Bataklık şurada... Giderek emek verdiğiniz (ya da emek verilmiş, şart değil size ait olması) fikirlerinizi yaymaktan çok başkalarının sizde görmek istediğini, ya da oluşturduğunuz sanal kolektif kimliğin gereği olan ışıltıları yansıtmayı başarır hale geleceksiniz.

Teşhirci bireyler mezarlığı: 'Fast' hezeyanların sosyal medya bataklığı

Bataklık diyorum da... Erdoğan'ın dediği gibi değil. Ya da mesela Duvar'da yayımlanan yazısında Kemal Can'ın tasvir ettiği şekilde de değil tam olarak.

Yani çirkin, kirli, aptalca ve kötü olanın serbestçe ve sorumsuzca dile getirildiği, kelimelerin giderek bir çamur deryasına dönüştüğü "rezil" bir söz yığını olarak canlanıyorsa kafanızda, hayır, bataklık derken kastettiğim bu değil.

İçine çeken, yutan, giderek kurtuluşu olmayan bir sona doğru götüren bataklıktan söz ediyorum.

Oysa siz pek masum ve has niyetlerle girmiştiniz.

Fikirlerinizi paylaşacak, hatta aslında bir bakıma fikirlerinizi eyleme dökmüş olacaktınız. Fikirleri yaymak da bir eylemdir.

Tepki gösterecek, tepkilerinizi güzel, giderek daha güzel sözlerle ifade edecektiniz.

Bazen başkalarının da gördüğü bir şeyi daha başkalarına gösterecek ve bunu daha iyi ifade yolları bularak yapacaktınız.

Bazen başkalarının gördüğü bir şeyde herkesin hemen görmediği bir şeyi görüverdiğinizi hissedip, o görüverilmeyeni sonsuz bir olanaklar ve "takipçiler" denizine bırakacaktınız. Balık bilmezse, halık bilir! Bazen görüverilemeyen dediğiniz sadece bir kelime oyunundan da ibaret olabilir, ne gam.

Sürat gerektiriyor tabii. Yani biraz lafı gediğine hızlıca oturtabilmek, uzun araştırmalar, ölçüp biçmelerle vakit (ve takipçi!) kaybetmeden şak diye yazıverebilmek, "paylaşabilmek" ya da bazen hemen re-paylaşabilmek gerekiyor.

Mesela bir yerleri işaretlenmiş olarak karşınıza çıkan bir roman sayfasının arkasını önünü aramak, "hikaye neymiş", "yazar neyi anlatmış" gibi şeyleri taramak çok önemli bir mücadele olanağını (!) kaybetmenize ya da başkalarına bırakmanıza neden olabilir.

Paylaşmak! Bu pek güzel kelimenin hakkını vermek için zamanı iyi kullanmanız gerekir. Daha doğrusu zamanla yarışmanız.

Özgün olmanız önemli, evet bu biraz emek gerektiriyor ve zaman harcatıyor. Öte yandan özgün olayım derken bu derya deniz bataklıkta akıntıya karşı kürek çekmek de iyi değil.

Özgünlüğü daha çok kelimelere yükleyerek taşıyabilirsiniz. Hızlı düşünülmüş keskin fikirler daha iyi ama her vakit nasip olmuyor. Birileri "Musa Dinç Tutuklansın" dediğinde mesela "Musa Dinç mükünden asılsın" demek özgünlük perisinin güzel bir verimi olabilir. Ters de tepebilir...

Sonuçta özgür ve akıntıya karşı kahramanca kendinizi var ettiğinizi düşündüğünüz bu "denizde" aslında bir futbol tribünündeki taraftar kadar özgür ve özgünsünüz. Herkesin sevgilisi bir oyuncuya sataşmaya kalkışmayın! "Yürü be şerefsiz, o kadar parayı bunun için mi alıyorsun" diye bağırdığınızda tribüne doluşmuş takipçilerinizden takdir de görebilirsiniz ama havayı iyi koklamadıysanız, "sen mi veriyorsun lan transfer parasını" diyebilir birisi.

Hâlâ bataklık kısmına gelmedik.

Bataklık şurada... Giderek emek verdiğiniz (ya da emek verilmiş, şart değil size ait olması) fikirlerinizi yaymaktan çok başkalarının sizde görmek istediğini, ya da oluşturduğunuz sanal kolektif kimliğin gereği olan ışıltıları yansıtmayı başarır hale geleceksiniz.

Önüne arkasına bakmadığınız bir hikâyeyi borazanlar eşliğinde yayarken bulacaksınız kendinizi. Hikâyenin 5 yıl önce "tükenmiş" olduğunu fark ettiğinizde çaktırmadan "entry" silerken ya da...

Bataklık şurada, giderek kafanızın içini de belirlemeye başlayacak bu bataklık.

Cezaevlerinde mahkumların birbirini şişlemesi hakkında ne düşünüyordunuz?

Cinayetten yatan, belki 5 "leşi" olan bir mafya tetikçisinin yeni girmiş 18 yaşında birini tuvalette şişlediğini öğrendiğinizde tepkiniz ne olurdu?

Şimdi ne oluyor peki?

"Şerefsizi şişlemişler 5 yerinden, güne güzel başladık."

Bu muydu sizin fikriniz? Üstelik bataklık dinamiği işledikçe durum kötüleşecek.

"Bu bir cinayet değil mi? demiş birisi. Değil kardeşim. Bu adalet. Bu herif 2 yıl yatıp serbest kalacaktı."

Mesajlarınızın sağduyu (!) seviyesi arttıkça kendi fikirlerinizden biraz daha uzaklaşacaksınız.

"Bana ne şişleyenin de mafya tetikçisi olmasından? Devletin adaletli yargıçları, delikanlı infaz memurları vardı da biz mi icraatlarını beğenmedik?"

Oyyy!

Bu arada en önemli kaybınızı da fark etmeyeceksiniz. Siz ince eleyip sık dokuyan, işkembeden konuşmayan biriydiniz. "Tecavüzcüyü cezaevinde şişlediler" diye bir haber gördüğünüzde, nerede olmuş, kim yapmış, hangi şişle yapmış, kim göz yummuş ki? diye sorardınız.

Geçmiş olsun.

Mesela şöyle en delikanlısından bir muhalif internet yayınının editörüsünüz diyelim, artık önceliğiniz bu soruları sormak, aramak, araştırmak değil. Telefonu da unutun. Sağa sola telefon edecek vakit mi var? Şak yapıştıracaksınız haberi. Şöyle orta halli bir twiti de yazarsanız tamam. "Adalet bu sefer hızlı ama kanlı geldi."

Anadolu Ajansı'nın 7 yıl önceki 1 Nisan şakasını haber yapacaksınız. "Gek gek. Nooldu sizin Taksim'de bulduğunuz doğalgaz hacı?" Oysa sadece "haberde geçen İGDAŞ, BOTAŞ gibi kurumlar bu işe ne demiş ki yahu, bunlar mı yaptırmış haberi" diye merak etseniz, "yandaşların" 1 Nisan şakası olduğunu görecektiniz. Yok, hazır çok RT almamışken, az duyulmuş olayı hızlıca çekiştirmek lazımdı...

Bataklığın asıl önemli kısmına geliyoruz.

Bu kadar hareketli, bu kadar dinamik ve bu kadar "kaotik" bir medyada söyleyiverdiklerinizi geri almak bazen tonlarca taşı yukarı geri taşımaktan daha zor. İnsan sözünün arkasında durmalı. Ve tabii sözünü tartarak sarfetmeli. Gerektiğinde yanlışından dönebilmeli ama laf olsun diye konuşup sonra tükürdüğünü yalamayı da erdem sanmamalı.

Siz "koyduğunuz tavrın" altında ezileceksiniz.

En fenası bir de örgütlüyseniz...

Yani öyle ya da böyle bir politik kolektifin içindeyseniz, ya da en azından benimsediğiniz, takdir ettiğiniz, destekleyip alkışladığınız, kendinize pay çıkardığınız bir politik odak varsa...

Siz erken davranıp tavrınızı koydunuz ve fakat diyelim o odaktan konuya biraz farklı yaklaşan sesler gelmeye başladı.

Tartışabilseniz, karşı koyup, kendi tavrınızı kabul ettirebilseniz iyi...

Aksi durumda sessizliğe bürünüp, bataklıkta tutunacak yeni bir dal, çekilecek yeni bir kürek arayacaksınız.

Twit silmek, entry düzeltmek olmaz tabii.

Mesela "Musa Dinç tutuklansın" yazdınız dün.

Şimdi ben diyorum ki, yazılı bir şeyleri kınamak, yazanı eleştirmek, bön ya da bayağı bulmak, hatta böyle şeyler yazılmamalı demek başka, bunu 20 yıl önce yazmış birisinin tutuklanmasını istemek başka.

Üstelik doğru dürüst okumadan iki satıra bakıp galeyana geliyorsunuz ama bu bayağılığın "tecavüzü savunup teşvik ettiği" gibi suçlamalar gerçekten çok abartılı değil mi?

Bir çocuk kitabında müstehcenliğin, cinselliğin belirgin pedagojik sınırları var. Hele bunlar geri ve bozuk toplumsal kültürel değerlerin uzantısı olarak ifade ediliyorsa çocuk kitabında hiç yeri yok.

Buradan baktığınızdaysa silsile halinde suçlu görülmesi gerekenler var. Yazar, yayıncı, giderek yayına bandrol veren kurum ve hatta belki basın savcılığı... Ya da bu kitabı kendi listelerine dahil ettiyse Milli Eğitim Bakanlığı. (Ki siz böyle zannedip, neden zannettinizse, "çocuklarımıza bunları okutan bakanlığa lanet olsun, bu kitabın okullarda ne işi var" yazmıştınız ama bakanlığın bu konuda hiç günahı (!) yok)

İyi de bunu böyle ortaya koymak, takip edip değerlendirmek çok mu zor?

Adam suçlanmış, mahkemeye çıkmış, hakkında iddianameler yazılmış, tanıklar var... Ve müdahil avukatlar ve hukukçular tutuklu yargılanması gerektiğini savunuyor. Mahkeme serbest bırakıyor.

Tutuklansın! demek hak yerini bulsun, mahkeme hukuksuz davranmasın demektir. Tepkidir, altı doludur. Aslında "tutuklansın" değildir fiil, mahkeme adil olanı yapsın, hepimizin gözünün içine baka baka suçluyu korumasın!

Ama "bu kitabı yazan şerefsiz tutuklansın" dediğinizde bu kendi kendine gelin güvey olan bir çılgınlar topluluğunun sanal mahkeme kurup, gerçek ve hukuksuz bir mahkemenin mezesi olacak hezeyanlara kalkışmasından başka bir şey değildir.

Çok mu zor görmek! Bu özensizlik, bu keyfilik, bu bireysellik, bu teşhircilik hukuksuzluğun, kakafoninin ve bir toplumsal karmaşanın hiç de sanal olmayan değirmenine su taşıyor.

Bataklık iki koldan çekiyor. Artık, "insanlar yazdıkları için yargılanmamalı" diyemeyeceksiniz. Bunu demek için kimsenin yazdıkları için yargılanmaması gerektiğini savunmanız da gerekmiyordu aslında. Ya da tersine, bataklık siz ne yaparsanız yapın bu tavrınızı "istediğini yargılamak ve istediğini kadrajın dışına atmak" özgürlüğünü kazanmak için kullanacak. (Fast hezeyan kültürünün bağımlıları için şöyle bol şekerli bir besin gerekiyorsa, işin kolayına ben de sapayım: Ferhan Şensoy girecek sıraya! "Nelerr yazmış o öyle yahuu!")

Başta Kemal Can'ın yazısından söz etmiştim. Sosyal medyanın çirkin hezeyanların paylaşıldığı, sakinlerince bir diğer sakine dayatıldığı "kötücül hezeyanların doluştuğu" bir mecra olduğunu yazmış. Bunu Ebru Timtik'in ölümüyle ilgili haberlere iliştirilen çirkin ve aşağılık yorumları değerlendirerek söylemiş.

Doğru ama eksik. Bir hezeyan jeneratörü olarak sosyal medya ürettiği "iyicil" hezeyanlarla da bozuyor ve boğuyor.

Sosyal medya diyorum ama aslında merkezine sosyal medyanın yerleştiği bir "fast" hezeyan kültüründen söz ediyorum.

Mesela Aile bakanlığının çıkardığı bir broşürü alıp "aşk bitti diye evliliği bitirmeyin, çocuklar nolcak diyor bakanlık ve bir de sevgi tanımı yapmış, bak bak bak" haberleri yapan arkadaşlarımız da bu kültürün belki parçası belki kurbanı.

Bunu açarak bitireyim. 2002 yılında o zamanki adıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından yayımlanmış bir kitap bu: Evlilikte iletişim ve yaşam becerileri. Bir yazarı da var: Psikolog Azize Nilgün Canel.

Kitap daha sonra 2011 yılında Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından yayınlanmış. Bakanlığın yürüttüğü "evlilik öncesi eğitim programı" çerçevesinde.

Bir kere kitabın bir yazarı var ve psikolog olan yazarına ait olan görüşleri "bakanlık böyle dedi" diye haberleştirmek uygunsuz düşüyor.

İkincisi, kitaptan alıntılanan bölümün başlığı alaylı bir ifade olarak konulmuş (Aşkımız Bitti, Boşanalım mı?) ama yazarının da kitabın da söylediği pek de "çocuğunuz varsa, öyle kolay boşanamazsınız" basitliğinde değil.

"Günümüzde çiftler aşk duygusunu çabucak tüketmekte ve aşkın bitmesini boşanma sebebi olarak görmektedirler. Oysa eğer evlilikte çocuklar varsa çiftin arasındaki aşkın bitmesi boşanmak için yeterli bir sebep değildir. Pek çok araştırma sonucunda belirlendiğine göre, ilişkiyi bitirme kararı, genellikle çiftin arasındaki sevgi ve aşkın bitmiş olmasına değil, çiftin problem çözme, tartışma ve çatışma çözme becerilerinin eksikliğine bağlı olarak alınan bir karardır. Çiftin problem çözme ve iletişim becerilerini geliştirmeleri aralarında gereksiz kırgınlıkların yaşanmasını önler. Böylece aralarındaki sevgi ve iletişimin korunmasına yardımcı olur."

Bu cümlelerin aşk, sevgi, birlikte yaşam gibi konularda çok parlak ifadeler olduğunu kimse söyleyemez ama her şey bir yana 2002 yılında ilk baskısı yapılmış bir kitabın 2011 baskısını şimdi keşfeden bir habercinin "Yetişin dostlar, AKP bunu da yaptı. Bakın sevgi ve aşkı nasıl tanımlamışlar" hezeyanlarıyla ortalığı gazlaması da pek takdir edilecek bir şey değil. Bunu bakanlığın savunusu olarak da söylemiyorum. "Aile" için bir bakanlık kurulması üstelik bu bakanlığın fiilen kadınlarla ilgili her şeyin bakanlığı olarak da dayatılması, yani daha kuruluşunda kadına sadece "ailede analık yapıyorsa bakarım ama yoksa bana ne" bakan böyle bir bakanlığın başında bir yobazın olması zaten gereken her şeyi anlatıyor.

Üstelik şunu da ekleyeyim, muhtemelen böyle bir haberci örneğin bu kitap İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlansa şu bölümü alarak kitabı ve temsil ettiği güzel değerleri övmek için hiç beklemeyecektir:

"Araştırma sonuçları, eşiyle isteyerek evlenmiş, aralarındaki romantik ilişkiyi sürdüren, birbirlerine karşı iletişimlerinde olumlu mesajlara sahip çiftlerin aralarındaki sevgi dolu birlikteliği yitirmediklerini, tam tersine sağlam bir beraberliğe dönüştürmeyi başardıklarını göstermektedir. Çiftlerin aralarındaki ilişkinin devamı, birbirlerine duydukları sevgi ve yakınlık sonucu geliştirecekleri duygusal bağlılığa ihtiyaç duyar. İlişkinin başlangıcında yoğun olarak yaşanan aşk ve sevgi, ileriki yıllarda aralarında güçlü bir bağın oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Mutlu çiftler de üzüntü veya geçimsizlik yaşamakta, hatta zaman zaman ilişkilerinde kavga ve dövüşe bile rastlanmaktadır. Üstelik bu çiftler de problemlerini her zaman başarıyla çözümleyememektedirler. Buna rağmen mutlu olabilen bu çiftleri mutsuz çiftlerden ayıran en temel farklılık, tartışmalardan sonra bu bağı tamir edip yenileyebilme becerileridir. Sevgi temelli bir ilişkide çiftler, birbirlerinin duygu, düşünce ve davranışlarındaki farklılıkları keşfederek bu farklılıkları kabul etme yoluyla birbirlerine duygusal anlamda yakınlaşmaktadırlar."

"İBB'den evlilik rehberi: Sevişerek evlenin" Bu başlıkla mesela!

Sosyal medya, tüketimci, teşhirci, bireyci, goygoycu ve kolaycı bir toplumsal-politik kültürün merkezinde duruyor.

Yani aslında mesele "sosyal medya" filan da değil.