Ayasofya tartışmasının gösterdiği ne? Bunu cihatçılıktan, Neo Osmanlıcılıktan, ülkedeki iktidar savaşından, Cumhuriyete düşmanlıktan arındırıp sırf dini bir motivasyonla açıklayabilir miyiz?

Sofya’nın kaderi

Kaderi bu yazı yazılırken belli olmayı bekliyordu. İbadete açılacak belli ki. İbadete açıktı, Cumhuriyet bu çok kültürlü, çok inançlı yapıyı müze yapmayı tercih etti. Neo-Osmanlılar, bir dönemki işlevine, camiye çevirmek istiyor. Kaldı ki kilise olarak biliniyor ama esasında bir pagan mabedidir. Ayasofya’dan söz ediyoruz.

Bugünkü şeklini alana kadar birkaç kere yapıldı yıkıldı. Temelleri altında bir pagan mabedi -Güneş tapınağı- olduğu sanılıyor. Eski kiliselerin çoğunluğu, eski pagan mabetleri üzerine kurulu zaten. İlk Hıristiyanlar kendileri ile rekabet ettiğine inandıkları eski inançlarla mücadele ettiler. Roma ile iş birliğinden sonra buna bir de devlet gücü eklenmiş oldu. Yüzyıllarca eski inançlıları kovaladılar. Mabetlerini yıkıp, yağmalayıp üzerlerine yeni kiliseler yaptılar. Her kilise işte böyle bir tarihsel sentezdir!

Ayasofya da öyle. Altında yatanı bilmesek bile yapıtaşları sütunları eski mabetlerin yağmalanmasından bakiye. Zaten adı da bir tür sentez; Ayasofya, Agia Sofia, Hacı Sofya o senteze işaret ediyor. Hıristiyanlık tarihinde “Sofia” adını taşıyan herhangi bir “hacı” yok. Haliyle “bilgelik” anlamındaki “Sophos” kaynağı. Hıristiyanlıkta ne “sophos”u olacak? Bildiğiniz pagan bilgeliği bu. “İsis”in arada aziz ilan edilmiş hali olabilir, bir bakıma “Meryem” söylencesinin de kaynağıdır. Her ne ise, Hıristiyanlar o bilgeliğin üzerinden silindir gibi geçince kendi gitmiş adı kalmış yadigâr.

Ama tarihine bakılınca yine de o bilgelikten izler görülebiliyor. Biraz aşağısında, deniz kenarında “küçük” bir adaşı var. “Küçük Ayasofya” adıyla biliniyor. O da bir kilise ve büyük olasılık onun da temellerinin altında bir pagan mabedinin kalıntıları yatıyor. Zaten kitabesinde yapının “Bakhos”a adandığı yazıyor ki, Bakhos, bizim “şarap tanrısı” Dionysos’un Roma versiyonudur. Mabetleri kazdıkça başka bir inanca, başka bir tanrıya ulaşırsınız, dinler tarihinin sürprizli halleridir. 

Hıristiyanlar eskilerini yıktılar üzerine yenilerini yaptılar. Osmanlılar ise İstanbul’u “feth” edince eskileri yıkmaya gerek duymadılar. Yanlarına birer minare dikip camiye dönüştürdüler. Bakmayın abartılarına, dinler arasında geçişler bu kadar kolaydır. 

Tarihinde ikinci kez camiye çevrilmeyi bekleyen “Kutsal Bilgelik Kilisesi”, bir bakıma ortalıkta kendine has bir cami mimarisi olmadığının da en büyük kanıtlarından biri. Karşısındaki Sultan Ahmet’i ona bakıp tasarladılar. Kubbesi ortak, minareleri eklemedir. Kilise mimarisine büyük katkımız minarelerden ibarettir. 

“İslam orduları” işgal ettiği topraklarda kiliselerle karşılaştı. Kubbesine ve çan kulesine bakıp birer benzerini yaptılar. O yüzden geriye doğru gittikçe, camiler daha çok kiliselere benzer. Mimari, insanlığın ortak mirasıdır, etkileşimde ve paylaşımında hiçbir sorun yoktur. 

***

"Cami" Türkçeye Arapçadan geçen bir sözcük. Cem, "toplanma, bir araya gelme" kökünden geliyor. Toplayıp, bir araya getiriyor. Sözcük başlangıçta "cuma namazı mescidi" anlamında kullanılıyordu. Çünkü ortalıkta bugünküne benzeyen bir “cami” yoktu. “Mescit” ise secde edilen yer demek. İspanyolca’ya “mezquita” olarak geçmiş. Bizde ikisi de kullanılıyor. Küçükse mescit diyoruz, büyük ise cami tabir ediyoruz. Bunun dışında bir farkları yoktur.

“Namazgah” var bir de. Üzerinde yapı olmayan ama namaz kılınabilir boş arazi demektir. Demek ki namaz kılmak için bir yapıya ihtiyaç yoktur. Bununla birlikte yapmayı önemsiyoruz. Büyük yapmayı daha çok önemsiyoruz.

Şimdi cami mimarisinin vazgeçilmezi sayılan kubbenin ilk örneklerinden biri milattan sonra 128 yılında Roma İmparatoru Hadrian tarafından bir pagan tapınağı olarak yaptırılan “Pantheon”dur. Ayasofya ondan yüzyıllar sonra ama onu örnek alarak yapıldı. Yani kubbe “İslami bir form” değil. İslam’da böyle bir biçim yok. Kubbe, eski mimaride geniş açıklıklar yapmanın biricik yoluydu. Çatı, başka türlü baş üstünde tutulamıyordu zira. Zaten yapılması da zordu. Osmanlılar pratik olanı tercih etti, ahşap ve kiremit kullandılar. Varsa Osmanlı mimarisi budur.

Betonarme binaları kubbeli yapmak ise bugün meşhur olan o sözcükle sadece “israf”tır. Gereksiz harcama yapmaktan başka hiçbir anlamı yoktur. 

Büyüklerine gelince, Selçuklu-Osmanlı devrinde iktidar sahipleri gösterişli büyük kubbeli camiler yaptırmaya özen gösterdi. Osmanlıda sultanlar adına yaptırılan büyük camilere “selatin camileri” deniyordu. Çoğu “ulu cami” adını taşıyor ki, büyüklük işaretidir. Ulu camiler, tıpkı Ayasofya veya Pramitler gibi birer iktidar göstergesiydi. Yeni bir tanesini Çamlıca tepesine diktik, cemaati yoktur, iktidar işaretidir. Onlara bakınca dinin, inancın gücünü değil, Firavunun, İmparatorun ve Padişahın gücünü görürsünüz. Her biri kişisel bir iktidar gibi göründüğü için, ayakta kalabilmesi için dine yaslanması kaçınılmazdır. “Teokrasi” diyoruz. 

***

Minarenin hikayesi biraz daha karışık. Minare ilk defa Kahire’deki bir camiye ilave edilmiş. Ana parçaya Emevi I. Muaviye zamanında 678 yılında eklenmiş. Muaviye icadıdır, inancın kuruluşunda yoktur, devletleşme ile birlikte ortaya çıkmıştır. Kökenleri hakkında söylentiler var. İran’daki ateş kulelerine, Suriye’deki çan kulelerine, Akdeniz’deki deniz fenerlerine benzetiliyor ki, hepsi mümkündür. Suriye bölgesindeki kiliseler camiye çevrilirken çan kuleleri de minare haline getirildiğinden Emevîler devrinde dört köşe tipleri ortaya çıkmış. Değişiklik çok azdır.

İşlevi namaza çağrıyı bildirmek ve sala okumak. Haliyle ana yapıdan yüksek tasarlanan yapılar. Müezzin, merdivenlerden tırmanıp “şerefeye” çıkar, etrafında dönerek ezan okurdu. Şekline yön veren ihtiyaç budur.

Minareler ilk başlarda yüksekte ezan okuyan müezzinin evlerin-avluların içini göreceği ve mahremiyete zarar vereceği düşüncesiyle halk tarafından tepki görmüş, şikâyetler üzerine birçok minare Kadılar tarafından ya yıktırılmış ya da boyları kısaltılmış. Demek ki başlangıçta “kutsal minare” söz konusu değildir. 

Hoparlör ise bütünüyle “bidat”tır. Hoparlör ile ilk ezan 1948’de İskenderiye’de okundu. Bütün “reformlarımızda” olduğu gibi Mısır’dan aldık. Fakat Diyanet İşleri Reisi Hamdi Akseki’nin muhalefeti sebebiyle gelişi biraz gecikti, reisin ölmesini bekledi, üç sene sonra girebildi. İlk hoparlör Eyüp Câmii minaresine taktırıldı. Oradan ülke sathına yayıldı.

Haliyle minarelere şeklini veren ihtiyaç ortadan kalktı. Minare o tarihten beri birer hoparlör direğidir. Minare direğe dönüştüğü için uzatmakta da bir sakınca kalmadı. Normalde şerefenin cami kubbesi hizasında olması gerekirken, alıp başını giden minareler çoğaldı. Çıkmak için merdiveni, müezzinin durabileceği bir şerefesi yoktur. Mimariden ve kutsallıktan uzaktır. 
Ama eski ölü gelenekleri hâlâ ayakta. Bir hoparlör direğine dönüşmesine rağmen çok minareli camiler inşa edilmeye devam ediyor. Neden, bilen yok. Tarihi ortada. Yani hoparlör varsa minareye, minare varsa hoparlöre gerek yoktur. İkisinden biri gereksizdir. 

***

Nitekim, elimizde kubbesiz ve minaresiz örnekleri var. TBMM camii bunların başında geliyordu. “Görünmez” bir cami mimarisidir. Binanın büyük bir kısmı eğimli arazi içinde gizlenirken, bazı bölümleri çevresindeki peyzaj düzenlemesi içinde ortaya çıkar. Kubbesiz, minaresiz ve saydam kıble duvarına sahip Meclis Camii'nde minare iki balkon ve bir Selvi ağacıyla temsil edilirken, kubbenin yerini peyzajdan yükseliyormuş izlenimi veren teraslanmış bir piramit alır. Önünde bir havuz vardır, camiden çıkanlar orada kendi aksini görüyordu. Ağa Han ödüllüdür. 

Kubbe ve minareyi kutsal sanan siyasiler bu tasarımı hiç sindiremedi. Yıkıp, yerine kubbeli ve minareli yenisini yapmak için yollar arıyorlardı. İmdada 15 Temmuz şeysi yetişti. “Hasar gören binalardan biri olduğu için yıkılacağı” açıklandı. Bir sabah minare yerine dikilen Selvileri kestiler. Sonra Selvilerin yerine minare diktiler. Egemen kutsallaştırma biçimine aykırı olmanın bedelidir.

***

Demek ki “kutsalı” oluşturan bizleriz. “Tanrıların emri”nin ötesinde, inancı oluşturan pek çok faktör var. Toplum, gelenekler, görenekler, ön kabuller hepsi içindedir. Camiyi, kubbeyi, minareyi belirleyen şey dinin geçmişte kalan emri değil, bugünün canlı, yaşayan insanlarının pratiğidir. 

Peki, Ayasofya tartışmasının gösterdiği ne? Bunu cihatçılıktan, Neo Osmanlıcılıktan, ülkedeki iktidar savaşından, Cumhuriyete düşmanlıktan arındırıp sırf dini bir motivasyonla açıklayabilir miyiz? Daha büyük kubbeye, daha büyük minareye, daha güçlü hoparlöre ihtiyacı var iktidarın. Daha çok cami şart. Müzeler, okullar, evler, yollar, sokaklar camiye dönüştürülmeli derhal. İktidarlarına bir dayanak lazım çünkü. Teokrasi diyoruz. 

Bu durumda bizim Sofya müze olsa ne olmasa ne? Bugünün bütün müzeleri dünün yitip gitmiş inançlarının bakiyesi değil mi? Tarihe direnmek faydasızdır. Müzelik olmak inançların fıtratında var!