Bu saldırıların bize gösterdiği şey, Türkiye’de düzen siyasetinin sağ içi bir iktidar kavgasına dönüşmüş, AKP-sonrası Türkiye’ye dair geliştirilen projeksiyonun da yeni bir sağ iktidar olduğudur.

Şiddet ve siyaset: Türk sağında 'aile içi' kavga

Selçuk Özdağ, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı. Siyasi kariyeri 1970’li yıllarda Manisa’da Ülkü Ocakları’nda başlamış, MHP’de devam etmiş. “Türk-İslam Ülkücüleri”nin MHP’den ayrılma sürecinde Büyük Birlik Partisi (BBP) içerisinde yer almış. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü sonrası AKP’ye geçmiş ve orada genel başkan yardımcılığı görevine kadar yükseldikten sonra, 2019’da istifa edip Davutoğlu’nun partisine katılmış.

Orhan Uğuroğlu bir Ankara gazetecisi. 50 yıldır gazetecilik yapıyor, beş yıldır da İYİP çizgisindeki “muhalefetteki ülkücülük” diyebileceğimiz akımın yayın organı olan Yeniçağ gazetesinde çalışıyor. Halen gazetenin Ankara temsilcisi. 

Afşin Hatipoğlu bir avukat. KRT TV’de program yapıyor. Hakkında yazılanlara göre 1994’den itibaren MHP içerisinde yer almış ve bir dönem Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış. Bir süredir Bahçeli yönetimine sert eleştirilerde bulunuyor. 

Anlaşılacağı üzere üç ismin de ortaklaştığı nokta, mevcut MHP yönetimiyle ters düşmüş olmakla birlikte “ülkücülük” ve yine üç ismi ortaklaştıran şey, geçtiğimiz hafta ülkücü olduklarını kimsenin inkâr edemeyeceği kişiler tarafından saldırıya uğramış olmaları.

1960’lı yılların ortasında, sola karşı paramiliter bir güç, bir sokak gücü olarak sahneye çıkan Ülkücü Hareket’le şiddet arasında varoluşsal bir ilişki var, bu zaten tarihsel bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor, MHP’yi bir şiddet örgütü olarak analiz etmekte bir sakınca bulunmuyor. Türkeş’in “davadan döneni vurun, eğer dönen bensem beni de vurun” minvalindeki sözleri hatırlandığında, “hain” addedilenlerin de bu şiddetin muhatabı olduğu, yine tarihsel tecrübeyle biliniyor. 

Ancak burada, bugün gelinen noktada, “yeni” bir durum söz konusu; yeni bir olgu ile karşı karşıyayız bugün Türkiye siyasetinde. 

Şu an tanıklık ettiğimiz şey, toplumsal muhalefetin ortalıkta görünmediği, sosyalist solun bir aktör olamadığı, sosyal demokrasinin, yani CHP’nin ise tarihindeki en sağcı günlerini yaşadığı bir konjonktürde, düzen siyasetinin her aktörünün topluma diğerlerinden daha milliyetçi, daha muhafazakâr, daha dindar olduğunu ispatlamaya çalıştığı, iktidardaki Türk-İslam sentezcilerle muhalefetteki Türk-İslam sentezciler arasındaki bir kayıkçı kavgası esas olarak. 

Türkiye’de düzen siyaseti öylesine sağa çekmiş, ülkücülük “marjinal” bir nitelik taşımaktan çıkıp öylesine “ana akım” bir niteliğe bürünmüş ve hem iktidarda hem muhalefette öylesine bir yere yerleşmiş durumda ki, şiddet de tüm bunlara paralel bir şekilde adeta “aile içi bir kavga” görünümünü almış, sağın farklı fraksiyonları arası bir güç mücadelesine dönüşmüş durumda. 

Peki bu şaşırtıcı mı, elbette ki değil. CHP Genel Başkanı’nın “sol-sağ bitti, bunlar 18. Yüzyılın kavramları” diyerek dümeni bütünüyle sağa kırdığı bir Türkiye’den bahsediyoruz. Aynı CHP’nin müttefiklerine baktığımızda, MHP’nin içinden çıkan İYİP’i, AKP’nin içinden çıkan DEVA’yla Gelecek Partisi’ni ve bir de AKP’nin içinden çıktığı Saadet Partisi’ni görüyoruz. 

Hal böyle olunca, siyasetin de “aile içi kavga” halini alması kaçınılmaz oluyor. Tam da bu nedenle, saldırıyla ilgili olarak MHP’li yöneticilerden gelen “bu hareketin delisi çoktur” şeklindeki suçu zımnen üstlenen açıklamaya Davutoğlu’nun verdiği yanıt, “bu hareketin delisi çoktur demek, ülkücü harekete hakaret etmektir” oluyor. AKP’ye yönelik muhalefeti ise “Erdoğan şu an 28 Şubatçıların vesayeti altında, Erdoğan’ı devirecekler” demekten öteye gitmiyor.   

Ve yine tam da bu nedenle, Meral Akşener, Türk sağının kanlı tarihini unutturmak istercesine, “biz birbirimize kurşun sıktık da böyle namertlik yoktu, pusu ile adam dövülmez” diyebiliyor. Yakın zamanda saldırıya uğrayan ülkücülerden Yeniçağ yazarı Yavuz Selim Demirağ da “eskiden evin bir mahremiyeti vardı, kimse kimseye evinin önünde saldırmazdı” minvalinde bir açıklama yapabiliyor. Oysa 7 TİP’li gencin evlerinin basılarak katledilmesinden, Doğan Öz’lerin Bedrettin Cömert’lerin, Necdet Bulut’ların evlerinin önünde pusuya düşürülerek öldürülmesine, o kanlı tarih hala mıh gibi aklımızda duruyor. 

Velhasıl mesele, solun esamisinin okunmadığı ve siyasetin bütünüyle sağa çektiği bir dönemde, sola karşı kurulan bir şiddet örgütünün giderek siyasetin merkezine yerleşmesi, fraksiyonlara ayrılarak hem iktidarda hem muhalefette kendisine yer bulması, iktidardaki ve muhalefetteki İslamcılıkla birlikte siyaseti domine eder hale gelmesidir. Yani, 12 Eylül sonrası MHP’li bir yöneticinin “biz hapishanedeyiz, fikirlerimiz iktidarda” sözünü hatırlayarak söyleyecek olursak, bugün ülkücülük ve Türk-İslam sentezi, farklı fraksiyonlarıyla, hem iktidarda hem muhalefettedir. 

Dolayısıyla, bu saldırıların bize gösterdiği şey, Türkiye’de düzen siyasetinin sağ içi bir iktidar kavgasına dönüşmüş olması, AKP-sonrası Türkiye’ye dair geliştirilen projeksiyonun da yeni bir sağ iktidar olduğudur. Türkiye toplumunun önüne AKP-MHP sağcılığının alternatifi olarak muhalefetteki sağcılık konulmaktadır.

Ancak mesele sadece bununla sınırlı değildir, bu saldırılar aynı zamanda bize rejimin niteliğini ve iktidarını devam ettirebilmek için neler yapabileceğini de göstermektedir; bu saldırılara bakıldığında görülmesi gereken ikinci şey, yakın gelecekte yaşanabileceklerdir. 

Türkiye’de sağın karşısına alternatif olarak sağcılığın çıkarılması, siyasetin sandığa hapsedilmesiyle, sokağın öcüleştirilmesiyle, toplumsal muhalefetin pasifize edilmesiyle birlikte ilerleyen bir süreçtir. Bu stratejinin sahipleri, toplumu Türkiye’de sözcüğün bilindik anlamıyla serbest seçimlerin yapılacağına, iktidarın seçimde yenileceğine ve seçim sonuçlarını tanıyarak iktidarı devredeceğine ikna etmeye çalışmaktadır ve bunda da hayli yol almıştır. 

Ancak bekçi yasasından baro yasasına, sosyal medya yasasından yakında gündeme gelebilecek olan seçim yasası değişikliğine uzanan bir genişlikte, iktidarın “seçimle gitmeme konsepti” doğrultusunda adımlar attığı, gitmemeye yönelik hazırlıklar yaptığı, sadece devletin güvenlik aygıtının değil, MHP’nin de tarihsel misyonuna uygun bir şekilde bu sürece hazırlandığı açıktır. Son saldırıların bize gösterdiği şeylerden biri de budur. 

Durum buyken, muhalefet tüm bunlar yokmuş gibi yapmaya devam etmekte, tarihi de, hangi şartlarda yapılacağı da meçhul olan bir seçimden söz etmekten ve seçimi fetişleştirmekten öteye gitmemektedir. Yani hem sağcılığın karşısına başka bir sağcılık konulmakta, siyaset sağa çıpalanmakta, hem de sandığa hapsedilmiş siyasetle toplum pasifize edilmekte, toplumsal muhalefetin aklı ve refleksleri felç edilmektedir. İktidarın şiddeti yükseleceği bir konjonktürde bunun sonuçlarının ne olacağını görmek için ise kâhin olmaya gerek yoktur. 

Tüm bunlardan sonra, sorulması gereken asıl sorunun “kırk katır mı, kırk satır mı” sorusu olduğu açıktır, bu soru sorulmadıkça neler yaşanacağı ise üç aşağı beş yukarı bellidir.