Belki onlar salonlarda çalanlardan daha önce çalmaya başlayacaklar, sokaklara dönecekler ama mücadeleleri kaldığı yerden sürecek.

Sokak müzisyenleri

Joshua Bell 12 Ocak 2007 tarihinde bir deneye katılmak üzere paha biçilmez Stradivarius kemanını alıp Washington D.C.’deki L’Enfant Plaza Metro İstasyonu’na gitmişti. Müsebbibi olan Washington’daki bir gazeteci, dünyanın en iyi kemancısı olarak tanımlanan birinin, sıradan bir sokak çalgıcısı mevkiinde çalması halinde neler olacağını merak etmişti. 
Bell metroda tam 43 dakika boyunca çalarken yanından binin üzerinde insan geçmiş, ancak yalnızca yedi kişi bir dakikadan uzun süre durup dinlemişti. Hiçbir parçanın sonunda, hatta bugüne kadar yazılmış en zor bestelerden birini çaldığında ya da neredeyse 200 yıldır insanları ağlatan o çok ünlü “Ave Maria”dan sonra alkışlayan bile olmamıştı. Oysa Bell’i konser salonlarında dinlemek isteyenler en az 100 dolar ödemek zorundaydı. Metro istasyonundaki konserinin sonunda ise önündeki keman kutusunda sadece 32.17 dolar toplanmıştı. O esnada istasyondan geçen ve durup dinlemek istediği halde duramayanlar da vardı. İlginçtir ki hepsi çocuktu ve istisnasız her defasında büyükleri tarafından kollarından çeke çeke götürülmüşlerdi.1

Bu hikâyeden çıkarılacak şüphesiz onlarca sonuç vardı, ama şimdi bizi burada ilgilendiren, sokak müzisyenlerinin kamusal alanda üzerlerine yakışıksızca giydirilmiş elbise misali önyargılı imajları. 

***

Sokağı başka bir dünya haline getiren, dünyası sokak olan bu müzisyenler, müzik aleminin “zenci”leriydi. Mülksüz olma duygusuna en yakın kesim, müzisyen dünyasının homeless’ları, damsızlarıydı. 

Şanı-şöhreti, parayı-pulu, mevkii-makamı emel defterine hiç yazmamış; sadece müziğiyle insanlığını muhafaza etmeyi hedeflemiş bu adamlar belki en fazla görünür olmayı, arada bir de takdir edilmeyi önemsemişti. Ayrıca hoşunuza giderse, cebinizdeki bozuk paraları takdim ederseniz ne ala!

Peki tercihleri neden bu yöndeydi! Çok basit… Sokak müzisyenliği için elit olmak, sanatın köşe başlarını tutmuş rantiyecilerle biat ilişkisi içinde bulunmak gerekmiyordu. Kendinizi olduğunuzdan farklı sunmaya, sahne kıyafetlerine bürünmeye ihtiyacınız yoktu; buruşuk tişört, solgun pantolon ve parmak arası terlik yeterliydi. Sahneniz ise benim diyen konser salonu ya da gazino sahnesinde taş çıkarır: sanki klip çekiyormuş gibi tüm şehir dekorunuz, (dizi oyuncularının aksine) sıradan vatandaş ise oyuncularınızdı. 

Sokak her türden maceraya açık olduğu için, en çok hikâyesi olan müzisyenler de bunlardı doğal olarak. Tam da bu yüzden hak ettiğini göremeyen müzisyenler listesinin başındalardı. 

***

Küçümsendikleri bir alemde, kendilerine dilenci gibi bakanlara karşı ödün vermeyen yaşam tarzlarıyla, her zaman gururla çalıyorlardı. Çaldıklarında önlerinden geçiyorsanız hayatınızı kolayca film sahnesi gibi görebilir, kendinizi başrol oyuncusu sanabilirdiniz. Halbuki o esnada amatör ruhuyla yürekten müzik yapan bu şahane insanlar, her şeyi piyasalaştırmaya, metalaştırmaya çalışan zihniyete karşı varoluş mücadelesi veriyordu.

Sokak müziği, sokak müzisyeni için paradan öte bir şeydi. Zaten para yüzünden çekilecek bir eziyet değildi bu. Çünkü işin zorluklarından çok daha azına daha fazla para kazanabilirdiniz. Bu işi yapmanız için mutlaka paradan öte bir dünya görüşünüz olmalıydı. Çaresizlik değil, bir duruş olarak sokak müziği, sokak müzisyeni için hayatın ta kendisiydi. 

Romanlar hep ikinci sınıf muamele gördükleri için, sokakta yeteneklerini sergileyerek kendilerini ifade ediyorlardı. Bir Kürt çocuğu kendi dilindeki şarkıları şehirli insanlara duyurmakla mutlu oluyordu. Bir başkası popüler müziğe karşıydı, türkülerini söyleyerek Anadolu’nun sesini duyuruyordu. Hiç yasal bir işte çalışmamış, kravat takıp CV yapmamış bir diğeri, içine itilmeye çalışılan bir sisteme böyle direneceğini düşünmüştü. İçlerinden bir kısmının piyasada itibar edilen bir mesleği olmasına rağmen, sokak müzisyenliğini geçinememe pahasına sürdürüyordu. Sokak onlar için hayatın diğer alanlarından daha özgürdü. 

Varlıklarını bir tehdit olarak görenler, müdahalede gecikmemiş, ancak onlar kaçmaktan çok mücadele etmeyi tercih etmişlerdi. Sokaklarda, vapurlarda, metrolarda çalanlar belediyelerle anlaşmalı çalışmak zorunda olduklarından, aralarında kaçak çalanlar, hobi olarak da zabıtalarla köşe kapmaca sporu yapanlar da yok değildi. Kendilerini sisteme kaydetmeyi, cep telefonundan online para vermek isteyenler için bir banka hesabı açmayı teklif eden, itaat etmediklerinde de çalgılarını kıran görevlilere göğüs geriyorlardı.  

***

Piyasada nam çalmış müzisyenlere dudak ısırtacak derece iyi çalanlar vardı aralarında. 

Bazıları albüm bile yapmıştı, ama mağaza zincirlerinde satılmıyordu. Bilgisayarda çoğaltılıp basılmış kopya CD’ler önlerine koydukları bir çantanın üzerinde duruyordu, gönlünüzden kopan para karşılığı alabilmeniz için. Sokağın iyi bir okul olabildiğinin canlı örnekleriydi onlar. Örneğin santur denen çalgı, Siyasiyabend, Karagüneş, Alatav, Light in Babylon, Samsara İstanbul, Masala, Sedat Anar gibi isimlerde kullanıldıktan sonra musiki hayatımızda hatırlanmıştı.  
Tek tük birkaç örneği bir yana koyacak olursak, doksanlı yılların ikinci yarısında görülmeye başlamışlardı sokaklarımızda. Bizdeki geçmişleri topu topu çeyrek asır, yani çok köklü bir gelenek değildi. Önce İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde, ardından Ankara, İzmir, Eskişehir, Bursa gibi genç ve öğrenci nüfusunun yoğun olduğu illerde... Sokak müzisyenleri o günlerde en çok Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” filmiyle dikkat çekmiş, hatta konu bu filmden sonra arzu edilmeyen bir popülizmle sulandırılmış, bazıları boyalı gazetelerin hafta sonu eklerine samimiyetsizce konu yapılmıştı. 

Maalesef salgın sebebiyle sokak müzisyenleri de birdenbire ortadan kayboldular. Belki onlar salonlarda çalanlardan daha önce çalmaya başlayacaklar, sokaklara dönecekler ama mücadeleleri kaldığı yerden sürecek. Sınıfsal kaderleri salgın günlerinde müzik yapmaktan vazgeçme noktasına gelen, çalgısını satmak zorunda kalarak portenin üzerinden kovulan; dönemin popüler işi marketten ya da lokantadan evlere siparişler paket teslimatı yapan, hastanelerde geçici işler bulan diğer müzisyenlerden kopmayacak. 

  • 1. Sumru Ağıryürüyen tarafından çevrilen “Esrarengiz Kemancı” adlı çocuk kitabı, bu hikâyeyi konu alır.