“Banliyöde güneş doğuyor, kış gelmediği halde hava soğuk, ben bu hayatta ne yapabilirim ki, cebimde meteliğim de yok, ciddi bir görünüşüm de...”

Serserinin şarkısı

Renaud Séchan, bilinen adıyla Renaud, alkol, uyuşturucu ve yılların acımasızlığına kurban gidip beynini yemeden çok önce 1977’de yazmıştı bu şarkıyı. Fransızca konuşulan dünyanın dışında pek de tanınmayan Renaud, banliyönün, kenarda kalanların, düzene öfke duyanların kent ozanıydı. Anarşistti. Yukarıda ilk dizelerini aktardığım “Serserinin Şarkısı” adlı şarkının bir yerinde “Fransa’nın tamamı boktan bir banliyödür, tıpkı arkadaşım Muhammed’in polislere söylediği gibi” diyordu. Merak edenlere şuradan dinlemelerini öneririm.

Fransızca’dan aldığımız banliyö sözcüğü artık sadece kentin dış mahallelerine ulaşan trenler için kullandığımız bir terime dönüştü. Kent kenarlarındaki henüz soylulaştırılmamış yerleşimlere ve onları yansıttığını  düşündüğümüz değerlere varoş diyoruz bir süredir. O da Macarca’dan dilimize geçmiş yabancı bir sözcük.

Konumuz Fransa olduğu için banliyölere dönelim şimdi. Renaud’nun neredeyse yarım yüzyıl önce yaptığı şarkıdan  da anlayabileceğimiz gibi Fransa’nın banliyölerinde yaşanan sorun yeni değil. Banliyöler salt göçmen yabancıların değil, Fransız sermayesinin emrine amade kılınan yerli emekçi kitlelerin de yaşadıkları yerlerdi uzun zaman önce de.

Çarşamba günü  Cezayir kökenli genç Nahel’in bir polis tarafından vurularak öldürüldüğü Nanterre de bu tanıma uyan bir yer. Paris’in çeperindeki Nanterre’in, 1968’e uzanan bir öfke ve direniş geçmişi var.

Nahel’in polis eliyle katli sonrasında yaşanan ayaklanmaya dair bir çok şey okudunuz, dinlediniz. Bu ayaklanma türünün ilk örneği değildi elbette. Neredeyse birkaç yılda bir benzeri Paris ve diğer Fransız kentlerinde yaşanıyor. Her ne kadar birileri yeryüzü cenneti gibi göstermeye çalışsa da Avrupa’da ve Fransa’da kitlesel yoksullaşma yadsınamayacak bir olgu. Sosyal harcamaların kısılıp mali sermayeye kaynak aktarılmasının bir zamanların “Refah devletlerinde” yarattığı öfkenin Fransızca dışavurumunu izledik geçen hafta. Bundan 250 yıl önce kral kellesi uçuran halkın topraklarında başka türlüsünü bekleyemezdik zaten.

Sokaklara çıkıp burjuvazinin tasmalı itleriyle çarpışanlar, bu arada önlerine ne çıkarsa yakıp yıkanların, bir anlamda “Fransa’nın tamamı boktan bir banliyödür” diye haykıranların neyi doğru neyi yanlış yaptıkları üzerine ahkâm kesmenin bir anlamı yok. Fransa’nın bankacıdan bozma Cumhurbaşkanının verdiği rakamlara bakılırsa üçte birinden fazlası 18 yaşından küçük olan eylemcilerin belirli bir program ve hedef doğrultusunda davranmadıkları, örgütlülüklerinin sosyal medyadaki anlık paylaşımlardan ibaret olduğu ve süreklilik kazanma ihtimali bulunmadığı açık.

Temel sorunun sıkışan sermayenin kudurması ve faşizme alan açması olduğunu söylersek büyük bir keşif yapmış olmayacağız. Evet, Fransa’da bir düzen sorunu var. O sorunun içerisinde de bir polis sorunu var.  Genelgeçer bir doğru olarak örgütlü bir toplumun iyi bir şey olduğunu söyleyip dururuz sürekli. Toplumun farklı kesimleri gibi Fransa’da polis bile örgütlü. Güçlü polis sendikaları var. Ne kadar iyi değil mi? Değil.

Fransa’da polis teşkilatının çok şanlı bir tarihi olduğunu söylemek güç. Bir kere Nazi işbirlikçisi Pétain rejiminin polisi var. Fransız Yahudilerini kimi zaman Alman işgal rejiminin bile beklemediği bir iştahla avlayıp toplama kamplarına gönderen, işgale direnenlere göz açtırmayan polis. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu teşkilât temizleniyor olabildiğince. O dönem Avrupa’nın İtalyan kardeşiyle birlikte  en güçlü komünist partisi PCF kolluk teşkilatında önemli bir ağırlık sahibi oluyor. Zaman içinde PCF, Fransız Sosyalist Partisi (PS) lehine güç kaybediyor teşkilat içinde. Mitterrand döneminden söz ediyoruz. Aynı dönemde Fransa’da aşırı sağın güçlendiğini, göçmen karşıtlığının arttığını görüyoruz.  Şimdiki RN’nin atası faşist FN (Ulusal Cephe) sokaklara çıkıyor, göçmen kovalıyor, dövüyor, öldürüyor.  Bu arada reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte taşların bağlanıp köpeklerin salıverildiği dönemin perdeleri iyiden iyiye açılıyor. Merkez sağ ve merkez sol iktidarlar polisteki aşırı sağcı örgütlenmeyi engellemek bir yana teşvik ediyorlar zira sermayenin sorgulamayan ve sorgulayanları öldürecek bekçilere ihtiyacı yüksek.

Fransa’da polis ve banliyöler ilişkisi üzerine iki film tavsiyesiyle devam edeyim. Bunlardan birincisi Fransız sinemasının belki de en savlı yapımlarından biri olan, 1995 tarihli “La haine”.  Her ne hikmetse Türkçe ismi “Protesto” olarak belirlenmiş. Oysa  filmin adının anlamı  nefret.  İkincisi ise çok daha yeni. 2019 yapımı “Les Misérables”. Filmin ismi Hugo’nun aynı adlı “Sefiller”inden esinlenmiş ama bir banliyö hikayesi anlatıyor. İki film arasında neredeyse çeyrek asır var. İpucu vermek istemiyorum ama bence ikisini de arka arkaya izlediğinizde hem bakışın hem manzaranın ne yönde değiştiğini göreceksiniz.

Nahel’in polis tarafından sudan bir sebeple öldürülmesini izleyen olaylara dair üç konu dikkati hak ediyor. Sırayla gidelim.

1) Çarşamba günü başlayan ve ben bu satırları yazarken sönümlendiği gözlenen olaylar sırasındaki en çarpıcı gelişmelerden biri aşırı sağın polisteki örgütlenmesinin ulaştığı cüret seviyesini ortaya koyan bir basın açıklaması oldu. Alliance ve UNSA isimli iki aşırı sağcı sendikanın ortak açıklamasında, Nahel’in katlini protesto için sokağa çıkanlar için “haşere” deyimi kullanılıyor, şiddet kullanan -siz onu sorgusuz sualsiz adam öldürecek diye anlayın- polisler için adli korumanın artırılması talep ediliyor ve metin şöyle sona eriyordu:
“Bugün polisler dövüşüyor zira savaştayız. Yarın direnişte olacağız ve Hükümetin bunun farkında olması gerekir”.

Fransa tarihini biraz bilenler metinde direnişe yapılan atfın ilk bakışta II. Dünya Savaşı’nda işgale karşı duran çoğunluğu sosyalist ve komünist direnişçileri kastettiğini ancak aslında Hükümete karşı bir silahlı ayaklanma tehdidi de barındırdığını anlayabilirler. Geçen hafta Wagner ayaklanması konuşurken “otoriter rejimlerde olur” makamından gıdaklayanlara ibret kabilinden, buyurun size Batı Avrupa’nın en ‘demokratik’ ülkelerinden birinde düpedüz faşist polis kalkışması.

2) BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin olaylara ilişkin açıklaması ve buna Fransa’nın verdiği yanıt. Komiserlik açıklamasında Fransız polisinde uzun zamandır görülen sistematik ırkçılık ve şiddet eğilimlerine dikkat çekiliyor ve buna çözüm getirilmesi isteniyor. Fransız devleti ise Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla verdiği yanıtta suçlamaları reddediyor ve kolluğun demokratik ve adli denetime tabi olduğu, ırkçılık ve ayrımcılığa karşı mücadele edildiği ileri sürülüyor.  Bilmem size başka bir ülkeyi anımsattı mı?

Hepimizin bildiği gibi Fransa bir protesto ülkesi. Halkın, sorunları saray kapılarının arkasında halleden patronların dışındaki her kesimi hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda sokağa çıkıyor. Kitlesel gösteriler yapılıyor. Polisle çatışmalar, tahrip ve yağma olayları yaşanıyor. Bu arada başka ülkelerdeki kimi yarım akıllılar gibi kimsenin aklına polise çiçek vermek gibi abukluklar da gelmiyor. Gösterilerde yaralananlar, kolu-bacağı kırılanlar, gözü çıkanlar, nadiren de ölenler oluyor. Bolca gaz sıkılıyor, gazeteciler tartaklanıyor. Şiddetin bolca kullanıldığı olaylarda uzun yıllardır polis güçlerinin gösterici kılığında kışkırtıcılık yaptığı, camı çerçeveyi bizatihi bu amaçla oluşturulmuş polis güçlerinin indirdikleri de biliniyor. Buna karşılık polisin işlediği cinayetlerin ezici çoğunluğu bu olaylarda meydana gelmiyor. Cinayetler polisin zanlı kovalarken veya yol kontrolleri sırasında “dur emrine uymama veya polise itaatsizlik” şeklinde tanımlanan durumlarda meydana geliyor.

Komşu Almanya’ya kıyasla çok daha sık yaşanan bu cinayetlerin ortak yanı “polise itaatsizlik” ederken öldürülenlerin ezici çoğunluğunun göçmen kökenli filan da demeyeceğim “esmer” olmaları. Burada Fransa’da iyi bilinen başka bir olgu devreye giriyor çünkü: Fiziki görünüme göre kontrol. Saçlarınızın kıvırcıklık derecesi veya teninizin koyuluğu salt bu kontrollere ‘yakalanma’ olasılığınızı değil, kaçmaya çalıştığınızda öldürülme riskinizi de belirliyor. Fransa’da bu olgu “kolay tetik çekme” olarak adlandırılıyor.  

Banliyölerde yaşayanlara “haşere” gözüyle baktığını ayan beyan ifade eden  polis teşkilatının bu kadar rahat davranabilmesinin bir sebebi de 2017 yılında, Sosyalist Partili Cumhurbaşkanı Hollande  döneminde yapılan ve polisin adam öldürmesini kolaylaştıran bir yasal değişiklik. Yasada “esmerse vur” yazmıyor elbette ama ne hikmetse öyle durumlarda tetik daha kolay çekiliyor.

Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasındaki adli ve idari denetim vurgusunun nafileliği bunları bilince daha da bir netleşiyor.

3) Son konu bizim çöplüğümüze dair. Fransa’daki olaylar Türkiye’de nasıl izlendi ve yorumlandı? Bir yanda iktidar yandaşı medyada “Müslüman öldüren pis Fransa”  ile “Düzeni sağlayamayan beceriksiz ve çöküş halinde devlet” söylemleri, diğer yanda yerli ve milli  faşistlerimizin “pis Araplar yakıp yıkıyorlar” ile “göçmen vebadır” ulumaları. Karışık bir duygu durumu anlayacağınız. Daha bir liberalimsilerde gördüğümüz  “ilk 2 gün iyiydi de yağma, talan hoş değil” sızlanmalarını da ekleyelim.

Standart liberalde şöyle bir duygu durumu var sanırım: Emekçilerin hakkını gasp edip, enflasyonla yoksullaştırıp yaşayamayacak duruma getirirsen “bir yerde piyasa şeysi, derin yoksullukla mücadele şart”. Yok, sokağa çıkıp Nike mağazasını veya Rivoli sokağındaki lüks mağazaları yağmalarsan “çok ayıp, haklıyken haksız duruma şey ettiler”.

İklim değişikliği konusunda  dahi göçmenlere söverek rahatlayan yerli ve milli faşistlerimize ne diyeceğiz bilmiyorum. Muhtemelen anneannesi dahi Fransa’da doğmuş Nahel üzerinden olup biteni göçmene, Araba bağlamak rahatlatıyorsa devam etsinler. Bir şey söyleyince de alınıyorlar fena halde. Fikri ve vicdani yoksulluklarında boğulup gidecekler bu gidişle.

İktidar kanadının goygoyu ise riyakârlığın bir başka seviyesi. Müslüman öldüren polis bir tek Fransa’da mı var?  Berkin’i, Dilek Doğan’ı, Kemal Kurkut’u Hristiyan, Budist  ve Mecusiler  öldürdü de biz mi haberdar değiliz?

Yazı uzadı ama konu basit değil. Sermaye zorda. Sermaye zorda olduğu sürece barbarlık artacak. Öyle görünüyor ki daha çok yazıp çizeceğiz bu konuda. Rosa Luxemburg’un ölümsüz formülüyle bitirelim:

Ya Sosyalizm ya barbarlık!

Murat Karagöz için

Bizim hayatımızda bir klişe haline geldi. Her ölüm erkendir. Kimi ölümler ise çok daha erken ve katlanılmaz geliyor insana. Bu hafta bir can dostumu, Murat Karagöz’ü yitirdim. 56 yaşında beklenmedik şekilde koptu gitti hayatımdan. Geriye 38 yılın anıları kaldı. Üniversiteden arkadaşımdı. Sınıfı birbirine katarken, rektörlüğe dilekçe yağdırırken, abuk sabuk konuşan hocaları bezdirirken yanımdaydı. Futbol arkadaşımdı. Ben savunmada oynardım o gol atardı. Yüzü dönük, arkası dönük, sağ ayak, sol ayak her koşulda atardı. King arkadaşımdı. Süleymaniye’de neredeyse her gün gittiğimiz kahvede gür sesiyle “Asını basmayan yasını basar!” diye bağırışı hep kulağımda kalacak.  Dışişleri Bakanlığı’na girmemde önemli  payı vardı. Bakanlığın en çalışkan memurlarından biri olarak hatırlanacak kuşkusuz.  Yurtseverdi ve yurtseverliğin işini en iyi şekilde yapmayı gerektirdiğine inanırdı. Bu da dahil, anlaşamadığımız çok konu vardı. Hayata bakıştan, dünyaya bakışa kadar uyuşamadığımız, asla uyuşamayacağımız  bir çok alan. Yaptıklarını yapmazdım, yaptıklarımı yapmazdı. Sivri dilimden, eleştiri oklarımdan alınmaz, gücenmezdi. Sesiyle ve yüzüyle hep gülerek yaşadı ve nadir tatillerinden birinde çıktı gitti bu dünyadan. İyi etmedi. Hiç iyi etmedi...