Kitlesel buluşmaların toplum sağlığı açısından büyük risk oluşturduğu bir salgının içine düştüğümüzden beri siyasal mücadelenin eylem ayağı olarak birkaç tür gelişti. Birincisi internet oldu. Günümüzün etkin, giderek gelişen, önü son derece açık bir toplumsal etkileşim düzlemi bu. Salgın olmasa da solun mücadelesindeki yerinin yaratıcı, olumlu örneklerle genişletilmesi gerekiyordu. Bu aynı zamanda sosyal medyanın içerdiği yozlaşma dinamiklerini baskılamanın yolunu da açacaktı.

Solda İkâmecilik

Hâlâ sürüyor mu o eski tartışma, bilmiyorum… En azından eski popülaritesinde değil… Denirdi ki, komünizmin ve reel sosyalizmin sorunu partinin kendini işçi sınıfının yerine koymasıdır. Hele o parti iktidarı da ele geçirmişse kendini her şeyin yerine koyacak, erişilmez, eleştirilemez, düzeltilemez bir mertebeye çıkacaktır. Sonra gelsin bürokrasi, gelsin otoriterlik… Çare? Halk, popülizm, işçicilik, demokratizm; tabii çok partili Batı tipinden… Parti top ateşine tutulunca çareyi “öncülük”te aramak mümkün olmuyor tabii.

Kimileri bunun bir hata değil leninizmin yazgısı olduğunu iddia ederlerdi. Biraz okuyup da tutarlı olmak gerektiğine kani olanlar ise ilk günahı Marx’ta keşfederlerdi… Emekçilerin “sonuç alması” için başa Parti’yi -hem de büyük harfle- yazdığımız doğrudur. Ama o kadar.

Benim konu edeceğim ikâmecilik bu değil. Eskimiş tartışmaları açmayacağım. Ben son zamanlardaki bir ikâme işleminden söz edeceğim.

***

Kitlesel buluşmaların toplum sağlığı açısından büyük risk oluşturduğu bir salgının içine düştüğümüzden beri siyasal mücadelenin eylem ayağı olarak birkaç tür gelişti. Birincisi internet oldu. Günümüzün etkin, giderek gelişen, önü son derece açık bir toplumsal etkileşim düzlemi bu. Salgın olmasa da solun mücadelesindeki yerinin yaratıcı, olumlu örneklerle genişletilmesi gerekiyordu. Bu aynı zamanda sosyal medyanın içerdiği yozlaşma dinamiklerini baskılamanın yolunu da açacaktı. Salgın bu alana daha yoğun biçimde odaklanmayı zorunlu kıldı. Örneğin Türkiye Komünist Partisi 1 Mayıs’ta bu yolu tercih edenler arasındaydı.

***

İkinci eylem türü öncü partilerin topluma karşı duyarlılık ile işçi sınıfına önderlik ve onu temsil etme misyonu arasında bir uyum arayışı olarak kendini gösterdi.

Madem geniş kitlelerin buluşması, eylemin talebinden ziyade bulaş riskini yükseltiyordu, öncü parti bunu gözetmeli, kadrolarını ve tabanını tehlikeye atmamalıydı. Öte yandan talepten geri durulması, ertelenmesi de mümkün değildi; o halde işçi sınıfının partisi sınıf kitlesi adına ve onun yerine gereken eylemi yapabilirdi. Örneğin 1 Mayıs’ta Yunanistan Komünist Partisi bu yolu tercih edenlerden biri oldu. Tabii ki bu, ister 100 ister birkaç bin kişiyle yapılsın, fiziksel teması sağlık açısından sakıncasız sınırlara ittiren sembolik bir eylem olacaktı.

***

Üçüncüsü ABD’de patladı ve sınırları aştı. İnsanlar sokak ortasında katledilirken ırkçılığa ve devlet terörüne karşı mücadelenin internete sıkışması nasıl mümkün olabilirdi ki! Milyonları saran öfkeyi bulaş riskini arttırmasın diye kitleler adına “temsil etmek” mümkün değildir. Zaten kitleler harekete geçmeye hazırken ve hatta kendiliklerinden harekete geçerken, eylemi bir temsile indirgemek çoğunlukla dalgayı kırmak, kaynayan suyun buharını almak, yani hareketi yatıştırmak için yapılagelmiştir. Dalga kırıcıların sloganı “provokasyona gelmeyin”dir… Bugün sürmekte olan kitle eylemlerini salgın nedeniyle yanlışlamak mantıksız zaten. Bir yanda hastalıktan ölme riski, onun karşısında ırkçıların öldürmesi!
Gırgır bir parantez daha açmak durumundayım: Salgın başladığında faşist burjuva siyasetçileri sömürüye devam edebilmek için virüsü ciddiye almamayı vaaz ettiler. Karantina karşıtı kampanyalar meczupların değil faşizmin alameti farikası oldu… Şimdi pişmandırlar! Trump ve diğerleri AKP’nin “sana evden çıkmak yasak, ama sana fabrikaya girmemek yasak - hemşerim!” modelini akıl etmediklerine üzülüyor olmalılar…

***

Parantezi kapayalım ve dördüncü eylem türüne gelelim. Başka yerlerle ilgilenmiyorum, ama Türkiye’de bir kısım sol karantina ve fiziksel temassızlık uygulamalarını bir fırsata çevirmiş bulunuyor. Çoktandır alay konusudur; elli kurumun imza atıp çağrıda bulunduğu “kitlesel basın açıklamaları” on, bilemedin yüz kişiyle yapılabilmektedir! Şimdi bunu normalleştirenler ve adını başarılı eylem olarak koyanlar var.

Biliyoruz, siyasal gerilimin ve toplumsal duyarlılığın baskılandığı, sol örgütlerin uzun süredir kitlesiz siyasete alıştığı ülkeler var. Çoğunlukla gelişmiş kapitalist coğrafyada yer alan bu ülkelerde, olağanüstü bir durum yoksa sol siyaset bu tür ölçeklerle yapılıyor. Belki ancak o kadarı yapılabildiği için ve çok zayıf düşmüş olsa bile sol “bayrak göstermekten” geri basmadığı için böyle oluyor. Veya kitle eylemi siyasetin gündeminden düşmüş, kurumların sözü veya birtakım karizmatik siyasetçilerin şovu ön plana yerleşmiş bulunuyor…

Her neyse, Türkiye böyle bir ülke değil. Bizim ülkemizde elli kurum çağrı yaptığında yüz kişi bir araya gelirse bu alay konusudur. Türkiye örgütlü kitle hareketleri açısından çok verimli bir çağda olmayabilir, ama Türkiye kitlesiz, durağan siyasete alışkanlık üretmez. Türkiye tabansız muhalefet kurumlarını ciddiye almaz. Türkiye kendinden menkul karizmaların arkasına teneke bağlar. Türkiye’de emekçi halkın kitleselliğini bir değil, yüz bir örgüt yan yana gelse ikâme edemez.  

Salgın günlerinde solda birtakım ikâmeci çevreler Türkiye’yi gelişmiş kapitalizmin gerilimsiz ve duyarsız toplumlarına benzetmek için uğraşıyorlar. Nafile çabadır. Türkiye’de solun eylem çizgisi örgütlü kitle hareketine dayanır. Eninde sonunda bu normale dönülecektir.