Türkiye bundan beş yıl önce 7 Haziran seçimlerine doğru giderken, sürece damgasını vuran açıklamalardan biri Erdoğan’dan gelmiş, Erdoğan “toplu açılış törenleri” adı altında düzenlenen seçim mitinglerinden birinde yaptığı konuşmada “400 vekil verin, bu iş huzur içerisinde çözülsün” demişti. 

Suruç’u 'seçimle gitmeme konsepti'yle hatırlamak

Türkiye bundan beş yıl önce 7 Haziran seçimlerine doğru giderken, sürece damgasını vuran açıklamalardan biri Erdoğan’dan gelmiş, Erdoğan “toplu açılış törenleri” adı altında düzenlenen seçim mitinglerinden birinde yaptığı konuşmada “400 vekil verin, bu iş huzur içerisinde çözülsün” demişti. 

“400 vekil”in sırrı ise “başkanlık sistemi”nde gizliydi; İktidar, Meclis’te ulaşılacak 400 vekil sayesinde referanduma gitmeksizin anayasa değişikliği yapmayı ve cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmeyi hesaplıyordu. “Huzur içinde çözülsün” sözünün “kerameti” ise seçimden sonra anlaşılacak, 400 vekil vermemenin bedelinin ne olduğu tüm Türkiye tarafından görülecekti. 

7 Haziran seçim sonuçları, neresinden bakılırsa bakılsın iktidar açısından büyük hayal kırıklığı anlamına geliyordu. Türkiye’yi 12 yıldır tek başına yöneten, rejim inşa eden ve devletleşen iktidar partisi, bırakın 400 vekili, tek başına hükümet kuracak çoğunluğa ulaşamamak gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştı ve önünde iki seçenek vardı: Ya iktidarda kalmaya devam etmek için bir koalisyon kuracak ya da muhalefete geçecek ve bir sonraki seçimi bekleyecekti.

Üçüncü bir seçeneğin olabileceği ise ilk günlerde kimsenin aklına gelmiyordu ama öyle bir seçenek vardı: Seçimleri tekrar ettirmek ve o tekrar seçimlerin sonucunda tek başına hükümet kuracak, yani rejim inşasına devam edecek çoğunluğu elde etmek.

7 Haziran’dan 1 Kasım’a 

Seçim sonuçları 7 Haziran akşamı kesinleşmesine rağmen, Erdoğan hükümeti kurma görevini Davutoğlu’na yaklaşık bir ay boyunca vermedi, amaç zaman kazanmak ve izlenecek yol haritasını olgunlaştırmaktı. Davutoğlu 9 Temmuz’da hükümeti kurmakla görevlendirildi ve 40 gün sonra, 18 Ağustos’ta görevi iade etti. O sıralar CHP yönetimi Davutoğlu ile Erdoğan’a rağmen bir koalisyon kurulabileceğine inanıyor, AKP ise “istikşafi görüşmeler” adı altında CHP’yi oyalıyordu; çünkü seçimlerin tekrarına çoktan karar verilmişti. 

Normal şartlarda hükümeti kurma görevinin bu sefer ikinci olan partiye verilmesi beklenirdi ama söylediğim üzere iktidar yol haritasını çoktan belirlemişti, Davutoğlu’nun görevi iade etmesinin üzerinden yaklaşık bir hafta geçmişti ki, Erdoğan 26 Ağustos’ta seçimlerin yenileceğini açıkladı ve ülke, bu yol haritası doğrultusunda 1 Kasım’da yapılacak seçimlere götürüldü.

Ülkenin seçimlere nasıl bir atmosferde gideceğinin ipuçları seçimden sadece 2 gün sonra Diyarbakır’da yaşanan olaylara bakıldığında görülebiliyordu aslında. Bölgede HDP’nin barajı geçmesinin sevinci yaşanırken, Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen İhya Der adlı derneğin başkanı Aytaç Baran 9 Haziran günü karanlık bir cinayete kurban gidecek, hemen ardından Hizbullahçıların düzenlediği saldırılarda HDP’ye yakınlığıyla bilinen 3 kişi öldürülecekti. 

Asıl büyük provokasyon ise 20 Temmuz günü gerçekleşti. 20 Temmuz günü IŞİD militanları ellerini kollarını sallayarak Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyesi 33 genci Suruç’ta katletti. Suruç’un çok kanlı bir dönemin miladı olduğu çok geçmeden anlaşılacaktı.

Suruç’tan iki gün sonra Ceylanpınar’da iki polis evlerinde öldürüldü. “Suruç’a misilleme” olarak yapıldığı iddia edilen saldırıyı PKK önce üstlendi, daha sonra ise Kandil’den “Bunlar PKK'den bağımsız birimler. Bize bağlı olmayan, kendi içlerinde örgütlenmiş olan yerel güçlerdir” şeklinde bir açıklama geldi. Olayla ilgili yürütülen soruşturmada tutuklanan ve cinayeti işlediği öne sürülen kişiler ise 2.5 yıl sonra beraat etti. 

Bugün hala karanlıkta kalmaya devam eden Ceylanpınar saldırısı, iktidar tarafından “çözüm süreci”ni bitirmenin gerekçesi olarak kullanıldı ve “savaş konsepti”ne bu olayla geçildi. “Savaş konsepti”nin “seçimle gitmeme konsepti”nin bir parçası olduğu ise yaşayarak görülecekti. 

Bu saldırıdan sadece bir gün sonra, 23 Temmuz günü, ajansların “flaş” koduyla geçtiği bir haberde, Erdoğan ile Obama’nın bir telefon görüşmesi gerçekleştirdikleri ve 7-8 Temmuz’da ABD’li heyetle Ankara’da yapılan görüşmeler sonucunda varılan mutabakatı onayladıkları bildiriliyordu. 

“İncirlik Mutabakatı” olarak adlandırılan anlaşmaya göre, Türkiye İncirlik Üssü’nün IŞİD’e karşı kullanılmasına izin verecek ve IŞİD karşıtı operasyonlara dâhil olacaktı, karşılığında ise ABD Türkiye’nin Suriye sınırında güvenli ve uçuşa yasak bölge ilan etmesine izin verecekti. Gazetelerde yer alan haberlere göre, Obama görüşmede Suruç’taki ve Ceylanpınar’daki saldırıları kınamayı da ihmal etmemişti.         

Ne tesadüftür ki Türkiye’nin IŞİD’e karşı İncirlik’i ABD’nin kullanımına açtığı gün ve görüşmenin üzerinden sadece birkaç saat geçmişken, TSK’nın aylardır yığınak yaptığı Kilis’te IŞİD militanlarının sınırın öte tarafından açtıkları ateşte bir asker yaşamını yitirecek, 2 asker de yaralanacaktı. 

Aynı gece, TSK Suriye’de İŞİD hedeflerini, Irak’ta Kandil’i bombaladı. Ülkenin çeşitli yerlerinde ise eş zamanlı olarak PKK, IŞİD ve DHKP-C’ye yönelik polis operasyonları gerçekleştirildi. Kandil’in bombalanmasıyla birlikte “çözüm süreci” resmi olarak sona ermiş, birden fazla “düşman” ilanıyla birlikte de savaş konseptine geçilmişti. 

Süreci yakından takip edenler için ortada şaşırtıcı bir durum yoktu aslında; çünkü KCK 11 Temmuz’da ateşkesin sona erdiğini açıklamış, 17 Temmuz’da ise Erdoğan 28 Şubat tarihli “Dolmabahçe Mutabakatı”nı tanımadığını ilan etmişti. 23-24 Temmuz operasyonlarıyla birlikte, şiddetin dozajı çok daha artmış bir şekilde çatışmalar yeniden başladı.

10 Ağustos’ta “Şırnak Halk Meclisi”nin özyönetim ilanını, 11 Ağustos’ta Erdoğan’ın “Çözüm süreci buzdolabındadır” açıklaması izledi. KCK ise 12 Ağustos’ta bir açıklama yaparak “halkımız için özyönetimden başka bir seçenek kalmamıştır” dedi. 

Bu karşılıklı açıklamalarla beraber savaş derinleşti, çatışmalar ağırlaştı. Çok sayıda asker ve polisin yaşamını yitirdiği ve ardı ardına gerçekleşen Dağlıca ve Iğdır saldırılarının ardından ise sokak devreye sokuldu. 6-7-8 Eylül tarihlerinde yapılan eylemlerde HDP binaları hedef alındı, yakılıp yıkıldı. Erdoğan’ın “400 vekil verilseydi bunlar olmazdı” minvalindeki açıklamasını internet sitesinden haberleştiren Hürriyet gazetesinin binası da 7 Eylül akşamı tekbir getiren bir grup tarafından saldırıya uğradı.

Sürecin en kanlı saldırısı ise 10 Ekim günü geldi. 10 Ekim’de Ankara’da düzenlenen barış mitingine yapılan Türkiye tarihinin en kanlı terör saldırısında 109 kişi yaşamını yitirdi. IŞİD bu kez de ülkenin başkentinde, başkentin göbeğinde sivillere saldırmış, bu saldırı da “herkesin bildiği bir sır” olarak engellenebileceği halde engellenmemişti. 

Ülke bu kanlı saldırıyla zirve yapan korku ve panik atmosferinde ve siyasetin kanla dizayn edildiği yaklaşık beş aylık bir zaman diliminin ardından tekrar seçimlere götürülmüş, istenen sonuç ise alınmıştı. AKP 1 Kasım seçimlerinden tek başına hükümet kuracak çoğunlukla çıktı ve rejim inşasına kaldığı yerden devam etti.  

Seçimle gitmemek

İki gün önce Suruç’un beşinci yıldönümüydü. Geride kalan beş yılın ardından bugün geçmişe dönüp baktığımızda Suruç’un da içerisinde yer aldığı o kanlı dönemden bugün ve yarın adına çıkarmamız gereken dersler var ve bu derslerin başında rejimin mahiyeti ile seçimler arasındaki bağlantıyı kurmak geliyor.

Son birkaç aydır defaten yazdığım üzere, bugün Türkiye’de konuşulması gereken esas mesele seçimlerin ne zaman yapılacağı değil, kavramın bildik anlamıyla serbest seçimlerin yapılıp yapılmayacağıdır. 

Başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaksızın sırf seçimler yoluyla iktidarın değişeceği iddiası üzerine temellendirilen, seçimin nasıl yapılacağını sorgulamayan, sandığı sokakla, toplumsal basınçla, anayasal ve demokratik hakları kullanarak desteklemeyen, iktidarın oyunun kurallarını belirlemesine müdahale etmeyi ve gerekirse bu oyunu reddetmeyi hedeflemeyen her türlü strateji başarısızlığa mahkûmdur.

Bunun gerisindeyse rejimin mahiyeti, niteliği bulunmaktadır. Rejim inşa eden bir parti olarak iktidar, 7 Haziran-1 Kasım arası yaşananların, referandum sürecindeki mühürsüz oyların kabul edilmesinin ve İstanbul seçim sonuçlarının tanınmamasının gösterdiği üzere, “serbest seçim” kavramını Türkiye açısından tartışmalı hale getirmiştir ve şu son birkaç haftadır yaşanan gelişmeler iktidarın “seçimle gitmeme konsepti” adını verdiğim bir konsepti adım adım hayata geçirdiğini göstermektedir.

Bekçi yasası, paralel baro yasası, Ayasofya kararı, sosyal medyaya yönelik sansür yasası, iktidarın oylarını artırmak adına attığı adımlar olarak değil, “seçimle gitmeme” yönündeki stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. İktidar toplumsal rızayı üretmekte zorlandıkça ve ihtiyaç duyduğu oy oranına ulaşamayacağını gördükçe, halka daha çok sopa göstermekte, zor politikalarına daha çok başvurmaktadır. 

“Seçimle gitmemek”, bundan sonra Türkiye’de seçimlerin yapılmayacağı anlamına gelmemektedir elbette. Yunanistan, Libya ve Suriye’de atılacak kimi adımlarla “savaş konsepti” üzerinden ülkenin önüne sandık konulmasından vazgeçilmesi de ihtimal dâhilindedir ama daha güçlü olan ihtimal TBMM çoğunluğu için seçim yasasının değiştirilmesi, cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanılması için ise karşı ittifakların dağıtılmasından tutun da dini ve milliyetçi hezeyanlar üzerinden toplumu kutuplaştırmaya ve muhalefeti hizaya getirmeye uzanan genişlikteki ve şimdilerde emarelerini gördüğümüz bir “master plan”ın devreye sokulmasıdır. 

İktidarın gidişatın farkındalığıyla ardı ardına kafasındakileri hayata geçirdiği bir konjonktürde, ekonomik krizin iktidarı kendiliğinden çökerteceği ya da serbest seçimler yoluyla iktidarın kolaylıkla el değiştireceği yönündeki tezler de, bunun üzerine kurulu stratejiler de, pasif ve konforlu siyaseti meşrulaştırmaya hizmet eden birer fanteziden ibarettir ve hakikati gizlemekten başka bir işe yaramamaktadır. Hakikati görmezden gelen bir politik tutumun topluma hakiki reçeteler sunamayacağı ise açıktır. Öncelikli olarak bakılması ve görülmesi gereken, tam olarak burasıdır.