Sıkılıyoruz demiştik değil mi? Ama sıkılmak kötü de değildir aslında. Bir ara vermek, durmak. Mesela öylece boş boş gökyüzünü izlemek. Geçen bulutlara bakmak. Hayatın, etrafımızı saran şu das Kapital çölünün çeşitli seslerini dinlemek.

Sıkılmadık mı?

Eh, sıkıldık biraz. Gerçi haftaya daha çok sıkılacağız ve ondan sonraki hafta daha da çok. Evde kalanlar da sıkılacak, işe gitmek zorunda kalanlar da. Yaşlılar da gençler de. 

Ama sıkılacağız. Orası kesin, belli.

İlk günlerin endişe dolu, tedirgin havası artık geride kalıyor. Uzamış bir misafirliği andırmaya başlıyor artık bu salgın hali. Yavaş yavaş “bitse de gitsek” havası beliriyor. Çaylar içilmiş, meyveler yenmiş, sohbetler bitmiş ama zoraki gülüşmelerle herkes bu ziyaretin sonunu merak ediyor. Ve bir yandan da herkes bu mecburi misafirlik sırasında misafir ağırlamanın ve misafir olmanın hakkını vermeye çalışıyor. İşte her zamanki nezaket kuralları, kolonya kokusu ve orta sehpada duran, yeni açılmış misafir sigaraları gibi. Olağan bir ziyaret söz konusuymuş gibi sıkılıyoruz.

Ama dedim ya sıkıldık ya da sıkılacağız. Daha çok. Eski hayatımız olduğu gibi devam etsin istediğimiz için... 

Öyle mi? Hayatımız olduğu gibi devam mı etsin? 

Aynı hatalar, aynı aldanışlar. Aynı hız! Ah, evet, aynı hız, devam etsin diye mi? Tuhaf! Şu salgın nasıl da yavaşlattı zamanı. “Ama iyi ki sosyal medya var!” Yoksa ne yapardık? Ya da... Ya da mesela iyi ki Zetflix var! Değil mi? Yoksa... Yoksa ne yapardık? 

Sıkıntıdan patlardık.

Ama şu salgın, nasıl da bastı frene? Hayatın frenine. Koşuşturmacaya, telaşa, yetişme hırsına, yakalama gerekliliğine, sürekli hayatın içinde olma zorunluluğuna. Çat diye yavaşlattı! Bu kadar koşturmamız gerekmiyormuş meğerse. Otobüsler, otomobiller, uçaklar, yollar, binalar, devasa yıkım ve bitmeyen inşa... Hepsi durabilirmiş. Bizi, hepimizi dörtnala koşturan bir hayat varmış, bir hayat düzeni varmış. Farketmediğimiz, farkında olmadığımız. 

Ha, şimdi farkettik mi bu hayat düzenini? O ayrı soru. Ama bir salgın girdi yetişmek için yaşayamaz hale geldiğimiz hayatla aramıza. Salgın frene bastırdı. 

Herkes için mi? Ah, tatlı orta sınıflar için frene bastı da ya zincirlerinden başka kaybedecek bir tek cep telefonu olanlar için? Sıkılmanın da sınıfı yok mu? Hatta sıkıldığının farkında olmanın? Sınıfı yok mu sanıyoruz ki?

Mesela Oblomov şu salgın günlerinde yaşasaydı nasıl bir roman olarak yazılırdı ki? Champler arasında banallikten sıdkı sıyrılmaz mıydı mesela? Ya da o dizi senin, şu tweet benim gününü gün eden arkadaşlarına mı uyardı? Belki de “çok başarılı götürüyorlar” diye derin analizlerin içinde buhranlar geçirirdi. Ya da “bizimkiler değil de Almanlar çok başarılı. Gördün mü kadının el hareketlerini? Nasıl da sürece hâkim!” diyenlerin arasında histerik kahkahalar atardı! Burjuvalardan burjuva beğenme oyununun ortasında ne hallerde olurdu ki?

Ama Oblomov’a borçluyuz. Borcumuz da yerinde saymıyor, biz öylece sıkılırken arttıkça artıyor. Hâlbuki sınıf bilinci kadar sınıf sıkıntısı da gerekiyor! Sınıfından sıkılmak da gerekiyor. Sınıfını değiştirmek için değil, sınıfları ortadan kaldırmak için.

Ah! Ama, evet, o tatlı orta sınıflar! Çok görünenler ve çok konuşanlar. Her şeye dair söyleyecek en az beş lafı olanlar. Sıkılanlar ama herkesin ve her şeyin bir an önce eskisi gibi olmasını isteyenler. Kakafonikler!

Ama öyleler ki, yani bu kakafoni halleri öyle bir sarmal ki herkesi de kendine sarıyor. En tepedekileri de en diptekileri de. Nasıl bir etkiyse artık, mal mülk sahibi sınıfları bile boğaz kenarında kendini göstermek zorunda bırakıyor. “Beni de görün, beni de görün” diye inim inim inliyor herkes. E, tabii devir değişti. At üstünde olacak hali yok ya burjuvanın! Artık sağlıklı yaşam velespitinin üstünde görünmek istiyor.

Sıkılıyoruz demiştik değil mi? Ama sıkılmak kötü de değildir aslında. Bir ara vermek, durmak. Mesela öylece boş boş gökyüzünü izlemek. Geçen bulutlara bakmak. Hayatın, etrafımızı saran şu das Kapital çölünün çeşitli seslerini dinlemek. Yakında bir yerlerde kaldıysa eğer doğaya kulak kesilmek: Kuşları aramak, kedileri duymak. Ve doğanın parçası olarak kendimizi duymak! Günümüzde ne kadar da tedavülden kalkmış şeyler bunlar. Süreklileşmiş bir keyif alma ve tadını çıkarma sahnesi olarak tarif ediliyordu ya hayat! Sanki onun dışında kalınca kaybeden oluyorduk. Ezik, başarısız, beceriksiz. 

Sıkılmamız iyidir diyesim geliyor, tam da bu yüzden. Şu salgında hazır tıkılmışken eve, azıcık da içimize kapanmanın ve orada, sıkıntımızın hikâyesini bulmanın zararı olmaz, faydası olur. 

Ama elbette başka iyi yanları da var bu kolektif sıkılma hallerinin. Mesela böyle sıkıla sıkıla sınıfları keşfediyoruz yeniden. Kimlikleri eşitleyince bu salgın, sular çekildiğinde ortaya çıkan antik kentler gibi yeniden görünür oldu sınıf. Şimdi herkes her yerde sınıfı görüyor. Ne güzel!

Ama sınıfın bu sosyolojik keşfi yetti, bitti gari! Artık sıra sınıfın siyasi keşfine gelmeli. Hatta 11. tezin izinden giderek söylersek, sıra, sınıfın siyasi iktidarı almaya yönelirken siyasi bir sınıf olarak yeniden ve yeniden ortaya çıkmasına gelmeli. Evet, sosyolojik sınıfın değil, sınıfın siyasi iktidarı almak üzere yeniden ve yeniden keşfi lazım. Bize gereken bu.

Zor bir keşif değil bu. Öyle Antarktika’ya gider gibi hiç değil. Sadece şöyle azıcık etrafımıza bakıp kendi sıkıntımızın içinde bir gidip gelsek yeter!

Yoksa salgın geçer, sular yeniden yükselir ve sınıfın hepimizi götürebileceği yer, şu heder olan sıkıntılarımızın içinde kaybolur, gider. 

Bu sıkılmalardan, istersek çok şey çıkar. Çok.