kurtarsak ve yeniden sizin hayal ettiğiniz gibi özerk hale getirsek Türkiye kapitalizminin yapısal bağımlılığını aşabileceğimize inanıyor musunuz? Örneğin IMF’nin ve Dünya Bankası’nın baskısıyla kurulan ve sözde ekonomi politikalarını siyasetten arındıracak (sonra pek çoğu AKP tarafından kapatılan) şu ünlü düzenleyici ve denetleyici kurumları yeniden hayata geçirsek Türkiye kapitalizmin yapısal kriz dinamiklerinin üstesinden gelebilecek miyiz? Siz bu programı uyguladınız, Merill Lynch’in sevgili evladı Mehmet Şimşek uyguladı, şimdi de Berat Albayrak uyguluyor; aranızdaki nüans farklarını abartmayın. Bakın size Türkiye Ekonomisi’nden iki görüntü sunayım. 

Birincisi 2009 - 2019 dönemi için imalat sanayiinden bazı göstergeleri vermektedir. Göstergelerin 2009 yılı değerleri 100 olarak kabul edilmiştir (tüm göstergeler TÜFE ile reel hale getirilmiştir). 

İmalat sanayinde 2010 ile 2016 arasında çalışan başına kârlılığın 2009 seviyesinin altında seyrettiği, sonra ise 2009 seviyesinin üstüne çıktığı görülüyor. Kısacası 2017’den sonra işler bir nebze iyi gider gibi görünüyordu; tabi ki Corona gelene kadar. İstihdam ise 2009 ile 2019 arasında bir milyona yakın artış gösterdi ancak görüldüğü gibi çalışan başına işverene düşen maliyet (işçiye ödenen ücret ile işçi için yapılan SGK ödentileri gibi diğer ödentilerin toplamı) ise neredeyse hiç değişmemiştir. Çalışan başına kullanılan dış kaynakların oranı ise hızla artmıştır. Bu doğrudan firmaların borçlarını göstermese de borçluluğa ilişkin bir fikir vermektedir. Bunun hızla yükselmesi kapitalist firmaların bolca yerli ve yabancı kredi kullandığını ve giderek borçlandığını göstermektedir. Kısacası imalat sanayi giderek uyuşturucuya alışan bir müptela gibi giderek dış kaynağa daha fazla ihtiyaç duyar olmuştur. 2017 sonrasındaki sıçrama ise ilginçtir. Özellikle emek verimliliği 2007 ile 2015 arasında nerdeyse sabit gibi iken 2015 ile birlikte yükselmeye başlamıştır. Çalışan başına maliyetler sabitken ve emek verimliliği yükselirken işçi başına kârın da yükselmesi mümkündür. Ancak hâlâ 2017 sonrasında bile firma borçluluğu artmaya devam etmiştir (2018’deki kur şoku ile birlikte durum daha da feci bir hal almıştır). Özellikle bu firmaların net döviz varlık pozisyonları giderek aşınmıştır. Bu aşınmanın hızı kârın artış hızından yüksektir. Peki sizce bu sürdürülebilir miydi? (Cevabı görecektik ama Corona geldi işte). 

Şimdi ikinci görüntüye, inşaat sektörünün manzara-i umumisine geçelim. Aşağıdaki şekil de inşaat sektörü için 2009 ile 2019 arasının nasıl geçtiğini göstermektedir.

İnşaat sektörü sizin zamanınızda da, sonra da AKP hükümetlerinin gözdesi oldu (şimdi bu durumu üretken olmayan yatırım diye eleştiriyorsunuz, o zamanlar pek de sorun etmiyor gibiydiniz). Oysa inşaat sektörü özellikle de Türkiye’de sömürünün en yoğun olduğu, işçi sınıfının en örgütsüz olduğu, iş kazalarının (maden sektörüyle birlikte) en sık gözlemlendiği sektördür. Üstelik şimdi şikayet ettiğiniz iş dünyası ile yürütme arasındaki girift ilişkilere en teşne sektördür. Her zaman aktarırım, bir zamanlar sevgili Yalçın Hoca (Yalçın Küçük), inşaat sektörünün, tekstil ve turizm sektörleriyle birlikte en mafyazzo, orman kanunun en çok işlediği ve sömürünün en yüksek olduğu sektörlerden olduğunu söylemişti. Üçü bir arada TİT’i oluşturmaktaydılar. AKP’nin tüm yardımlarına, devletten aldığı tüm büyük ihalelere rağmen inşaat sektörünün hal-i pür meali yukarıdaki gibidir. Kârlılık 2009 ile 2018 arasında nerdeyse sürekli düşmüştür, hatta 2018’de sıfıra yakındır. Buna rağmen istihdam 2009 ile 2018 arasında sürekli artmıştır ve iki katına çıkmıştır (2009’da bu sektörde istihdam 700 bin kişi idi; 2018 yılında bunun tam iki katına ulaştı). Ancak 2018’den 2019’a geçerken bir şey oldu, istihdam bir yıl içinde bir milyona düştü, nerdeyse 350 bin kişi buharlaştı. Bu erime iki soruyu apansız aklımıza getirdi işte. Öncelikle az değil, 350 bin kişi nasıl oldu da bu kadar kolay kapının önüne konulabildi? İkincisi de hakikaten bu 350 bin kişi şimdi nerededir? Ne yer, ne içerler? İşte yarattığınız iktisadiyatın gözdesi tam da böyle bir sektördür. Ancak hâlâ hayattadır çünkü devlet ve TOKİ’nin ihaleleri onun sömürgen yapısını beslemektedir. 

Bu iki görüntü yeter mi? Birincisinde borca dayalı ve kendi kendini tüketen bir dinamik, ikincisinde ise gelişime açık olmayan, sömürgen ve zaten pek de başarılı bir performans yaratmayan bir dinamik hakimdir. Diğerleri de böyledir. Türkiye kapitalizmi varoluşsal bir krizdir. Neyse, şarkıya bir süre ara verelim.