O gerçekliğin içinde, bu ülkenin canı çıkmış emekçilerinin şimdilik sadece seyrediyor göründükleri bir insanlık komedyası sergileniyor.

Tehlikenin büyüğü

Bu hafta her günkü siyaset dünyasında ilgi çeken spekülasyonlara yer verebiliriz biraz. Bu spekülasyon sözcüğü kaynaklandığı batı dillerinde düşünce, kurgu, tahmin anlamlarıyla bağlantılıdır; dolayısıyla, böyle yaparak gündemde basbayağı kalıcılaşma eğilimi gösteren bazı konularda düşünme fırsatı da bulmuş oluruz, demek istiyorum.

Gündem belirlemek değilse de, belirlemek çok kesin bir anlam taşıyor, herkesin harcı olamaz, bunu hesaba katıp düzelterek söylersek, gündemin oluşmasını etkilemek modern siyasetin gerekleri arasındadır. Modern zamanlardan önce de öyleydi, denebilir belki. Ama o zamanlar gündemi etkilemenin değil düpedüz belirlemenin, siyasal iktidarı paylaşmakta aşırı kıskanç davranma gücü ve alışkanlığı olan egemenler için, büyük altüst oluş dönemleri dışında, çok da zor olmadığını  ileri sürmek mümkün. Şimdiyse, dünya çok daha küçük ve sıkışık, devrede olan etkenler çok daha fazla sayıda, göreli güç dengeleri çok daha karmaşık.

Böyle bir sahnede devinmekte herkes; egemeni kölesi, yöneteni yönetileni, varsılı yoksulu, herkes deyince akla kim geliyorsa işte. Bu tür bir anlatım, hepimiz aynı gemideyiz söylemini çağrıştırabilir; bu yüzden, daha baştan bir iticilik yaratabilir. Öyleyse, yoksulları, sömürülenleri, yönetilenleri aşağıya, seyirci sıralarına alalım; ötekiler sahnede kalsınlar. Gerçeklik de buna benziyor aşağı yukarı.

O gerçekliğin içinde, bu ülkenin canı çıkmış emekçilerinin şimdilik sadece seyrediyor göründükleri bir insanlık komedyası sergileniyor. İnsanlık olduğu tamam da, komedya mıdır nedir, orası biraz belirsiz; kimi zaman saçma bir güldürü oluyor, kimi zaman acıklı bir güldürüye dönüşüyor, kimi zaman da klasik anlamda bir tragedya ortaya çıkıyor. 

Bu karmaşadan şu günlerde, aslında daha uzun bir süredir, sahnede bildiklerini okuyanların değil sadece, onları seyredenlerin de değişik kaygılarla ilgi gösterdikleri bir başlığı çekip çıkarmayı deneyelim. Her iki kesimin kaygılarını benzeştirmek için bu başlığa “erken seçim” denebilir. Aslında sözü edilenlerin her iki yanı için de bu adlandırma tam olarak gerçeği yansıtmıyor; çünkü, ilki açısından böyle bir karar vermek de onun sonuçlarını kabullenmek de önemli ölçüde kendisine, kendi güç ve cesaretini algılayışına bağlıyken, ikincisi  açısından öyle değil. Öyle olmayışı bir yandan o kararın alınmasında herhangi bir söz hakkının bulunmamasından, öte yandan, en azından içindeki küçümsenmeyecek bir kesimin gözünde, seçim meçim türü işlerin kendisini kurtarmadığını bilmesinden demeyelim de şimdilik, sezmesinden ileri geliyor. 

Yine de seçimin erkeniyle, baskınıyla, zamanındasıyla, bazen alt sıralara indirilerek bazen yukarılara tırmandırılarak gündemde tutulacağı anlaşılıyor. Düzen içi muhalefetin belli bir ürkeklikle, iktidarınsa kabadayı görünmeye çabalayan bir hotzotçulukla böyle davranması beklenmelidir. Her iki taraf da güçsüzdür aslında, daha da güçsüzleşecektir. Ama iktidarın, tanım gereği, bir üstünlüğü olacaktır. Ayrıca, 25 Aralık günü burada yayımlanan geçen yılın son yazısında sözünü ettiğim ABD’nin yaklaşık iki yüzyıl önceki Massachussets valisi Elbridge Gerry’nin hünerini aratmayacak bir başarıyla seçim yasasını ve uzantılarını değiştirecek bir iktidarın, en azından kâğıt üstünde ulaşabileceği üstünlüğe güvenerek erken, hatta baskın seçime gitmesi de ciddi bir olasılıktır.

Bununla birlikte, ister erkeni ya da baskını, ister zamanındası olsun, kazanılacak bir seçimi düzenlemek iktidar için hiç kolay görünmüyor. Birden çok neden sıralamaya gerek yok; batak, batık ya da benzeri sıfatların pek yakıştığı Türkiye kapitalizminin durumunu hatırlatmak yeterli olur. Belki, bir de, bu durumun hafiflemek bir yana, aylar ve yıllar geçtikçe ağırlaşarak sürüp gideceği eklenebilir.

Bunların çoğu, azımsanmayacak büyüklükte bir halk kesimi tarafından, belli bir açıklıkla görülebiliyor; bunda çok önemli bir sorun yok. Ancak, biraz önce kullanılan deyişi yineleyerek söylersek, “canı çıkmış” emekçi halk kitleleri için, dolayısıyla ülkemizin geleceği açısından tehlikeli bir sonuçla karşılaşılabilir: Yoksulluktan, yoksunluktan, baskıdan canları çıkmış o insanlar, haklı olarak bunun birinci derecede sorumlusu sayacakları çok uzun sürmüş bir iktidara karşı, önlerine sürülen, türlü biçimlerde gözlerine sokulan sahte seçeneğe sığınabileceklerdir. Hele bir de bu seçenek milletti, ittifaktı, şuydu buydu derken, “demokrasi” büyüsünü de üstüne geçirirse, Nâzım’ın “onlar”ı anlatırken söylediği hainin iğvası gerçekleşmiş olacaktır. Nasıl gerçekleşmesin ki, başka yerler bir yana kendi ülkemizi düşünerek belirtirsek, en az 60-70 yıllık, hatta daha eski bir ayartmadır bu ve, ne yazık, hâlâ çok etkilidir.

Böyle bir tehlikenin gerçekliğe dönüşmesiyle, bir yandan, emekçilerin demokrasi ayartmalarıyla davranıp kim bilir kaçıncı kez düş kırıklığına uğraması, öte yandan, ülkemizin bugünkünden bazı farklılıklar gösteren, ama kesinlikle daha önemsiz sayılamayacak çıkmazlara saplanması şaşırtıcı olmayacaktır.   

Yukarıdaki tiyatro salonu metaforuna dönersek, sürüp giden gösteriyi sonlandırabilecek başlıca iki olasılıktan söz etmek mümkün görünüyor. Farklı olasılıklar arasında birbirine benzeyenlerin iki kümede toplanması da diyebiliriz buna.

Biri, daha edilgin ya da daha barışçıl olanı şöyle anlatılabilir: Seyirciler birer ikişer ya da topluca salonu terk eder ve bir daha da aynı oyunu seyretmeye gelen olmaz. Böylece, seyirci bulamayan gösteri devam edemeyeceği için, bir süre sonra ne oyun kalır, ne oyuncu, ne şu ne bu…

Öteki olasılık için daha etkin, daha az barışçıl olanı demek uygun düşebilir: Seyirciler tepkilerini ıslıklama, yuhalama, yumurta atma ve benzeri daha anlık, daha doğrudan, daha sert biçimlerde dile getirirler. Bu durum, hele birden çok gösterimde yinelenecek olursa, oyuncuların sahneyi terk etmelerine ve bir daha o tür oyunlarla sahneye çıkmaktan korkmalarına yol açar. Böylece rezalet son bulmuş olur.

Bir de, seyircilerin oyunların seçilişinden, yazılışından sahnelenişine kadar her aşamada katkıcı, paylaşımcı konumda bulundukları, dolayısıyla “seyirci” sözcüğü gerçekliğe uygun düşmediği için yeni bir sözcük bulmayı gerektiren bir olasılıktan söz edilebilir elbette. Hayal diyenlere, bütün hayaller içinde uğrunda mücadele edilmeye değer olanı budur, yanıtını vermek yerindedir. 

_________________________
 

Düzeltme ve özür: Geçen haftaki yazıda, sol iktisat tarihi anlatısındaki “devlet eliyle kapitalist yaratma” yaklaşımının önde gelen örneği olan kapitalist ailenin üçüncü kuşak bireyinin ABD’de satın aldığı lüks malikâneden söz ederken, fiyatını milyon dolar yerine milyar dolar olarak yazmışım. Oysa, her zaman yaptığım gibi, yazıyı tamamladıktan sonra baştan sona okuyup gözden geçirmeyi ihmal etmemiştim. Çok bilinen atasözünde bir yetersizlik olduğunu düşünüyor insan: Zenginin malı züğürdün çenesini yormakla kalmaz, dikkatini de dağıtırmış meğer.