Lenin’in görkemli külliyatı içinde en zayıf halka bu Emperyalizm broşürüdür. Lenin mi? Büyük devrimci ve büyük bir kılavuzdur. Hem dünya hem de Marksizmin tarihinde bilim ile politikayı bu kadar usta işi harmanlayan başka biri yoktur (Marx ve Engels de dahil). Müthiş bir bilim adamıdır; aksini iddia edene Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ni kanıt olarak gösteriniz.

Sürekli Emperyalizm – Gecikmiş Bir Cevap

Geçtiğimiz haftalarda “Sürekli emperyalizm” başlıklı bir yazı dizisini kaleme almıştım. Bu yazı dizisinde klasik emperyalizm tezinin, her ne kadar tarihi gelişmeler karşısında yüzünün akıyla çıkmış olsa da, önemli kuramsal eksikliklere sahip olduğunu ileri sürmüştüm. Hala aynı görüşteyim. Bu yazılara yönelik olarak Sosyalist Gündem’de Güneş Gümüş bir eleştiri yazısı yazdı.I Bu eleştiriye biraz geç bir cevap veriyorum, kusura bakmayın.

Öncelikle Güneş Gümüş’e teşekkür ederim. Teşekkürün bir genel bir de bireysel nedeni var. Genel olanı şudur; sosyalistler arası polemik sosyalizmin gücünü gösterir. Bir zamanlar önemli olan bu damar uzunca bir süredir tıkanmış durumdaydı. Dolayısıyla bu anlamda Güneş Gümüş’ün eleştirisi önemlidir. Bireysel olanı ise; Güneş Gümüş bana o yazıda ileri sürdüğüm bir tezi biraz daha derinleştirme şansı vermiştir. Kuşkusuz bu da ilki kadar önemlidir.

Öncelikle Güneş Gümüş ile hemfikir olduğum birkaç noktayı (bazı çekincelerle birlikte) vurgulayarak başlayayım.

1) Gorbaçov ne kadar dönek ise Haydar Aliyev, Eduard Şevardnadze, Nursultan Nazarbayev, Sapar Murad Niyazov da o kadar dönektir. Büyük yükseliş ya da çöküşleri sadece bir isme bağlamak elbette burjuva sosyal bilimci tepkisidir. Bu satırların yazarı bu tür bir refleksten elinden geldiğince uzak durmaya çalışmaktadır, siz merak etmeyin. Ancak isimlerin zikredildiği cümlenin hemen sonrasında Troçki’den bir alıntıyla tüm bu isimlerin partinin Stalinist bürokrasisini oluşturduğu iddia edilmiştir. Ben bundan emin değilim, malum 1956’da 20. Kongre ile başlayan De-Stalinizasyon dönemi aynı zamanda yeni bir parti yöneticisi kuşağın ortaya çıkmaya başladığı bir dönemdir. Bu isimler ise siyasi stajlarını partiyi Stalin’den arındırma döneminde yapmışlardır.

2) Avrokomünizmin hem iki savaş arası dönemde hem de II. Dünya Savaşı sonrası dönemdeki siyasi çizgisi vahimdir, pek çok hayati hatayla doludur (bu konuda size katılıyorum). Ancak özellikle iki savaş arası dönemde Avrokomünizmin siyasi hatalarını, başka her şeyi yok sayıp, Moskova’ya ve Komünist Enternasyonal’e ihale etmek büyük bir haksızlık olmanın yanında tarihsel olarak da büyük bir hatadır. Halk Cephesi programının bir tür sağ sapma olduğu konusunda yine sizinle aynı görüşteyim. Fakat bu programın mucidi ne Komünist Enternasyonal’di ne de SBKP idi. Örnek olsun KEYK, yani Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi 1920’lerin sonundan itibaren “sınıfa karşı sınıf” politikasını üye partilere dayatmıştır (ki bu politika üye komünist partilerin sosyal demokratlar ya da benzeri reformist siyasi oluşumlarla herhangi bir ittifaka girmesini külliyen yasaklamaktaydı. Bazıları da bu tavrı oldukça “sekter” ve tehlikeli sonuçlara gebe bir tavır olarak gördüler, siz ne dersiniz?). Peki Halk Cephesi programı hangi şapkadan çıktı? Tekrarlayayım, bu konuda müsebbip SBKP olmayabilir.

Halk Cephesi 1935’de Komintern’in 7. Kongresi sırasında temel politika haline geldi. Bu kongrenin yıldızlarının başında gelen Georgi Dimitrov ünlü faşizme karşı birleşik cephe politikasını öne sürdü. Aslında Fransız Komünist partisi (FKP) Fransa’da aşırı sağın artan baskısı karşısında bir halk cephesi için çalışmaya başlamıştı bile. Nitekim 7. Kongre Avrokomünist partilerin temsilcilerinin FKP’ye övgüler dizdikleri bir kongre olarak tarihe geçti (keza bu ittifakın semeresi 1936 seçimlerinde alındı, Halk Cephesi Sosyalist Leon Blum’un önderliğinde iktidara geldi). Avrupalı komünistler halk cephesi programını öne sürdüler, Avrupa arenasında giderek yalnızlaşan ve artan Nazi baskısını ensesinde hisseden SBKP de sokak diliyle “eyvallah” dedi. Olan budur.  

3) Sovyet Marksizmi’nin bazı pratik çözümleri ve konjonktürel bazı gereklilikleri kuram, ve hatta siyasi ilke seviyesine yükselttiği ve bunun önemli siyasi sorunlara yol açtığı konusunda yine sizinle hemfikirim. Örneğin II. Dünya Savaşı sonrasında baskın hale gelen “Barış İçinde Bir Arada Yaşama” tezi pratik ve kısa vadeli çözümün siyasi bir ilke haline getirilmesinin en bariz örneğidir. Keza Bolşevik Devrimi sonrasında Batı’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinden beklenen devrim gelmeyince Devrimci iktidarı korumak için ortaya atılan ve SSCB’nin sınırında İngiliz emperyalizmine uzak, Sovyet iktidarına dost rejimler yaratmak amacına sahip şu meşum “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tezi de pratik ve konjonktürel bir çözümdür. Neden ve nasıl siyasi bir ilke haline gelmiştir?  

Ancak yukarıda sırlananlar tali öneme sahiptir. Asıl önemli olan emperyalizmle ilgili olarak yazdıklarıma getirdiğiniz eleştirilerdir. Şimdi bunlara birkaç adımda cevap vermeye çalışayım.

1) Marx’ın Kapital’i şimdiye kadar kaleme alınmış en önemli bilimsel eserlerden biridir. Onu bizim açımızdan önemli kılan sadece kullanılan materyal, sadece burjuva iktisadına ve kapitalizme yönelik devrimci eleştirisi, sadece kurgusu değildir (ki bunlar da çok ama çok önemlidir), yöntemidir aynı zamanda. Kapital yöntemsel bir devrimdir. Ve bu yöntemsel devrim bize kapitalizmin sürekli yapısal eğilimlerini kolayca teşhis edebilme şansını vermektedir. Altını çizerek vurgulayalım, Marx’ın Kapital’de devrimci bir yöntemle analiz ettiği süreçler eğilimlerdir (örneğin kâr oranının düşme eğilimi, sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi gibi). Dolayısıyla bu eğilimler kapitalizmin herhangi bir tarihsel momentinde, ya da tarihi içindeki herhangi bir dönemde mutlaka apaçık bir şekilde kendilerini ortaya dökecek süreçler değildir (sadece bu nedenle bile Althusserci yozlaşmaya inat Marksizm tarihselci olmak zorundadır). Bazı durumlarda karşıt eğilimler, karşıt dinamikler tarafından engellenebilirler, yüzeyin çok altına itilebilirler, ancak yok olmazlar. Marx sorumlu ve ciddi bir bilim adamı olarak olası karşıt süreçleri de tetkik etmiştir. Ne yazık ki bu noktanın bazen gözden kaçırıldığını düşünüyorum.

2) Bu eğilimlerin kendilerini dışavurumları tarihe ve coğrafyaya göre farklılıklar gösterebilirler (örneğin sermayenin kurumsallaşma yapıları zamana ve coğrafyaya göre önemli farklılıklar gösterir, ama bu çeşitlilik sermayenin değişmeyen özünü (artı-değer yaratım süreci) değiştirir mi?). Dolayısıyla kapitalizmin eğilimleri kurumsal farklılıklar ortaya çıksa da bakidirler.

3) Özellikle kapitalizmde sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimleri alttan alta, kapitalizm var olduğu sürece işlerler. Üstelik kapitalist rekabet içinde işlerler. Dolaysıyla eğilimsel olarak yoğunlaşma/merkezileşme ikilisi tekelci dinamikleri rekabet sürecinin içinde sürekli yeniden üretir; hem de kapitalizm var olduğu sürece. Dolayısıyla bu anlamda kapitalizmin ayrıksı tarihsel dönemleri olarak “rekabetçi kapitalizm” ile “tekelci kapitalizm” kavramsallaştırmaları oldukça sorunludur.

4) Sermayenin birikim döngüsünün her bir momenti (para formunda sermaye, üretim araçları, üretim, metalar, yeniden para formunda sermaye) mutlaka hem içeride (ulusal ekonominin içinde) hem de dışarıda (sınırların ötesinde) kaçınılmaz olarak siyasi müdahaleyi gerekeli kılar. Böylece kapitalizm var olduğu sürece emperyalist eğilim sürekli olarak işler.(Hatta bu eğilim rekabetçi olduğu düşünülen dönemde pek açık bir şekilde işlemiştir).

5) Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi’ni dışarıda bırakırsak, klasik emperyalizm kuramının temelde iki kaynağı vardır; Hobson ve Hilferding. Ne büyük şanssızlıktır ki Hobson reformcu bir liberaldir, Hilferding ise daha sonra revizyonizme savrulacak bir sosyal demokrat. Aslında ikincisinin katkısı birincisinin katkısından fazladır. Hobson emperyalizm çağının sermaye ihracı dönemi olduğunun altını çizerken Hiferding ise finans kapital ve tekelci kapitalizmin çağı olduğunu belirtmişti. Birincisi İngiltere’yi yazdı, ikincisi ise Almanya’yı. Birincisi liberal bir kapitalist piyasa algısının, ikincisi ise Alman sanayisini egemenliği altına almış kartellerin, tröstlerin ve konzernlerin baskısı altında yazdı. Lenin birincisinden sermaye ihracını, ikincisinden ise tekelci kapitalizm olgusunu (bir de finans kapital kavramını) aldı. Gerçi her ikisini de eleştirdi ve hatta (haklı bir şekilde) Hobson’u Hilferding’e göre daha ileride buldu: “…’Bağımsız Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde reformist burjuva politikasının başlıca temsilcilerinden biri olan eski ‘marksist’ Hilferding, bu konuda (i.e. kapitalizmin asalaklığı ve çürümesi) pasifist ve reformist olduğu açıkça ilan edilmiş İngiliz Hobson’a göre geriye doğru bir adım atmıştır”.II Ve broşürü 1916’da İsviçre’de hızla yazdı. Üstelik yazarken (Hobson’un kitabı hariç) İngilizce ve Fransızca kaynaklardan yoksun olduğunu da belirtmekten geri kalmadı. Bolca Almanca kaynak kullandı, Almanlar ise sürekli kartellerden ve tröstlerden bahsediyorlardı. Üstelik Alman Sosyal Demokratlar çoktan küçük sermayenin büyük sermayeye göre daha hayırlı olduğuna karar vermişlerdi bile.

6) Böylece Lenin yazarken sermaye birikiminin kurumsallaşma süreçlerinden sadece Alman olanına aşina olarak yazdı, hem de hızlı yazdı. Bence Lenin külliyatının en zayıf eseri ortaya çıktı. Örneğin broşürün “Emperyalizm: Kapitalizmin özel Aşaması” başlıklı bölümünde emperyalizmi nitelediğini düşündüğü beş gelişmeyi sıraladı, biz de özetleyelim: 1) Üretimde ve sermayede yoğunlaşma ekonomik hayat hükmeden tekelleri yaratmıştır. 2) Finansal sermayenin her boyuttaki egemenliği 3) Sermaye ihracı 4) Dünyayı bölüşen tekelci kapitalist birlikler 5) Dünyanın bölüşülmesinin tamamlanması.

Aslında adı geçen beş unsurdan hiç biri nitel bir dönüşümü anlatmıyor; tamamı nicel dönüşümlere işaret etmektedir. Oysa bir üretim tarzının niteliksel olarak başka bir düzeye sıçraması için yapısında niteliksel dönüşümler gerekmektedir. Hilferding Alman sermayesinin geç kapitalistleşmeden kaynaklanan zorunlu yapısını mutlaklaştırmış, Lenin de bu bakış açısını devralmıştır. Kısacası Hilferding 110 yıl önce kuyuya bir taş attı, 110 yıldır çıkarmak için uğraşıyoruz.

Şimdi başa dönelim; ustaların daha sonra sağa savrulan, reformizmin içinde boğulan Avrupalı komünist partilerin hatalarından dolayı suçlanması yanlıştır, zaten yazımdan da böyle bir mesaj çıkmıyor. Ancak eksiklik varsa vardır. Tekrar edeyim; Lenin’in görkemli külliyatı içinde en zayıf halka bu Emperyalizm broşürüdür. Lenin mi? Büyük devrimci ve büyük bir kılavuzdur. Hem dünya hem de Marksizmin tarihinde bilim ile politikayı bu kadar usta işi harmanlayan başka biri yoktur (Marx ve Engels de dahil) . Müthiş bir bilim adamıdır; aksini iddia edene Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ni kanıt olarak gösteriniz. Müthiş bir siyasetçi ve devrimcidir, burun kıvırana Nisan Tezleri’ni tam yedi yıl okutunuz. Üstelik gelecek toplumun siyasi örgütlenmesini kurgulama işinde diğer bütün Marksistlerden daha cesurdur; inanmayana Devlet ve Devrim’i hediye ediniz. Ayrıca yürüyen bir iradedir; hayır diyene aşağıdaki anekdotu aktarınız:

Kongrenin (i.e. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi, 1917 yazı) en dramatik anı, ikinci gün Menşevik Posta ve Telgraf Bakanı Çereteli’nin konuşması sırasında ortaya çıktı; resmi tutanaklarda şöyle anlatılıyor:

Şu anda hiçbir siyasi parti “iktidarı bize verin, siz gidin, yerinizi biz alacağız’ diyecek durumda değildir. Rusya’da böyle bir parti yoktur.(Lenin oturduğu yerden seslenir: “Vardır!”)III

Eleştirileriniz için tekrar teşekkür ederim. Sağlıkla kalın.