Karşımıza çıkacak olan şeyin bir “sopalı anayasa” yapımı ve “sopalı seçim” süreci olması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Sopayla anayasa, sopayla seçim

Yeni anayasa tartışmalarıyla ilgili olarak ilk “dürüst” açıklama, yeniden ibadete açılması Cumhuriyet’le hesaplaşmanın en önemli sembollerinden biri olan Ayasofya’nın “baş imamı”ndan geldi. “Ayasofya baş imamı” tartışmaya “1921 ve 1924 anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün” diyerek ve eli hayli yüksekten açarak girdi. 

“Cumhuriyet’in fabrika ayarlarına dönüş” meselesini şimdilik bir kenara bırakarak söyleyecek olursak açıklama “dürüstçe”ydi; çünkü yeni anayasaya dair İslamcıların beklentisinin laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılması olduğunu dürüstçe ortaya koyuyordu.

İkinci “dürüst açıklama”nın sahibi, AKP Grup Başkan Vekili Cahit Özkan’dı. Her ne kadar gelen tepkiler üzerine sonradan geri adım atmak zorunda kalsa da, Özkan yeni anayasanın bir “yeniden kuruluş anayasası” olacağını söyledi.

Bu açıklama da dürüstçeydi; çünkü iktidarın yeni anayasa ile murat ettiği şeyin rejim inşasını anayasayla taçlandırmak olduğunu ve Erdoğan’ın kendisini “ikinci kurucu” olarak gördüğünü çok net bir şekilde ortaya koyuyordu. Yeni anayasa, fiili olarak yıkılan Cumhuriyet’in yerine yeni bir rejimin anayasal düzlemde de tesis edilmesi anlamına gelecekti, bunun mimarı ise Erdoğan olacaktı.  

Ve üçüncü “dürüst” açıklama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan geldi. Kılıçdaroğlu yeni anayasa tartışmaları ile ilgili olarak “laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılacağını sanmıyorum” dedi. 

Bu açıklama da son derece dürüstçeydi, çünkü Kılıçdaroğlu’nun ve bugünkü CHP’nin laiklik diye bir meselenin bulunmadığını, Kılıçdaroğlu CHP’si için laikliğin bir politik mücadele başlığı olmadığını bir kez daha net bir şekilde ortaya koyuyordu. 

Bu aslında birbiriyle bağlantılı ve “dürüst” üç açıklama üzerinden devam edelim.

Evet, Ayasofya’nın müze yapılması Türkiye İslamcılığının Cumhuriyet’e karşı en büyük öfke kaynaklarından biri, yeniden ibadete açılması da en büyük hayallerinden biriydi. O öfke üzerine kurulu siyaset sonunda hayallerine kavuştu ve başta CHP olmak üzere muhalefet, “taktik ve strateji gereği” bu sürece dair tek kelime etmedi, edemedi. 

Hal böyle olunca kimse de çıkıp Ayasofya’nın baş imamına “sen kimsin de bu açıklamayı yapıyorsun” diyemediği gibi, “Cumhuriyet’in fabrika ayarlarında Ayasofya’nın müze yapılması vardır, Ayasofya bizzat Atatürk’ün iradesiyle müze yapılmıştır” diyemedi. Aynı şekilde anayasaya laiklik ilkesinin eklenmesinin, hilafetin ve saltanatın kaldırılmasının, tekke ve zaviyelerinin kapatılmasının ve diğer inkılapların “Cumhuriyet’in fabrika ayarları”ndan kaynaklandığına dair tek bir söz edilmedi.

Ayasofya İmamı’nın açıklamalarıyla AKP Grup Başkan Vekili’nin açıklamaları aynı tarihsellikten, aynı dünya görüşünden besleniyor elbette. Her ikisi de Türkiye İslamcılığı adına konuşuyor ve bir “yeniden kuruluş” istiyorlar, her ikisi de rejim inşasının anayasayla taçlandırılması gerektiğini ve Cumhuriyet’in tasfiyesinin ancak bu şekilde tamamlanmış olabileceğini düşünüyorlar. 

Bunu yaparken ise hayali ve seçmeci bir tarih yazımına girişiyorlar. Milli Mücadele’nin gereklerinden ve ittifaklarından kaynaklanan Mustafa Kemal’in İslami vurgusu yüksek siyasetini öne çıkarıp bunun “Cumhuriyet’in fabrika ayarları” olduğunu, “yeniden kuruluş” derken bunu kastettiklerini iddia ediyorlar. Muhalefet ise Cumhuriyet’in kurucu felsefesini savunmak gibi bir derde sahip olmadığı için tüm bu iddialara hakiki yanıtlar vermekten kaçınıyor. 

Peki bu noktada soralım: Türkiye İslamcılığı yeni anayasada “fabrika ayarlarına dönüş” adı altında laiklik ilkesine yer vermeyebilir mi? Bu elbette ki mümkün ama diyelim ki laiklik ilkesine yer verdi, bu tam olarak neyi değiştirir? Bugün anayasada laiklik yazması iktidarın hangi icraatını engellemektedir ki yeni anayasada yer alması engellesin? 

Örneğin öyle bir laiklik tanımı yapabilirler ki, laiklikten başka her şeye benzeyebilir bu ve iktidar da fiili rejim inşasına şimdi olduğu gibi devam edebilir. Dolayısıyla mesele tek başına laiklik ilkesinin anayasada yer alıp almaması değil, fiili rejim inşasının dinsel karakterini ortaya koymaktır ve karşımızda bundan uzak duran bir muhalefet, bir CHP vardır. 

Yıllar önce “Türkiye’de laikliğin tehdit altında olduğunu düşünmüyorum” diyen CHP Genel Başkanı, bugün de “laiklik ilkesinin anayasadan çıkarılacağını sanmıyorum” diyerek meseleyi önemsizleştirmekte, düzen muhalefeti ise topyekûn bir şekilde, Ayasofya’nın ibadete açılmasından “yeniden kuruluş”a giden yolun dinsel karakterini görmezden gelmekte ve toplumun da görmesini engellemeye çalışmaktadır. 

İktidar partisinin ve ortağının elini kolaylaştıran en önemli faktör budur; düzen muhalefetinin iktidarın karakteristiğini ve hedeflerini net bir şekilde ortaya koymaktan ısrarlı bir şekilde kaçınması ve buna uygun bir strateji üretmemesidir yani. 

Muhalefet, iktidarın rejim inşa eden bir parti olduğunu da o rejime karakteristiğini dinselleşmenin verdiğini de görmezden gelmekte, bu da kendisini daha başından itibaren boşa düşürmekte, yapıp ettiği her şeyi anlamsızlaştırmaktadır.  

İktidar bunun farkındalığıyla hareket etmekte ve hem içeride hem dışarıda yaşanan onca krize rağmen, hala daha kendisine geniş bir hareket alanı bulmakta, o alanın içerisinde istediği gibi at koşturmaya devam etmektedir.

İktidarın yeni bir anayasayı tarihsel olarak en zayıf dönemlerinden birini yaşadığı şu konjonktürde toplumun önüne getirmesi bu nedenle son derece ironiktir; iktidar böylesi bir dönemde bile kamuoyunun gündemine yeni bir anayasa tartışmasını getirebilmiştir ve bunu gerçek anlamda “bu iktidarın yeni anayasa yapma ehliyeti yoktur” diyecek bir muhalefetin olmadığının bilinciyle yapmaktadır.

Irak’taki son operasyon sonrası atılan adımların kaynağı da tam olarak burasıdır. İktidar, 13 askerin yaşamını yitirdiği bir rehine kurtarma operasyonunun hesabının sorulmayacağının ve hatta buradan yeni bir “milli birlik beraberlik havası” yaratabileceğinin bilinciyle hareket etmektedir. 

Bu hava ise eninde sonunda karşı-ittifakları dağıtmayı hedefleyecektir. HDP’nin kapatılması söyleminin muhalefet partilerine de dayatılacağını, bu dayatmanın muhalefet bloğunda bir çatlak yaratmayı hedefleyeceğini, Kürt siyasi hareketinin muhalefet bloğunun bir parçası olmaktan çıkarılmasının esas amaç olduğunu söylemek ise kehanet anlamına gelmeyecektir.

İktidar açısından, milliyetçilik ve hamaset rüzgârlarının estirildiği, şiddetin siyasetin merkezine yerleştiği, toplumun sindirildiği, karşı-ittifakların dağıtıldığı bir konjonktürde, yani “sopa”nın saltanatının hüküm süreceği günlerde, rejim inşasını taçlandıracak bir anayasa yapmak da seçime gidip kazanmak da, bugüne nazaran çok daha kolaydır. 

Mevcut koşullarda sandıktan çıkılamıyorsa o koşulları değiştirmek gerektiğine dair ders iktidar tarafından 7 Haziran seçimlerinde alınmış ve oradan da 1 Kasım seçimlerine gidilmiştir. Muhalefetin bundan bir ders çıkardığını söylemek ise henüz pek mümkün görünmemektedir. 

Velhasıl, iktidarın rejim inşa eden bir parti olduğunu ve bunun için yapabileceklerinin sınırı olmadığını görmeyen ve buna uygun bir şekilde hareket etmeyen bir muhalefet vardır ve bu nedenle de karşımıza çıkacak olan şeyin bir “sopalı anayasa” yapımı ve “sopalı seçim” süreci olması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Temel mesele ise ilkesiz ittifakların, iktidarla pazarlık yapmaya her an hazır olanların, milli birlik beraberlik korosuna katılma heveslilerinin, toplum önüne sağın alternatifi olarak yine sağı koyanların ötesinde, o sopaya gerçek anlamda bir karşı çıkışın örgütlenip örgütlenemeyeceği meselesidir. Bu gidişatı engellemek başka türlü mümkün olmayacaktır çünkü.