Bugün buraya nasıl geldiğimiz üzerine kafa yormaz, bundan ders çıkarmaz ve tatava yapmazsak, yarın bu Türkiye’yi bile mumla arayacak, hep aşağıya bakmak zorunda kalacağız.  

Tatava yapmak, aşağıya bakmamak

Bundan tam yedi yıl önceydi, ülke yerel seçimlere Gezi’nin ve 17-25 Aralık operasyonlarının belirlediği bir konjonktürde gidiyor, herkes “bu sefer bu iş tamam” diyordu. Çünkü Gezi’de muazzam bir toplumsal enerji açığa çıkmış, 17-25’te ise AKP-Cemaat ortaklığı sona ermiş, rejim inşa süreci tökezlemeye başlamıştı.  

Seçime doğru gidilirken, toplumsal muhalefet Gezi’nin enerjisini gayri resmî koalisyon ortakları arasındaki kavganın ortaya çıkardığı “ayakkabı kutulu” yolsuzluklara “hırsız var” sloganıyla kanalize etmeye ve böylece direnişi tekrar canlandırmaya çalışıyordu.

O esnada hem düzen muhalefeti hem de Cemaat, topluma sandığı işaret ediyor, sokağa çıkılmamasını istiyor, Gezi’yi sandığa hapsetmeye çalışıyor, adaylar üzerine kafa yorulmaması, eleştiri yapılmaması için bastırıyor ve “tatava yapma bas geç” diyordu. Aksini yapmak ise AKP’ye hizmet etmek anlamına gelecekti. 

Peki tatava yapılmadan basılıp geçilmesi, yani oy verilmesi istenen kişi kimdi? 

Evet o kişi, Mustafa Sarıgül’dü. Bugün sosyal medyada dalga konusu yapılan, çektiği videolarla kafa bulunan, toplu bir eğlencenin parçası haline getirilen Sarıgül. 

O gün ağzını açanı tatava yapmakla, muhalefeti bölmekle, iktidara çalışmakla suçlayanlar, sanki bunlar hiç yaşanmamışçasına, bugün Sarıgül’le eğleniyorlar, ne güzel! 

Ekmek için Ekmeleddin 

Yerel seçimlerin yapıldığı yıl, yani 2014’de bir de cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştı. CHP’nin adayının kim olduğunu ve “Ekmek için Ekmeleddin” sloganını herkes hatırlıyordur herhalde.

CHP seçimlerde Erdoğan’ın karşısına MHP ile ortak bir aday çıkarmış, o aday da Türkeş’in eski danışmanlarından, Suud sermayesiyle bağlantılı bir İslamcı olan Ekmeleddin İhsanoğlu olmuştu.

O esnada parti içerisinde ve tabanında İhsanoğlu’nun adaylığına ufak tefek de olsa itirazlar edilmeye başlandığında Kılıçdaroğlu’nun elini kürsüye vura vura ne dediğini hatırlıyor musunuz peki? 

Evet, “tıpış tıpış sandığa gideceksiniz” diyordu; “masalarda oturup ben oy kullanmayacağım diye ahkâm kesmek demokrasiye inanmamak”tı çünkü. 

Sonra ne oldu peki? Seçim elbette ki kaybedildi ama dahası var. “Ekmel bey” sonrasında gitti MHP’den milletvekili oldu ve hem 2017’deki referandumda “evet” oyu verdi hem de cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiği 2018 yılı seçimlerinde partisiyle birlikte Erdoğan’ı destekledi. 

Dahası, eğer parti tabanının ve genel olarak toplumsal muhalefetin baskısı olmasa, 2018 seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına çıkarılacak isim Abdullah Gül olacaktı. Bunun için ciddi de bir faaliyet yürütüldü fakat işlerin Ekmeleddin İhsanoğlu meselesindeki gibi gitmeyeceği, seçmenin bu sefer “tıpış tıpış” sandığa götürülemeyeceği fark edilince bundan vazgeçildi. 

Ama eğer Gül aday gösterilseydi, emin olun ki buna itiraz edenler, bozgunculukla, muhalefeti bölmekle, AKP’ye hizmet etmekle suçlanacaktı. 

Muhalefetin içki ve havuz problemi 

Bundan iki yıl önce, yani 2019’da, bir yerel seçim daha yapıldı. AKP belediyelerde yıpranmış, Erdoğan İstanbul’da Topbaş’ı, Ankara’da Gökçek’i görevden almıştı. İstanbul’da aday gösterilen Binali Yıldırım’ın İstanbul’la, Ankara’da aday gösterilen Mehmet Özhaseki’nin Ankara ile bir alakası yoktu. Muhalefet çoğu yerde blok halde adaylar göstermeyi başarmıştı ve en önemlisi HDP de Batı’da aday çıkarmamıştı. Tüm bunlar üst üste denk geldi ve böylece çok önemli bir başarı elde edildi, belediyeler kazanıldı. 

Ancak iktidar partisi İstanbul seçimlerini bütünüyle hukuk dışı bir şekilde gasp etti ve seçim sonuçlarını tanımadı. Muhalefet ise “seçim sonuçlarının bir kez tanınmaması, gelecekte aynısının tekrarlanmasının önünü açar” diye hiç düşünmedi, bunun üzerine akıl yürütmedi, bunu toplumsal tartışmaya açmadı. Hiçbir şey olmamışçasına seçime gitmeyi tercih etti ve neyse ki kazandı.

Peki kazanılmamış olsaydı ne olacaktı? Tanınmamış bir seçime ikinci kez itirazsız girilmişken bu seçim kaybedilse ne olacaktı? Bunlar üzerinde hiç durulmadı. Bu soruları soranlar ise “AKP mi kazansın isterdin” sorularıyla susturuldu.  

Tekrar seçimin hemen öncesinde, türbe ziyaretlerinden, Yasin okumalarından, Türkeş, Menderes ve Özal anmalarından tanıdığımız İmamoğlu, muhafazakâr seçmene belediye tesislerinde içki sattırmayacağını, belediyeye ait yüzme havuzlarında kadın-erkek bir arada yüzülmesine izin vermeyeceğini taahhüt etti.

O günlerde içkinin ve kadınla erkeğin ortak mekânlarda bulunmasının İslamcılık açısından son derece sembolik bir önemi olduğuna, bunların bir mücadele başlığı niteliği taşıdığına ve İslamcılığın diliyle siyaset yapmanın sonuçlarına itiraz edenlere neler denildi peki? 

Şimdi içkiden, havuzdan söz etmenin sırası mıydı, hele bir seçimler kazanılsın onlara da sıra gelirdi, belediye tesislerinde içki satılmasa da olurdu, zaten kaç kişi belediye havuzlarına yüzmeye gidiyordu ki, bu söylemler AKP’ye hizmet ederdi vs… 

Sapkınlar korosu ve laiklik 

Ve geldik bugüne… 

Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar somut bir hadise olarak önümüzde duruyor. İktidar protestoları sona erdiremeyeceğini gördüğünde elindeki en etkili silaha, yani dine bir kez daha başvurdu ve koro halinde dile getirilen “Kâbe’ye saygısızlık” iddiası üzerinden taarruza geçti.

Peki cumhurbaşkanıyla, bakanıyla, Diyanetiyle, MHP’siyle, medyasıyla, trolüyle gerçekleştirilen bu taarruz karşımıza nasıl bir tablo çıkarttı? 

Devletin en yetkili ağızlarının bir grup gence “sapkın” damgasını vurduğu, muhalefetteki İslamcı partinin gayri resmi gençlik kollarının “Kâbe’yi savunma” eylemi yaptığı, muhalefetteki ülkücü partinin sesini çıkarmadığı, AKP içinden çıkan partilerden birinin kurucularından olan bir akademisyenin rektör yardımcılığına soyunduğu ama gelen tepkiler üzerine vazgeçtiği, AKP içinden çıkan diğer partinin dostlar alışverişte görsün kabilinden bir açıklama yaptığı ve en önemlisi CHP sözcüsünün “mukaddes değerler”den “alçak provokasyon”dan, “sorumluların bir an önce açığa çıkarılması”ndan söz ettiği bir tabloydu bu.

Bu tablonun bize gösterdiği şey, memleket dinci gericiliğin karanlığında giderek daha fazla boğulurken, Türkiye’de düzen siyasetinden tek bir figürün bile çıkıp laiklikten bahsedemiyor, laikliği savunamıyor oluşuydu. İslamcı hegemonya düzen siyasetinde kendisine öyle bir yer edinmiş, sağın diliyle konuşmak, sağcılık yapmak, öylesine meşrulaşmıştı ki, kimse buna itiraz edemiyor, “çare laiklik” diyemiyordu. 

Peki buraya nasıl gelindi? 

Bugünlere elbette ki birden bire gelinmedi. Bugünlere “tatava yapma, bas geç”lerle, “tıpış tıpış sandığa gideceksiniz”lerle, Ekmeleddin’lerle, Abdullah Gül’lerle, türbe ziyaretli, Yasin okumalı seçim kampanyalarıyla, Kuran tilavetli, mehter marşlı kutlama mitingleriyle, “aman oyuna gelmeyim”lerle, “muhafazakâr seçmeni ürkütmeyelim”lerle gelindi. 

Ve bugün şimdi, meyhaneye meyhane denmenin yasaklandığı, fiili şeriat rejiminin bir hayli yol aldığı, “laiklik” sözcüğünün ise öcü olarak görülüp telaffuz edilemediği bir Türkiye’deyiz. 

Ve eğer bugün bunlar üzerine düşünmezsek, buraya nasıl geldiğimiz üzerine kafa yormaz, bundan ders çıkarmaz ve tatava yapmazsak, yarın bu Türkiye’yi bile mumla arayacak, hep aşağıya bakmak zorunda kalacağız.