Kendi adıma kitapta örneğin insan-doğa ilişkisine dair çok temel, kapitalist hayhuyun içinde unutulmuş gözlemler, değerlendirmeler bulduğumu söylemeliyim. Bu okuma korona günlerine denk gelmeseydi insan-doğa ilişkisine dair bende aynı yankıyı uyandırır mıydı, bilemiyorum. Emin değilim.

Sür pulluğunu ölülerin kemikleri üzerinde

Polonya beni hep sıkmıştır. Öyle gidip gördüğüm için falan değil. Çocukluk mirası diyelim. Çünkü herhangi bir alakamın olmadığı bu ülkenin iki hikâyesi vardır bende. Kestirme sonuçlara vardığım iki hikâye. Gerçi kestirme sonuçlar iyi değildir; önyargılara yol açar, önyargılar da gereksiz hatalara. Ama bazen kestirme sonuçlar tüm uzak sonuçları da öngörebilir. Belli olmaz.

Polonya beni iki sebepten ötürü sıkmıştır. Birincisi papa ile ilgili. Papa John Paul'le ilgili...

Şimdilerde unutuldu gitti, rahmetli ama o zamanlar yani ben çocukken çok ünlüydü. Bir Reagan, bir Gorbaçov, bir bizimkisi ve bir de o vardı sanki televizyonda. Sabah akşam çıkardı. Uğradığı suikast, suikastın failinin bizim buralardan olması, kaçabilmesi, yakalanması, suikast girişiminin neden yapıldığı, ne olduğu, bağlantılar, delilikler vs. vs. Bunların hepsi birer muammaydı ama sabah akşam televizyona çıkan bu papa Polonyalıydı. Açıkçası uyuz olmuştum adama ve de ülkesine. Zaten Doğu Bloğu dedikleri bir ülkeden neden papa seçmişlerdi ki? Ne bileyim, Arjantin falan varken neden papalı ülke Polonya'ydı ki? Yoksa papa içeriden satın mı alınmıştı? Bana göre falso daha oradan başlıyordu, satın alınmadan ve de satılık olmaktan. Ve bir de tüm o belirsiz işlerin ortasında sevimsiz, soğuk birine benziyordu.

Polonya konusunda beni bezdiren ikinci isim ise Lech Walesa'ydı. Ona da gıcık oluyordum çünkü televizyon, gazeteler onu bir "işçi önderi, demokrasi kahramanı" olarak ermiş mertebesine çıkarırken aynı günlerde ne bileyim Güney Afrika'dakileri, Zonguldak'takileri vatan haini ilan ediyordu hepsi. İnsan çocuk da olsa "Hayırdır? Bu kayırma da nereden geliyor yahu? Nasıl bir hizmeti var ki bu posbıyığın?" diye sormadan edemiyordu.

Düşünsenize TRT izliyorsunuz, hatta sadece TRT izliyorsunuz (zaten o günlerde tek bir kanal var, bilemediniz iki) ve önce bu Walesa çıkıyor, alkış kıyamet kopuyor. Sonra bizim gariban madenci çıkıyor: Pis anarşist! Herifin bir yerden kesin sağlam torpili vardı ve o sevimli, gevrek, Katolik gülüşüyle çok popülerdi. Ve ben daha o ön ergen günlerimden itibaren popüler olan herkese gıcık olmayı huy edinmiştim. Walesa sağolsun!

Sonra büyüdük. İşte biliyorsunuz, duvar falan yıkıldı. Demir perde eridi. Ben tabii ki o zamanlar halen ön ergenlikteyim. İçimde kıpırtılar var ama öyle siyasi bir kimliğim falan yok. Nereden baksanız derli toplu bir dünya görüşü için en az sekiz yıl falan var daha önümde. Bir erişkin müsveddesi olarak etrafımda olup bitenleri kendimce kaydediyor ve işliyorum. O kadar! Ama Polonya’yı çoktan işe yaramaz bir yer olarak bellemiştim.

Sonra daha da büyüdük. Dünya küreselleşti. Polonya'ya dair önyargım hiç değişmedi. Öyle özel olarak ilgilendiğim için değil ama bizim buralar gibi gariban ama tutucu, efendi sever, Batı'da kalmak için kırk takla atan ve sırf bu yüzden kendi de olamayan bir yer olarak bellediğim için. Kafamda öyle kaldı Polonya ve sonraki ultra-küreselleşme çağında da bunu değiştirecek çok bir şey olmadı. Hatta pekiştirecek şeyler oldu.

Mesela tek yumurta ikizi kardeşlerden birini cumhurbaşkanı, diğerini de başbakan yapmayı başardı Polonya. Bunu duyunca "Ne sperm ve de ne yumurtaymış arkadaş!" demiştim kendi kendime. Gerçi, sonradan trajik bir şey de olmuştu: Cumhurbaşkanı olanın uçağı tam da Rusya'ya, Katin Katliamı'nın 70. yılı anmasına katılmak üzere giderken düşmüştü. Ben de bu vahim olaya "Oha!" demiştim. Bu kadarı da fazlaydı! Ya Rusya mesaj vermek istemişti ya da öbür ikiz kardeşin parmağı vardı bu işte. Bilemiyorum! Ama Polonya bana göre her halükarda Polonya'ydı işte. Rus İmparatorluğu'nun, Alman kapitalizminin ve Baltık disiplininin arasında sıkışıp kalmış bir köylü ülkesi.

Neyse dağıtmayalım. Polonya diyorduk ve sonra iyice büyümüştük ve dünya da küpküresel olmuştu. İşte o zaman, yani iyice büyüyünce birkaç Polonyalıyla da tanıştım. Hoş insanlardı. Karda dolaşan ağırbaşlı kurtlar gibiydiler. Az gülen, az tepki veren ama sürekli derin derin bakan. Ha, diyeceksiniz ki "Hiç kurt gördün mü?" Yok, görmedim ama görsem Polonyalı olduğunu düşünürdüm. "Neden?" derseniz, cevabım yok; his işte.

Tanıştığım Polonyalılar ise bizimkine çok benzeyen bir ülke anlatıyorlardı. Absürtlükler, akıl almaz haller ve insanların hücrelerine kadar işlemiş olan bozuk süt emmişlik. Tanıştıklarım az Katolik ve sıkı anti-komünisttiler. Din ve ideoloji konusunda tabii ki hepsinin birkaç gömlek üstleri de varmış ama nasip olmadı, ben tanışmadım. Sanırım dünya başka ülkelerin gericileriyle karşılaşacak, tanışacak kadar küreselleşemedi henüz.

Ama ben sevemedim işte Polonya’yı. Yukarıda saydığım türden kestirme sonuçlardan yola çıkarak. Ayrıca bizim buralara çok benzeyen bir başka yeri neden sevsin ki insan! Bir ömre, bir Türkiye yeter.

Sonra geçen aylarda bir kitap gördüm. Adı, oldukça çarpıcıydı: Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üstünde. Ne yalan söyleyeyim, kapak tasarımı da kitabın adıyla çok uyumluydu. Yazı stili, üstünde gövdesi bölünmüş bir hayvan, bir at olması? "Vay arkadaş!" dedim, kendi kendime. Ama kitabı, sadece gördüm ve geçtim. Adı ise aklımda kaldı. Öyle okuyayım diye değil, aklımda uğraşayım diye. Okuyacak vaktim de yoktu zaten.

Sonra korona günleri başladı. Kapanmalar, kaygılar, sayılar, ölümler ve ıssız mezarlıklar... İşte o zaman kitabın adı kendini yeniden hatırlattı bana: Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üstünde. Tam da bu adın anlattığı gibi günler yaşamaya başlamıştık. "Hah!" dedim kendi kendime. Kitabı okumanın zamanı gelmişti. Gittim, aldım kitabı.

Meğersem Nobelliymiş! Hayal meyal hatırladım o zaman yazarını. Olga Tokarczuk. 2018'de Nobel komitesindeki skandal nedeniyle ödüller ertelenmişti ve o yıl edebiyat ödülü de açıklanmamıştı. İşte bu nedenle ödülünü ancak 2019'da, Peter Handke'yle birlikte alabilmişti Tokarczuk. Ve Handke'nin adı etrafında koparılan yaygara nedeniyle biraz gölgede kalmıştı kendisi. Ama Polonyalıydı ve bu, benim için, üstünün çizilmesine yeter de artardı bile. Ki ben de tam anlamıyla öyle yapmıştım. Aklıma o soğuk, herkesin birbirinin dedikodusunu yaptığı, katolik, azılı anti-komünist ülke gelmişti.

Ama yanlış yapmışım. Dedim ya kestirme sonuçlar pek iyi değildir, önyargılara yol açar, önyargılar da gereksiz hatalara. Öyle olmuş.

Kitaba hem Nobelli olması hem de yazarının Polonyalı olması nedeniyle çekinerek başladım: "Kim bilir beni hangi banal laflar bekliyor!" diyerek. Ama kitabın daha ilk sayfalarında kendini belli eden garip cümleler ve ilginç bakış açısı beni sardı. Tabii ki kitap sarınca yazarına da daha yakından bakmaya başladım.

Meğersem yazarı bir psikologmuş. Az çok meslekten sayılırdık. Varşova Üniversitesi'nde Jung üzerine çalıştıktan sonra edebiyata yoğunlaşmış ve kendi ülkesinde hatırı sayılır bir yeri olmuş. Ama kitapları uzun süre İngilizce'ye çevrilmemiş. İngilizce'ye çevrilmeyince de kimsenin ilgisini çekmemiş. Nobel ödülüne giden yol ise İngilizce çeviri ile açılmış.

Ne kadar da manidar! Kendi dilinde edebiyat denen alanı yıkıp yeniden yazsan efendinin diline çevrilmediğin sürece yoksun! Ki Sür Pulluğunu da aslında 2009'da yayımlanmış ve 2018'e kadar çevrilmemiş. Zaten yazarın kendisi de yarı kinaye ile "kitaplarım İngilizceye çevrilmeseymiş halim nice olurmuş" minvalinde bir demeç de vermiş.

Gelelim kitaba. Gerilim diyen de var, polisiye diyen de. Hatta "anarşist polisiye" diyene de rastladım! Türkçe baskının kapağına İngiliz ya da Amerikan egemen basınından saçma sapan yorumlar koymuşlar. Güldüm, geçtim. Kitabı bu bilgilerle okuyan olduğunu hiç sanmıyorum ama yayınevleri seviyor işte bu tür gereksiz işleri. Öte yandan kitap ne polisiye ne de gerilim türünde. Evet, öyle öğeler, o tür sayfalar, paragraflar var ama alakası yok. Kitap, yazarının dünya görüşünün bir manifestosu gibi. Yer yer çok etkileyici, derinlikli değerlendirmeler içeren ama sonunda vites düşürüveren bir manifesto gibi kitap.

Anladığım kadarıyla Tokarczuk, kendi ülkesinde tartışmalı bir isim. Nobel alınca kimileri onu göklere çıkarırken kimileri de vatan hanini ilan etmiş. Orhan Pamuk gibi. Demiştim ya, “Polonya az biraz Türkiye’dir” diye. Sanırım bu konuda da benziyorlar. Yazar, siyasi oryantasyon olarak sol-liberal bir çerçeveye sahipmiş. Yeşiller Partisi üyesi, feminist ve vejetaryenmiş. Kitap aslında işte bu çerçevenin estetik bir dille işlenmesi olarak görülebilir. Ama yetmez! Yani bir tek bu çerçeve içinde görülürse eksik kalır.

Kendi adıma kitapta örneğin insan-doğa ilişkisine dair çok temel, kapitalist hayhuyun içinde unutulmuş gözlemler, değerlendirmeler bulduğumu söylemeliyim. Yukarıda da belirttiğim gibi bu okuma korona günlerine denk gelmeseydi insan-doğa ilişkisine dair bende aynı yankıyı uyandırır mıydı, bilemiyorum. Emin değilim. Yani kitabın içindeki doğa, benim için de korona salgını ve hayatın yavaşlamasıyla birlikte daha görünür, daha anlamlı hale gelmiş olabilir.

Ama yine de kitaba esas rengini çalanın baş kahramanın psikolojik özellikleri olduğunu düşünüyorum. Tüm siyasi tartışmaların arkasında yazarın psikoloji bilgisi ve seçtiği kahramanın, Janina Duszejko'nun kendi iç dünyası ve dış dünyayla olan özgün ilişkisi yatıyor. Sanırım kitabın baş kahramanı yanlışlıkla bir psikiyatri kliniğinin önünden geçse "şizotipal" olarak tanımlanabilirdi. Ama yolu bir şekilde düşmemiş, iyi de olmuş. Kendi hayatını çoktan kurmuş, çoktan göğüslemiş bir kadın olarak Çekya sınırında neredeyse doğanın  bir parçası olarak yaşıyor. Kitaba da bu doğal hâl rengini veriyor.

Şizotipal özellikleri olan bireyler, dünyayı çok özgün, kendilerine has bir yolla deneyimlerler. Başkalarının, çoğunluğun öyle kolay kolay göremeyeceği, fark edemeyeceği küçük ayrıntıları keşfedebilirler ve bağlantıları görebilirler. Yıldızlar konuşur bu insanlara, bir hayvanın bakışında geleceği bulabilirler, otların sararmasında uğursuz haberleri görebilirler. Öyle gider bu okuma.

Kitapta da öyle oluyor. Janina kendince deneyimliyor çevresini ve insana dair, Polonyalı erkeklere dair, doğaya, doğanın talanına dair çok tanıdık gelen (ama büyükşehirlerin kapitalist hayhuyu içinde unuttuğumuz) gözlemlerini paylaşıyor. Yıldızlardan, karda kalan izlerden, topraktan biten bahardan devşiriyor hayatı. Ve çevresini de yavaş yavaş, hiç de çaktırmadan örgütlüyor. İnsanlarını kendi dünyasına bağlıyor. Kitabın sonu o örgütle bitiyor, örgüt vurgusu hiç ama hiç yapılmaksızın.

Doğu Avrupa sıkıntılı bir coğrafya. Tarihsel ve güncel olarak sıkışık, sıkışmış. Bazen avantaj olmuş bu hâl, çoğu zaman da dezavantaj. Bizim buralarda olduğu gibi oraların aydını, düşüneni de çaktırmadan efendiyi düşünmeyi, efendinin ne diyeceğini gözetmeyi sevmiş. Daha doğrusu o gözetme hali olmadan olamayacağını düşünmüş, halen de öyle düşünüyor. Sanırım. Kitabın sonlara doğru görkemli olabilecekken vites düşüren iddiasızlığı ve yazarını Nobel'e götüren başarısı da burada saklı sanırım. Gözetme ve kurulu düzenden kopacakmış gibi yapıp kopmama. Yürek burkucu.

Ama kitabı sevdim. Şu korona günlerinde, tam da doğayı, varoluşu, insanı, toplumu düşünürken acayip denk geldi. Kitabın halen adını* kendisinden çok daha fazla seviyorum. İçinde ise altını çizdiğim birçok paragraf buldum. İyi bir şey bu.

Bu arada Polonya'ya dair görüşüm ne oldu diye sorarsanız diyebilirim ki bazı şeylerin değişmesi çok zaman alıyor. Korona günlerinde dahi. Ne yazık ki!

Kalın sağlıcakla.

* 2017 yılında kitapla aynı adı taşımasa da filme de çekilmiş Sür Pulluğunu. "İz" adıyla Türkiye'de gösterime de girmiş. Film, kitap kadar doğanın içine dalmak için de başarılı.